Fındıkkıran




Fındıkkıran’ı sever misiniz?

Eğer benim gibi onu sevenlerden veya esrarengiz bulanlardansanız doğru blog yazısında buluşmuşuz demektir. Yazımızın atmosferine Fındıkkıran’ın tatlı müziklerini eklemek için Berlin Senfoni Orkestrası’nı da bu link aracılığıyla aramıza davet edelim istiyorum. Müzik çalmaya başlayınca ben de onca yıl, binlerce okura, müzisyene, tasarımcıya, dansçıya ve seyirciye ilham veren ve onları bir araya getiren bu Fındıkkıran aslında kim diye düşünmeye başlıyorum. Öyle ya, kim bu Fındıkkıran? Boyalı bir oyuncak bebek mi? Bir mutfak gereci mi? Sorumun cevabı olarak düşümde önce ahşaptan oyma tacı, karışık yarı uzun sacları ve el boyaması kocaman hülyalı gözleriyle uzaklara bakan yakışıklı bir fındıkkıran beliriyor. Sonra ardında bir derinlik… Ardında bir pırıltı ve toz görünüyor. Sihir… Tüy gibi uçuşarak danseden gençler, rengarenk ipek ve tül kostümler, özenle tasarlanmış dekorlar… Sonra bunların hepsini hem doğuran hem de sarmalayan Pyotr İlyiç Çaykovski’nin (1840-1893) unutulmaz bestesi beliriyor. Ve ardında o müzikte çözülüp kaybolan kendim…

Norveç Opera ve Balesi’nde Fındıkkıran

Ne şanslıyız ki, soğuk ve karanlık Aralık gecelerinde, eski bir Alman masalı ve bir rus bestesi, Oslo’da modern bir binada, dönemimizin sanatçılarının emekleriyle rengarenk bir bale gösterisiyle yeniden biçimleniyor. Hikaye özünde Ernst Theodor Wilhelm Hoffmann’ın 1816 yılında yayımladığı “Fındıkkıran ve Fare Kral” masalına dayansa da, Çaykovski’nin 1892 yılında yazdığı iki perdelik Fındıkkıran balesine ilham veren versiyonu, masalın 1846 yılında Alexander Dumas tarafından konusu fazla değiştirilmeden yeniden düzenlenmiş halidir.

Norveç Opera ve Balesi’nin 2016 yılından beridir sahneye koyduğu son uyarlamaki hikaye ise 1905’ler Oslo’sunda geçiyor. Yani o dönemdeki adıyla Christiania’da… Balenin koreografisi Kaloyan Boyadjiev‘e, sahne tasarımı Jon Bausor’a, dansçıların kostümleri yine Jon Bausor ve Bregje van Balen’e ait. İlk perdede çocuklukla genç kızlık arasında kalan kahramanımız Clara, ailesinin verdiği görkemli Noel davetine katılır. Çocukların oyununa katılmak için çok büyük, yetişkinlerin sohbetine katılmak içinse fazla küçüktür. Kendisini dışlanmış hissetmektedir. Vaftiz babası Bay Drosselmeyer o akşam Clara, kardeşi Fritz ve diğer çocuklara el yapımı hediyeler verir. Clara’nın noel hediyesi, sırtındaki mandala basıldığında ağzına konan fındığı kıran el yapımı ahşap bir bebektir. Tıpkı bir prense benzemektedir. İlerleyen saatlerde ev halkı odalarına çekildiğinde Clara salona gelir ve tam o anda her şey değişmeye başlar. Konuklar farelere, Fındıkkıran ise gerçek bir prense dönüşür. Kocaman, farklı bir dünyada Fındıkkıran Prens ve Clara, farelere karşı savaşır. İkinci perdede ise yabancı konukların verdikleri bambaska kültürlerden gelen egzotik hediyeler canlanır ve dans etmeye başlar.

Sonra ne oluyor diye sorarsanız, Clara uyanır, gösteri görünüşte biter ve Eylem eve döner; ama müzik aslında hiç bitmez. Tatlı bir bahar gününde veya güneşli bir yaz tatilinde bile çalmaya devam eder. Hani bazı müzikler vardır, sessizce hayatınızın arka planına yerleşmiştir. Biriyle konuşurken, hayal kurarken, çalışırken, gülerken veya sevdiklerinizi özlerken diğer seslerden bağımsızca kafanızda çalmaya devam eder. İşte o müziklerden biri benim için Fındıkkıran balesinin bestesidir. En sevdiğim kısmı da “The Last Waltz”dır. Hayallerin doruğa çıktığı, ama rüyanın henüz bitmediği o güzel son vals… Bazen çok merak ediyorum. Nasıl, ama nasıl yaratabilmiş Çaykovski bu neşeli, canlı, rüya gibi müzikleri ve insanların yaşamına nasıl böyle hoş pırıltılar katmış ve tatlı anları böyle çoğaltabilmiş?

Çaykovski’nin bestesiyle canlanan bu sıcak noel masalının soğuk, karanlık ve hüzünlü Aralık ayının sembollerinden biri haline gelmesi aslında hiç şaşırtıcı değil. Tam da bu sebeple yıllar içinde bu balenin birkaç farklı yorumunu izlemiştim. Ancak, Norveç Opera ve Balesi’nin son dönemde sahneye koyduğu eser, bence diğer örneklerin arasından sıyrılıyor. Görkemli sahne tasarımı, incecik işlenmiş anlatımı ve parlak kostümlerin arasından sızan o çocuksu masumiyeti insanı sarıp tatlı bir hikayenin işine çekiyor.

Gösteri için dökülen teri unutup büyü hiç bitmesin, eve dönme saati hiç gelmesin, “Son Vals” loopa alınsın, Clara rüyasından uyanmasın, Fındıkkıran Prens tekrar boyalı bir bebeğe dönüşmesin istiyor insan. Çok şanslıyız ki bale bitse de on bir ay sonra geri dönüyor ve yine donuk bir kış gecesinde renkli bir masalın içine düşme şansı veriyor bize. O yüzden Fındıkkıran benim için bir Aralık ayı geleneği oldu. Son yıllarda bilet bulmanın neredeyse imkansız hale gelmiş olmasına bakılırsa, meraklıların sayısı oldukça artmış olmalı. Bence balenin tek kusuru da burada yatıyor. Bilet fiyatları çok yüksek. Bu kadar güzel bir şölene sadece bazı çocukların ve gençlerin ulaşabiliyor olması bence haksızlık. Tabii haksızlıklar konusuna girersek işin içinden çıkamayabiliriz ve muhtemelen de sıra baleye gelmez bile. Yine de Aralık ayında Oslo’daysanız ve fırsatınız varsa, bu gösteriye bir bakmanızı öneririm. Plan yapmak için erken gibi görünse de, biletler yaz öncesinde satışa çıkıyor ve sahneye yakın koltukların biletleri çabucak tükeniyor. Ben geçen yılki biletimi yanlış hatırlamıyorsam Mayıs ayında almıştım. Gidemeyecek olanlar içinse salgın döneminde televizyonda gösterilen videosunun linkini yazının sonuna ekleyeceğim.


Gennady Spirin’in Resimleriyle Fındıkkıran

Fındıkkıran’ın ilk kez 1996 yılında yayımlanan bu basımı Hoffman’ın masalına sadık kalınarak yapılmış. Doksan dokuz sayfalık kitabın çevirisi Aliana Brodmannsa ait. Rus ressam ve illüstratör Gennady Spirin’in kapağı ve sayfaları süsleyen suluboya illüstrasyonlarının güzelliği bence hikayeye güzel yorum katmış. Ben bu kitabı yıllar önce yeğenim Deniz için almış, evde Norveççe bir baskısı olmasına rağmen sadece resimleri sebebiyle kendim için de bir adet sipariş etmiştim. Benim kitabım ne yazık ki elime hiç ulaşmadan kaybolmuştu. Bu sebeple Noel tatilinde kitabı Deniz’den ödünç aldım ve benimle Atlantik okyanusunu geçerek Norveç’e geldi. Onu diğer resimli kitapların arasına koydum. Umarım sahibi gelip alana kadar yeni arkadaşlarıyla hoş vakit geçirir. Eski bir kitap olmasına rağmen bugün itibarı ile Amazon’da veya çok daha uygun bir fiyata (iki veya üç dolara) Ebay’de hala temiz ve güzel örneklerini bulmak mümkün.


Evet, yine bir blog yazısının daha sonuna geldik. Sabredip yazıyı sonuna kadar okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir dahaki blog yazısı şahane bir çizgi film hakkında olacak. O zamana dek sevgiyle kalın. ❤️

Eylem Rosseland



https://www.operaen.no/forestillinger/arkiv/2022/notteknekkeren-ballett/

https://tv.nrk.no/se?v=MKTV45000120

https://www.gennadyspirin.org/gallery

Yeni Yıl


Merhaba,

Yeni yılınızı kutlamak ve mutlu, huzurlu, sağlıklı ve neşeli bir yıl dilemek için uğradım. Umarım 2024 sevdiklerinizle birlikte dolu dolu yaşadığınız şahane bir yıl olur. Ben yeni yıla evden çok uzakta Michigan’ın bahçeleri geceleri noel ışıkları, gündüzleriyse kızılgerdanlarla süslenmiş güzel, küçük bir şehrinde girdim. Orada kaldığım süre içinde Fındıkkıran hakkında yazmayı istedim. Fazla zamanım olmadığı için yazıyı yetiştiremedim, ancak size tanıtmak üzere yeğenim Deniz’den Fındıkkıran’ın çok güzel resimlendirilmiş bir baskısını ödünç aldım. Bir dahaki yazımda bale gösterisiyle birlikte ona da yer vereceğim. O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgiler ❤️

Eylem


Bir Kış Gecesi…



Karlı bir kış gecesinden merhaba, 

Bu defa arayı çok uzatmadım umarım. İyisiyle ve kötüsüyle bir seneyi daha yaşadık ve anılarımıza katmak üzere yüzümüzü gelmekte olan taze yıla ve umuda döndük. 2024’e şöyle bir bakmak için geleceğin perdesini aralıyorum, karşıma tüm planların ve görevlerin arasından bana göz kırpan dileklerim çıkıyor. Onları noel ağacına asmak isiyorum. Hem kendim hem de yine zor dönemlerden geçen insanlığımız için… Aralık ayında bir sınav projesi teslimi olduğu halde katıldığım etkinlikleri yoğun tutmak istedim. Hem şehirde yoğun bir etkinlik takvimi olduğu için hem de yılın en karanlık akşamlarını biraz ışıkla süslemek istediğimden… Geçen yaz Oslo Filarmoni Orkestra’sının toplu konser biletlerinden birini aldığım için, bu sene zaten düzenli şekilde konserlere gidiyorum (Oslo’daysanız ve hali hazırda takip etmiyorsanız Filarmoni’nin programına bir bakmanızı öneririm). Ay başında bu rutin konserlere iki farklı konser, bir masal etkinliği, bir bale ve sinemada gösterien klasik bir noel filmi de eklenince, Aralık ayının ilk iki haftası sanatla dolu geçmiş oldu. İzlediğim her şeyden söz etmeye zaman yetmeyeceği için size anlatmak üzere iki gösteri seçtim. Bunların ilki Nationalthreatret, yani Ulusal Tiyatro’daki noel konseri. İkincisi ise, bir sonraki blog yazısını ayırmayı planladığım ve kalbimde ayrı bir yeri olan Fındıkkıran Balesi.


Noel Konseri – Nationaltheatrets Julekonsert

Tiyatro’da verilen konserlere daha önce hiç katılmamıştım. Bu yüzden, biletimi alırken biraz heyecanlı biraz da meraklıydım. O akşam Oslo epeyce soğuktu. Tiyatro binası evime yakın sayılır aslında ama telefonda – havanın -9 derece olduğunu görünce biraz direnmiş olacağım ki kapıdan yine son anda çıkmayı becerdim. Eldivenlerimi giyecek vaktim bile olmadığından durağa geldiğimde elimde tuttuğum eldivenlerin birini düşürmüş olduğumu fark ettim. En az on senedir kullandığım emektar eldivenimimi kaybettiğim için üzülecek fırsatım bile olmamıştı; çünkü otobüsü kaçırdığımı anlamış, yeni otobüs saatlerine bakmaya dalmıştım. Yine de güzel bir akşam olacağını hissediyordum. Öyle de oldu. Öncelikle kapıların kapanmasına üç dakika kala konsere yetiştim. Sonra ilk sıradaki tek boş koltuk bana ait olacağı için (salona en geç ben girmiştim) yerimi bulmak kolay oldu. Ondan sonrasıysa hepten şahaneydi. Konser dediğime bakmayın, hem şarkılarla hem de hikayelerle dolu bir gösteriydi. Tiyatro sanatçıları sırayla ve bazen birlikte noel şarkıları söylediler, şiirler okudular ve masallar anlattılar. Biz seyirciler hem güldük hem ağladık. Ortamın güzelliğini hatırlayabilmek için bir fotoğraf çektim ama içerideki sıcaklığı ve samimiyeti kadrajım ne yazık ki almadı. Anlatılan ilk masal, Alf Prøysen’in Noel’i Unutan Küçük Köy masalıydı. Masal zaten çok sevimli, ama sanatçının sesi o kadar tatlıydı ki o anlattıkça ben küçüldüm, küçüldüm ve sonunda masaldaki kız gibi beş yaşında oldum. Böylece gösterinin devamını küçük çocuğun şaşkınlığı ve coşkusuyla izleme fırsatım oldu. Bu masalı ilerideki günlerde Türkçe’ye çevirerek bloga eklemeyi planlıyorum. 

Gösterinin ikinci masalıysa Lise Fjelstad’ın anlattığı Kibritçi Kız’dı. Sanatçı, bir kelimesini bile unutmadan ve bütün duygularını sesine vererek o masalı adeta biz seyirciye yaşattı. Tek bir kelimenin bile atlanmadığını biliyorum çünkü masalı sizin için Türkçe’ye çevirmiştim (Dilerseniz buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Fjelstad son cümlesini tamamladığında, salonda ağlayanların sayısı ağlamayanlardan fazlaydı. İki koltuk ötemde oturan seksen yaşlarındaki amcanın gözyaşları gösterinin sonuna dek kurumadı. Küçük bir çocuğun maruz kaldığı maddi manevi yoksulluğu ve içinde yaşadıkları dönemin acımasızlığını bu kadar gerçekçi bir şekilde masallaştırabilen Andersens’in karşısında tekrar saygıyla eğildim. Tabii soğuk ve sıradan bir kış gecesine o büyülü atmosferi veren yaratıcı tiyatro sanstçılarının da hakkını yememek gerek. Bir gösteriyi bu kadar içten ve iddiasız bir şekilde sunabilmenin çok büyük bir çaba ve çalışma gerektirdiğini anlamamak imkansiz. Oslo’daysanız ve konsere gitmediyseniz tavsiye ediyorum. Gösteri 30 Aralık tarihine kadar devam edecek. Bu yıl için bilet bulmak zor olabilir; ama 2024’te belki gösteriyi birlikte izleriz? O akşama dönecek olursak, eski ve görkemli tiyatro binasında başlayan büyü, orada kalmadı. Nationaltheatret istasyonundan beni eve kadar takip etti.


Nasıl diye soracak olanlarınız için anlatayım. Eve dönmek için yola çıkmıştım. Tam metro binasına girmek için adımlarımı hızlandırdığım anda, biraz ileride, parke taş döşeli yolda şahane bir köpek gördüm. Kocaman, pofuduk kuyruğu olan kızıl bir köpekti bu. Onun iki adım ilerisinde genç bir adam yürüyordu. Akşam yürüyüşüne çıkmış olmalılardı. Adam belliki şanslı biriydi. Keşke benim de böyle bir köpeğim olsa diye geçirdim içimden. Üstelik kuyruğunun ucunda tıpkı bir tilkininki gibi beyaz bir tüy öbeği vardi. Ben tam bunları düşünürken o güzel hayvan yolunu değistirdi ve önümden geçti. O an onun köpek değil, kocaman, besili bir tilki olduğunu anladım ve ben, tilkilere bayılırım. O saatte, şehrin en işlek noktalarından birinde bir tilkinin ne işi olabilirdi? Adını bilmediğim için arkasından “Tilki” diye seslendim, ama dönüp bakmadı. Biraz ilerideki sarayın bahçesinde mi yaşıyordu acaba? Nereye gidiyor olabilirdi? Hava çok soğuktu ve epeyce geç olmuştu. O yüzden kendimi her aklı başında yetişkinin yapacağını yapmak zorunda hissettim. Yolumu değiştirerek tilkinin peşine takıldım. O kadar çabuk gözden kayboldu ki, onu epeyce bir zaman aramak zorunda kaldım. Bir zaman sonra eldivensiz kalan elim soğuktan kıpkırmızı olmuş, hissizlesmeye başlamıştı. Biraz kaybolan eldivenimi, biraz da küçük Kibritçi Kız’ı düşünerek çalıların arasında tilkiciği aramaya devam ettim; ama yoktu. Pırıltılı tüyleri sokak ışıklarına karışıp bu kadar çabuk kaybolabildiğine göre evi veya güvenli bölgesi bu yakınlarda olmalıydı. Kürkü çok sağlıklı ve bakımlı göründüğü, kilosu da yerinde olduğu için içim rahat olmalıydı. Metro istasonuna geri dönmekten başka seçenek kalmamıştı elimde. Zaten tilkiyi bulsam da bir noktada geri dönmek zorunda kalacaktım. Durumu kabul edip eve geldiğimde kapının yanında, yerde küçük siyah bir eldivenin şekerleme yapmakta olduğunu farkettim. Emektar eldivenim kaybolmamıştı. Sadece soğuktan biraz gözü korkmuştu belki. Onu alıp eşiyle birlikte girişteki aynanın önüne koydum. Kim bilir belki de eşi ona o gece kaçırdığı güzel şarkıları söylemiş, küçük bir şiir okumuş ve tatlı bir iki masal anlatmıştır. Gecenin büyüsünün, beni eve kadar sadece kapıdan geri dönmek için takip etmiş olması mantıklı olmazdı zaten.



Ben size bunları anlatırken saat iyice ilerlemiş. Yarın sabah erken kalkmam gerekiyor. Zaman ayırıp okuduğunuz ve o güzel akşamı bu yazı üzerinden benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Bakmak isteyenleriniz için noel konseriyle ilgili bilgi veren linki ekleyeceğim. Bir dahaki blog yazısında buluşmak dileğiyle… 

Sevgiler, ❤️

Eylem Rosseland

https://www.nationaltheatret.no/forestillinger/julekonsert/


Dünyanın En Harika Kedisi

Pusu Whisker Verdens Beste Orange Blossom Gülbeşeker Pişmaniye Rosseland (2006-2022)

Sular hep aktı geçti,
Kurudu, vakti geçti.
Nice han, nice sultan
Tahtı bıraktı geçti.
Dünya bir penceredir,
Her gelen baktı geçti.
Yunus Emre (1238-1320)

Merhaba,

Ne kadar uzun zaman oldu değil mi? Aslında tekrar yazmaya karar vermem geçen yıl bu zamanlara denk geliyor. Bir cesartle üniversitede ders almaya başladığım ilk zamanlara yani. Nedense hep buraya yazdığım zaman diğer tipte metinleri yazmak kolaylaşıyor gibi gelirdi bana. Tam o sıralarda kedim Pusu sağlığını kaybetmeye başladı. O dönemden beri bu konuda yazmaya hazır hissetmediğim ve bir yandan da hiçbir şey şey olmamış gibi onun gidişinden bahsetmeden tekrar blog yazmaya başlayamayacağım için erteleme durumu bugüne, yani 4 Ekim Dünya Hayvanlar Günü’ne dek sürdü.

Harlequin by Victor Nizovtsev

Pusu’yu ilk kez hastanede bırakmak zorunda kaldığım o soğuk sonbahar gününden bu yana neredeyse bir yıl geçti. Sonradan minnettarlık hissedeceğim veteriner kedime bakıp “ Öncelikle bu çok yaşlı bir kedi, bedeni önerdiğimiz tedaviyi kaldıramayabilir”, demişti. Onca üzüntünün arasında bunun hayatımda duyduğum en saçma yorumlardan biri olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Onun yumuşacık tertemiz tüylerini, beş buçuk kiloluk iri ve çevik bedenini, mücevher gibi parlayan gözlerini ve ağzının iki yanından ipek püsküller gibi fışkıran tazecik kedi bıyıklarını göremiyor muydu? Farklı kedilerden mi söz ediyorduk acaba? Evet, böbrek yetmezliği vardı ama böbrek değerlerinde son bir senedir artış olmamıştı. Daha bir ay önce klinikteki rutin kontrolünde bir sürü iltifat almıştı. Mahallede her yaştan hayranı vardı. Nasıl o kadar hasta olabilirdi? O gün Pusu’nun, geceyi atlatabileceğine dair söz veremediler. Bir terslik olursa arayacaklarını söylediler sadece. Sabaha kadar telefonun çalmamasını umarken kalbim bizi neyin beklediğini anlamıştı; ama aklım beni yanıltıyordu. Ertesi gün hastaneden arayıp Pusu’nun eve dönebileceğini söylediklerinde sevinçten kulaklarıma inanamamıştım. O kadar mutluydum ki hastaneye varana kadar arabada şarkı söyledim. Bir sonraki muayenede kedime kalp yetmezliği tanısı konuldu. Haberler kötüydü ama o yaşıyordu ve evine gelebildiği için içimde bir umut vardı. Umut ve gözyaşları arasında bir sarkaç gibi gidip geldiğim yoğun bir tedavi süreci tam da böyle başladı ve 28 Aralık 2022 günü Pusu’nun vefat etmesiyle sona erdi.

Pusu’nun varlığı benim hayatı bazen biraz masal gibi algılamamın belki de en önemli sebebiydi. İçinde bulunduğu her anı ve her mekanı güzelleştiren muazzam bir canlıydı. Her şeyiyle çok zarif, iyi kalpli, komik, sabırlı ve kendisinden yaşama dair çok şey öğrendiğim harika bir kediydi. Kışın en karanlık günlerinde bile o olduğu için evimizde günışığı ve sıcaklık vardı. Bana ilk kez sekiz aylık hayat dolu bir kedi olarak geldiğinde onu hiçbir zaman terk etmeyeceğime dair bir söz vermiştim. Hastalığı süresince de gözlerine bakarak bu sözü tekrarlama şansım oldu. Pusu hep bir şekilde beni anladığını gösterdi. Hiçbir zaman duygularını saklamayı seven bir kedi olmamıştı zaten. Hastanedeki ilgili ekip yapılacak hiçbir şeyin kalmadığını söyleyene kadar pes etmedik. Verdiğim boyumdan büyük bu sözü tutabilmek, tam on beş buçuk yıl onunla yaşamak bir ayrıcalıktı.

Bazen hala evde ona sesleniyorum ve nerede olduğunu soruyorum. Unutkanlıktan değil. Her zaman o kadar vardı ki şimdi bu derece olmayabilmesi inanılmaz geliyor. Konuyu «Olmak ya da olmamak» repliğine bağlamadan toparlamaya çalışacağım. Kayıplar gerçekten zor; ama ölümün varolabilmesinin tek nedeni aslında yaşamın varlığı değil mi? Yas tutmamızın sebebi de sevgimiz? Bir gün bir iş arkadaşım yeni bir kedi alıp almayacağımı sorduğunda ona yeni bir kedinin aynı olamayacağını ve tekrar böyle bir bağ istemediğimi söylemiştim. O da bana bakıp gülümseyerek, “Yeniden sevebilirsin Eylem. Aynı olmaz, biraz farklı şekilde seversin, ama yine seversin” demişti. Haklıydı. Pusu’nun yerini başka bir şey dolduramaz, ama sevgi zaten doldurmak için boşluk arayan bir duygu değil ki. O çoğu zaman habersizce gelen ve hatta bazen olumsuz görünen şartlara rağmen, bir yandan yerleşip kök salarken, bir yandan da dallarına ve çiçeklerine kendi dilediği kadar yer açarak büyüyen bir duygu. Bu konuşmadan birkaç ay sonra ne yazık ki iş arkadaşımın köpeği de vefat etti. Hem de yaşlanamadan vefatti… Her şey, her şey hayatın kendisiyle birlikte akıp geçiyor. Kendimizi bu gerçekten ayrı tutmamız imkansız. Öyleyse aslında hiçbir zaman gerçekten sahip olma hakkına erişmediğimiz şeyleri, ki bu hemen hemen sahibi olduğumuzu sandığımız her şey için de geçerli, kaybetme korkusu içinde değerlendirmek biraz anlamsız kaçıyor. Onun yerine, fırsatını bulduğumuz zaman kalbimizi açıp sevebileceğimiz kadar sevmeye, hayatı hakkını vererek güzel yaşamaya bakmalıyız belki de. İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın «Kuş ölür Sen uçuşu hatırla.» dizesini aklımızda tutarak…

Şiir demişken yazıyı bir şiir daha doğrusu bir sone ve içimizi hafifletmesi için basit ve tatlı bir şarkıyla bitirsek iyi olur diye düşünüyorum. Umarım hoşunuza gider. Bir dahaki yazım bu konuya uygun iki resimli kitap hakkında olacak.

O zamana dek sevgiyle kalın ❤️

Eylem R.

LXV
Ne tunç ne taş ne toprak ne de sonsuz denizler
Acıklı faniliğe karşı koyamazlarken,
Nasıl bu kör öfkeyle güzellik cenge girer
Çabasında en çok bir çiçek gücü varken?
Ah, nasıl göğüs gersin yazın tatlı rüzgarı
Azgın günler dört yandan üstüne yürüdükçe,
Bozguna uğrattıkça yenilmez kayaları,
Çelik kapılar bile zamanla çürüdükçe?
Ne korkunç bir düşünce: Ah,nerede saklı dursun
Çağların mücevheri Çağların sandığından?
Bir zorlu el var mı ki bu koşuyu durdursun?
Güzellik yağmasını kim esirgesin ondan?
Yok hiçbiri meğerki bu mucize sürsün de
Sevdiğim ışıldasın kara yazı üstünde.

William Shakespeare (1564-1616)
Çeviri: Talat Sait Halman

Mutlu Yıllar!

Image-Fairy

2020 yılının son gününde, uzun bir aradan sonra, sizlere yeniden merhaba demenin heyecanını yaşıyorum. 2020 yılı birçoğumuz için zor bir yıldı. O yüzden 2021’in her şeyden önce sağlıkla ve huzurla gelmesini diliyorum.

Yeni yıl hepimiz için resimdeki dansden peri gibi hafif ve neşeli olsun.

Eski yılın son gününden sevgilerle…

Eylem Rosseland

Yılbaşı Ağacı

Yılbaşı Ağacı

Masal Penceresi Noel

Noel-Masal Penceresi

Noel Pastaları-Masal Penceresi

Noel Pastaları-Masal Penceresi

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı (3. Bölüm)

Screenshot

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı

(3. Bölüm)

• • •

“Sleuth Ormanı’nda
Kayalık yaylaların
Göle daldığı yerde
Balıkçılların kanat çırpışlarıyla
Uyuşuk su sıçanlarını uyandırdıkları
Orman meyveleri
Ve çalıntı kirazlarımızın
En kırmızılarıyla dolu
Peri fıçılarımızı sakladığımız
Yapraklı bir ada uzanır.
Oraya gel
Ah insan çocuk
Sulara ve vahşi doğaya
Bir periyle el ele
Çünkü dünya senin anlayabileceğinden
Çok daha fazla gözyaşı dolu”

• • •

The Stolen Child

W.B.Yates, 18651939

Olivia

The Haunting of Julia / Full Circle (1977)

Screenshot

Adından anlışılacağı gibi gotik bir perili köşk hikayesiyle karşı karşıyayız. Gotik bir hikayenin Changelinglerle ne ilgisi var diye sorabilirsiniz haklı olarak. Baştan ben de öyle düşünmüş olacağım ki o kadar eserden söz etmeme rağmen kalbimde apayrı bir yeri olan Full Circle‘ı unutmuşum. Aslında karşılaştığım en acıklı changeling öykülerinden bir tanesi bu.

İngiltere’de Full Circle adıyla gösterime giren film, Amerika’da “The Haunting of Julia” olarak biliniyor. Başrolleri paylaşan Mia Farrow ve Keir Dullea birlikte güzel bir çift olmuşlar. Peter Straub’un ilk romanı olan Julia ‘dan (1975) esinlenilerek çekilmiş olan yapım bence kitapla ciddi farklılar taşıyor. Bu yazının son kısmında size Julia‘dan da kısaca bahsedeceğim, ancak yaratıcılık açısından gerçekten bambaşka bir yorumla ortaya çıkmış bu filmi benim gibi yavaş ilerleyen ve ağır bir atmosfer yaratan korku filmleri sevenler beğenir diye tahmin ediyorum.

Bu bir psikolojik gerilim filmi mi yoksa sıradan bir hayalet hikayesi mi ondan da emin değilim aslında. Sınıflandırmayı izleyicinin tercihine bırakmak belki de daha doğru bir yaklaşım olur. Full Circle’ı sıradan korku ya da gerilim filmlerinden ayıran birçok ayrıntı var. Hikaye bence katman katman duygulardan oluştuğu ve aklınızdan asla çıkmayacak bir sona sahip olduğu için kendisini benzerlerinden farklı bir kategoriye taşıyor. Filmin müzikleri de bence bir rüya dünyasından gibi. Her parça saldırganlıktan uzak ve insana hüzünle karışık bir ürperti veren küçük ve masum ninniler gibi. Full Circle’ı izlemeye karar verirseniz müziklerinin uzun süre zihninizi meşgul ettiğini farkedeceksiniz.

Yapım, bence 1977 yılından beri nice filme esin kaynağı olmuş ve kendi dönemi içinde değerlendirildiğinde son derece özgün sayılır. Dram, kalp kırıklığı, peri hikayesine bulanmış trajedi, sevgi, pişmanlık, yalnızlık, ölüm, güzeller güzeli bir ev, yetmişlerdeki beyaz süslü tarihi binaları ve yemyeşil Londra sokakları, sonbahar renklerine bulanmış nostaljik parklar ve Colin Towns’ın eşsiz müzikleri, güzellikle acının, korkunun ve sürprizlerin birbirine karıştığı değişik bir eser ortaya çıkarmış. Bu kadar az bilinen bir yapım olmasına rağmen dünyanın dört bir yanından özel fanları olması sanırım bu sebepten.

OliviaFilmin hem açılış ve kapanış sahnesi son derece trajik. Amerikalı ve varlıklı genç bir kadın olan Julia Lofting,  İngiliz Magnus Lofting ile evlidir ve Londra’nın şık semtlerinden birinde oturmaktadır. İlk sahnede o zaman için modern sayılacak güzel bir ev ve mutlu bir aile görürüz ve aradan birkac dakika geçtiğinde bu ev korkunç bir ölüme sahne olur. Julia Lofting bu kazada tek çocuğu olan küçük Katie’yi kaybeder. Bir süre tedavi gördükten sonra, baskın karakterli ve parasıyla kendisinden fazla ilgilenen aristokrat kocası Magnus Lofting’i terk eder ve ondan habersiz Holland Park civarında güzel bir ev satın alır. Londra’nın en pahalı semtlerinden birinde yer alan bu evi neden değerinin bu kadar altında bir fiyata aldığını ise çok sonra öğrenecektir.

Bayan Lofting kapıdan girer girmez, yönetmen bize eşsiz bir müzik eşliğinde tarihi Londra evini yeni sahibinin gözleriyle gezdirir ve filmin son sahnesinde kalbimizi kıracak ve senelerce unutamayacağımız o sahnenin geçtiği ortamı bize Julia’nın naif ve umutlu ruh haliyle gösterir. Yeni evine taşındıktan sonra yaşadığı travmayı atlatmakta zorluk çeken Julia’ya tuhaf şeyler olmaya başlar. Yalnızlığıyla ve yasıyla ayakta kalmaya çalışırken, kızı Katie’ye çok benzeyen bir çocuğun, Olivia’nın, trajik hikayesinin içinde bulur kendisini.

İzlemek isteyenlerin hevesini kaçırmamak adına hikayenin bundan sonrasını açıkca anlatmayacağım. Sizi aniden yerinizden hoplatmadan ağır ağır ilerleyen ve etrafınızda bir sis yaratarak içinize işleyen bir yapım bu. Beni etkilemesinin asıl sebebi de böyle negatif duygular uyandıran bir eserin çirkin  görüntülerle değil tam tersine son derece estetik bir şekilde anlatılıyor olması. Sadece ev, müzikler, Mia Farrow, Londra sokakları ve parkları değil çocuklar bile birer porselen bebek gibi giydirilmişler.. Yani yönetmen Bayan Lofting’in acısını güzellikle örmüş ve melankolik ayrıntılarla kat kat sarmış. Göz kamaştıran her bir katmanı açtığınızda içinden başka bir trajedinin çıktığını görüyorsunuz. Full Circle‘ı orjinal dilinde youtube’da izleyebilirsiniz. Etkilenecek olursanız ve bana bir iki satır yazmak için zaman ayırırsanız çok mutlu olurum.OliviaBu beklediğimden çok daha uzun süren Changeling serisini bir kitap yorumuyla bitirmek bence çok yerinde olacak. Bu benim korku türünde okuduğum tek eser. Sonrasında Peter Straub’un daha popüler kitaplarını denesem de beni çok sarmadı. Belki de Julia‘nın bana yetip artmasından kaynaklandı bu durum.

Julia

Juliajuliatwisted

Julia‘yı okuyalı sanırım bir dört beş yıl kadar oluyor. Normalde korku türündeki eserleri tercih etmediğim için eğer Full Circle’ı izlememiş olsaydım Julia ile tanışma ihtimalim olmazdı. Yine de onu okuduğum için memnunum.

Araştırdığım kadarıyla bu kitap kendi fan kitlesine sahip olsa da yazarın en beğenilen eseri değil. Belki Straub’un ilk roman denemesi olmasının bunda payı vardır. Böyle yazdığım için sanki kötü bir kitapmış gibi bir algı oluşmasın. Yarattığı korku atmosferi sebebiyle ünü dünyaya yayılmış olan Straub beni bu açıdan kesinlikle hayal kırıklığına uğratmadı. Hatta bir süre Julia’nin etkisinden ve kitabın yarattığı trajik atmosferden çıkamadım. Okuyup bitirdikten sonra içime yerleşen duygu sadece korku değil aynı zamanda geçmeyen ve kolay azalmayan bir huzursuzluk oldu.

Julia filme oranla olayların gelişimini, karakterlerin kişiliklerini ve birbirleriyle olan bağlantılarını çok daha ayrıntılı şekilde anlatıyor. Böylece filmin karmaşık hikayesini yorumlamakta güçlük çeken izleyici için belirsizlik taşıyan noktaların hepsi kitapta aslında açıklanmış oluyor. Julia’nın başına gelenlerin ve küçük Olivia ile kurduğu güçlü bağın kendi trajik kaybından mı kaynaklandığını bilemesek de kitapta bu bağın sebepleri filmdekinin aksine net bir biçimde ele alınıyor. Hikayenin duygusal yanı ve baş karakterin psikolojik durumu ise bence filmde ve kitapta farklı bakış açılarıyla işlenmiş. Esin kaynağı kitaplar olan görsel eserlerin orjinallerinden tamamen bağımsız şekilde yorumlanmasını sadakatsizlik olarak gören biri olarak ben bu iki eserin kendilerine özgülüklerinden çok keyif aldığımı itiraf etmek zorundayım.

Julia sanırım henüz Türkçe’ya çevrilmedi. Kırk dört yaşında bir kitap olarak bundan sonra da çevrilir mi bilemiyorum. İnternet sebebiyle İngilizce orjinaline ulaşmak nispeten kolay olsa da, her kitapçıda karşılaşabileceğiniz bir kitap değil bu. Okumaya karar verirseniz bulmak için biraz uğraşmanız gerekebilir.

OliviaYazımı sonlandırmadan önce hem kendim için bir hatırlatıcı hem sizler için birer alternatif olması için buraya changelingleri konu alan üç kitap adı ve linki birakmak istiyorum. Bunların ilki Joy Williams tarafından kaleme alınmış The Changeling. İkincisi Eloise McGraw’ın The Moorchild‘ı ve üçüncüsü ise Charles Higham’a ait  bir korku masalı olan The Midnight Tree: A Fairy Tale of Terror.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere hepinize sevgilerimi gönderiyorum.

Eylem Rosseland

Olivia

Kardan Adam

Merhaba,

Her zaman olduğu gibi 2018 yılını da karlı ve buzlu günler uğurluyor. Yarın yılın son günü. İyisiyle kötüsüyle kocaman bir yılı yaşadık ve sıra deneyimlerimizi tarih süzgecinden geçirmeye ve hakedenlerin anı olmalarına izin vermeye kaldı.

Yılbaşı bizim evde her zaman neşeyle kutlandı. O sebeple olacak, yeni yıl deyince aklıma hep güzel sofralar, pastalar, hediyeler ve aile toplantıları geliyor. Bir blog yazısı üzerinden pasta ve hediye paylaşamayız belki ama çok nostaljik ve tatlı bir film paylaşabiliriz diye düşündüm. Kısacık ve içinde konuşma olmayan (hikayenin başındaki birkaç cümleyi saymazsak) sevimli bir çizgi film bu. Umarım sevdiklerinizle izler, izlerken keyif alırsınız.

Yeni Yılınız Kutlu Olsun!

Sevgiler

Eylem Rosseland

sallanan at

Noel Tatili Başladı

Fındıkkıran'ı Okurken

Noel tatili başladı. Kedimiz Pusu omurgasını incittigi ve yeni ameliyat olduğu için bu seneki tatil planlarımı ertelemek zorunda kaldım. Günlerim merhem, kafalık, mama, kontrol, bandaj ve ilaç kelimelerinin özeti gibi olsa da, arada okuyacak ve arkadaşlarımla sohbet edecek zamanı bulduğum için gerçekten şanslıyım. Kedimin iyileşmesi benim için en güzel yılbaşı hediyesi olacak.

Pusu İyileşiyorNoel tatili süresince Masal Penceresi’nde iki güzel masal yayımlamayı hedefliyorum. Çevirileri henüz bitirmediğim için adları şimdilik gizli kalsın. Aslında Changeling masallarıyla ilgili yazımın ikinci bölümünü hazırlamak istiyordum, ama araya giren Noel burada gerçekten çok önemli bir bayram. Hem hayatımızın akışını etkilediği hem de bu bayrama ve yılbaşına dair es geçmek istemediğim çok güzel masallar olduğu için araya birkaç yazı sıkıştırmak uygun olur diye düşündüm.Pinokyo Çelenk Yaparken

Noel’i kutlayan ya da bu dönemde tatil yapan herkese en iyi dileklerimi gönderiyorum. Umarım güzel bir tatil geçiriyorsunuzdur. Sürpriz masalları okumak istiyorsanız önümüzdeki günlerde Masal Penceresi’ne bakmayı unutmayın.

Yakında Görüşmek Üzere,

Eylem Rosseland <3

Fındıkkıran ve Sallanan At

 

Not: Tatlı Muppet Show kuklaları ve melek sesli Andrea Bocelli’nin birlikte hazırladıkları gösteri gerçekten harika. Sizlerle paylaşmadan edemedim. Umarım seversiniz.