Yeni Yıl


Merhaba,

Yeni yılınızı kutlamak ve mutlu, huzurlu, sağlıklı ve neşeli bir yıl dilemek için uğradım. Umarım 2024 sevdiklerinizle birlikte dolu dolu yaşadığınız şahane bir yıl olur. Ben yeni yıla evden çok uzakta Michigan’ın bahçeleri geceleri noel ışıkları, gündüzleriyse kızılgerdanlarla süslenmiş güzel, küçük bir şehrinde girdim. Orada kaldığım süre içinde Fındıkkıran hakkında yazmayı istedim. Fazla zamanım olmadığı için yazıyı yetiştiremedim, ancak size tanıtmak üzere yeğenim Deniz’den Fındıkkıran’ın çok güzel resimlendirilmiş bir baskısını ödünç aldım. Bir dahaki yazımda bale gösterisiyle birlikte ona da yer vereceğim. O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgiler ❤️

Eylem


Nice Vedalar…



Merhaba

Bir önceki yazımda sizlere ölüm konusunu işleyen iki tane resimli kitaptan söz edeceğime değinmiştim. Bu kitapları kütüphaneden aldığımda en yakın arkadaşlarımdan biri olan Oya’nın canı gibi sevdiği ve on beş senedir gözü gibi baktığı köpeği Tilya’nın hayata veda etmek üzere olduğunu bilmiyordum. Dolayısıyla Oya’nın minik oğluna okumak için bu iki kitaptan birini satın almak üzere olduğunu da asla tahmin edemezdim. Sizden ayrı kaldığım bu bir ay boyunca ölüm ve yas her gün konuştuğumuz bir konu oldu. Sonbahar Norveç’te bu yıl gerçekten soğuk geçiyor ve senenin en karanlık günlerine doğru dörtnala koşarken bu konular biraz ağır gelse de yaşamın akışını reddetmenin bir faydası yok. Tabii ki acıdan beslenmek sağlıklı bir yaklaşım değil; ama bazen yaşadığımız en yoğun duygu yas olunca hayat da haliyle yasla akmaya devam ediyor. Şilili yazar Isabel Allende bir röportajında: ”Acı yüreğin toprağıdır”, der. Görünene göre bazen sanat eserleri de bu topraktan filizlenip yeşeriyor. Belki bazen onca kaosun içinde bizi en iyi anlayan ve dahası bir adım öteye gidip hiç tahmin etmediğimiz sembollerle deneyimlerimize ışık tutup onları bize olanca sadeliğiyle anlatanlar da bu eserler oluyor.

Ölüm gibi mümkün mertebe konuşmak ve düşünmek istemediğimiz bir konuyu yeri geliyor her şeyden korumak istediğimiz çocuklarımızla konuşmak zorunda kalıyoruz. Onların yaşama ve kayıplara dair sorularına içimize sinen yanıtlar vermek her zaman kolay olmayabiliyor. Böyle durumlarda bazı ebeveynler haklı olarak konuyu küçük çocuklarının rahat ve kendilerini güvende hissettikleri bir ortamda bir öykü yardımıyla ele almayı tercih ediyorlar. Bu sebeple blogumda kayıp konusunu işleyen ve hem kütüphane görevlileri hem de bazı uzmanlar tarafından önerildiğine tanık olduğum Ördek, Ölüm ve Lale‘ye yer vermek istedim. Seçtiğim diğer resimli kitap ise benim yıllar önce okuyup ilginçliği ve rengarenk resimleri sebebiyle bir türlü unutmadığım Ballade of the Death, yani Ölüm Baladı.


Ördek, Ölüm ve Lale

Ördek, Ölüm ve Lale her yaştan okura hitap edebilecek otuz sayfalık resimli bir kitap. Alman yazar Wolf Erlbruch (1948-2022) tarafından 2007 yılında yazılmış ve resimlendirilmiş. Bu sıradışı öykü bize kahramanlarımız Ördek ve Ölüm’ün tanışmalarını, arkadaş olmalarını, hayatın bir bölümünü paylaşmalarını ve sonunda Ördek’in Ölüm tarafından son yolculuğuna uğurlanmasını olabildiğince yalın şekilde anlatıyor. İlk başta illüstrasyonların büyüklüğüne ve metnin kısalığına bakarak kolay okunabilecek basit bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu zannedebiliriz. Ancak yazar bize kısacık bir eserde her yaşamın ve ölümün biricikliğinin ve sıradanlığının yarattığı ikilemi, hayatının son günlerini yaşayan bir canlının ölüm fikrini kabul edip onunla yaşamayı öğrenmesini ve bir sevdiğimiz vefat ettiğinde yaşadığımız acıyı duygu sömürüsüne hiç yer vermeden anlatmayı başarmış.

Hikayenin sadeliği karşısında resimlerin baskın ve melankolik karakteri insanı belli belirsiz bir rahatsızlığa ve hüzne sürüklüyor. Ben kitabı ilk okuduğumda ne düşüneceğime veya ne hissedeceğime karar veremedim. Onu sevmiş miydim? Sanırım hayır. Öte yandan, sevmediği söylemem de mümkün değildi, çünkü en azından baş kahramanlardan Ördek’i sevmiş ve onun yaşamasını istemiştim. Yazara onu Ölüm’le bir araya getirdiği için tepki göstermiş olabilir miydim? Belki… Resimlerin bu kadar büyük ve soğuk yapıda olması, Ölüm’ün uzun kare desenli kışlık giysilerinin Ördek’in ömrünün kışına geldiğini anımsatması, Ölüm’ün gülümseyen yüzü ve dahası Ördek’e şefkat göstermesi, onun için üzülmesi bende gerçekten karmaşık duygular yarattı.

Ördek’çik son yolculuğuna çıktığında Ölüm de benim gibi üzüldü. Çünkü birini yitirdiğimizde sadece kendi kaybımız için yas tutmayız. Ölüm acısında yaşamını kaybeden için hissettiğimiz ama artık onunla paylaşamadığımız olabildiğince içten bir şefkat ve saf bir sevgi de vardır. Sevdiğimiz kişinin daha nice güzel hayat deneyiminin yanında, artık bizim sevgimizi paylaşamayacak olduğunu bilmek belki duygularımızın içimizde daha da büyüyüp derinlerde bir yerde akmasına neden olur. Ölüm’ün, arkadaşı Ördek’in tüylerini düzeltip onu bir lale ile uğurladıktan sonra hissettiği üzüntü onun da bu sevgiyi, ayrılık acısını ve şefkati hissettiğini, ama hayatın böyle olduğunu kabul etmek zorunda kaldığını anlatıyor bize.


Şimdi ben nasıl olur da bu kitabın güzel bir kitap olmadığını iddia edebilirim? Nasıl ölüm ve yas konusunu iyi işleyememiş olduğunu veya onu kimseye tavsiye etmediğimi söyleyebilirim? Elbette söyleyemem çünkü Ördek, Ölüm ve Lale ustalıkla yazılmış, ölüm sürecinden inançlara kadar birçok konuya değinmiş, ölüme hem ölecek kişinin hem de geride kalanın gözünden bakabilmiş ve bütün bunları olabildiğince az sözle yapıp okura düşünmesi ve yorumlaması için alan bırakmış değerli bir kitap. Sadece küçük yaştaki bir çocuk için seçildiğinde, onda uyandırabileceği duyguları hesaba katarak kitabı daha önceden okuyup değerlendirmek, birlikte okuma etkinliği için uygun koşulları önceden sağlamak ve böylece çocuktan gelecek sorulara hazırlıklı olmak yerinde olur diye düşünüyorum.

Ölüm Baladı

Ölüm Baladı, adından ve kapağından da anlaşılacağı ölüm temalı ve şiirsel bir dille yazılmış bir kitap. Deichman kütüphanesi bu kitabı okul öncesi ve okul çağı çocukları için önermiş. Öykü, Hollandalı yazar Koos Meinderts ve müzisyen Harrie Jekkers tarafından yazılmış. Resimler Güney Afrikalı ressam ve illüstratör Piet Grobler’e ait. Hikayeye göre büyük ve kudretli Aslan Kral ölümün kendisinin düşmanı olduğuna karar verir. Düşmanından kurtulmak istemektedir. Bu sebeple Ölüm’ü yakalatıp esir olarak tutmayı uygun görür. Böylece kendisi de dahil krallığındaki kimse ölmeyecektir. Planını harekete geçirir ve Ölüm’ü tutsak alır. O günden sonra o kadar uzun yaşar ki ölümsüzlüğün olumsuz yanlarına bir bir şahit olur. Yeni bebekler doğmaya devam ettiği için dünya da gittikçe kalabalıklaşmıştır. Hikayenin sonunda Ölüm’ü ve onun yaşamın döngüsü içindeki görevini anlar. Varsaymış olduğu gibi bir düşmanla karşı karşıya olmadığını anladığında onun tutsaklığına son verecek cesareti gösterir. Sonunda yüz yüze geldiklerinde kral onun sandığı kadar korkunç olmadığını farkeder.

Ölüm Baladı anladığım kadarıyla kaybın beraberinde getirdiği duygulara hitap eden bir yas öyküsü değil. Her iki okuyuşumda da ölümü korku penceresinden değil yaşam pencersinden gösteren bir kitap olduğunu düşündüm. Bence bu ölümün neden varolması gerektiğine, canlıların yaşamındaki yerine ve önemine değinen, bu kasvetli konuyu rengarek ve biraz da tuhaf resimlerle canlandırarak olabildiğince eğlenceli hale getirmiş, okunması kolay bir öykü. Belki büyük bir kayıp dönemi için ilk tercih olmayabilir. Bununla birlikte “ölüm nedir” veya “neden ölmek zorundayız” gibi sorular duymuya başladığımızda okumak için uygun olabilir. Bu sebeple çok sevdiği birini kaybettiği için yas tutan veya ölümcül bir rahatsızlıkla mücadele eden bir insan kitaba nasıl tepki verir, onda kendi hissettiği duyguların bir yansımasını bulur mu bilemiyorum.


Bir uzun blog yazısının daha sonuna geldik. Ölüm ve edebiyatı bir yazıda buluşturup Anton Cehov’un Acı adlı öyküsünü, Isabelle Allende’nin Paula‘sını, E.B. White’ın Örümcek Ağı‘nı es geçtiğim için biraz suçluluk hissetsem de onları başka bir zamana birakmak konusunda mantığım ağır basıyor. Konuyu uzatmak yerine yazının sonuna bana belki yirmi sene önce ilk kez abimin sevdirdiği bir albümden seçtiğim güzel ve özgün enstrümental bir parça ekleyeceğim. Umarım siz de seversiniz ve dinlerken mutlu olursunuz.

Yakında tekrar görüşmek üzere,

Sevgiler ❤️

Eylem R.

Mini Minicik Pezzettino

Pezzettino1 Pezzettino’yu tanıyor musunuz? Ben onunla geçen yıl bir kütüphanenin çocuk kitapları bölümünde tanıştım. Kocaman bir kasanın içinde, yazarlarının adı ”L” harfi ile başlayan diğer kitap arkadaşlarının arasından bana göz kırpıyordu. Adları hemen hemen sadece Norveççe olan onca kitabın içinde Pezzettino, İtalyanca ismiyle çok dikkat çekiyordu doğrusu. Sonra kitabın kapağındaki soyut resme şöyle bir baktım ve tam o anda, hayatımın geri kalan kısmına Pezzettino’nun hikayesini bilmeden devam edemeyeceğimi anladım.

Kitabı kütüphanedeki koltuklardan birine oturarak bir çırpıda okudum. Eve geldikten sonra uzun bir süre hep onu düşündüm. Leo Lionni (1910-1999) tarafından  1975 ylında kaleme alınan Pezzettino, kırk iki yaşında bir kitap için bugün bile son derece yenilikçi ve özgün sayılır.Pezzettino in my heart

Öncelikle sizlere biraz Pezzettino’nun başına gelenlerden söz etmek istiyorum. Pezzettino, hayata dair sorduğumuz önemli sorulardan birinin peşine takılarak serüvene atılan turuncu bir dörtgen. Benim tıpkı bir lego parçasına benzettiğim bu küçük varlık basit bir yapıda. Kendisine benzeyen minik parçalardan oluşan kocaman varlıklara bakınca onlardan birine ait olması gerektiğini düşünüyor ve kimin kayıp parçası olduğunu öğrenmeye karar veriyor. Yoluna çıkan canlılar, Pezzettino’dan çok daha büyük ve karmaşık yapıdalar. Her biri gelişimlerini tamamlamış eksiksiz birer bütün gibi görünüyor. Hepsi kendilerinden eminler ve hayattaki yerlerini bulmuş gibiler. Onların bu kendine güvenli dünyasında Pezzettino kime ait olduğunu bulmak için bir yolculuğa çıkıyor. Karşılaştığı bütün canlılar tıpkı onun gibi kübik parçlardan oluştukları ve bir bütün olarak çok anlamlı göründükleri için Pezzettino’nun merakını anlamak güç degil. Hatta kahramanımız, yoluna çıkan varlıkların bazılarının bedenlerinde tıpkı kendisine benzeyen turuncu parçalar görüyor; ama bu turuncu parçacıkların hiçbirisi kendisi gibi tek başına değil. Pezzettinocuk karşılaştığı herkeste kendisine bir yer ararken, atıldığı macera onu hiç tahmin etmediği başka bir keşfe götürüyor. Bir bilgenin yönlendirmesiyle gittiği ‘Wham’ adasında küçük bir kaza geçirip parçalanınca, turuncu küpçüğümüz kendisinin de tanıdığı ”büyükler” gibi daha küçük parçaların biraraya gelmesiyle oluşan eksiksiz bir varlık olduğunu anlıyor. Daha sonra geldiği yere dönüp diğerlerinin arasına karışıyor ve onlarla arkadaşlık ediyor.Pezzettino in my heartPezzettino için, resimlerin ve metnin birbirini tamamladığı resimli kitaplara bir örnek diyebiliriz. Sadece kitabın soyut resimlerine bakarak ya da tek başına yazılı hikayeyi okuyarak, Lionni’nin yarattığı Pezzetino‘yu tam olarak kavramak mümkün değil. Çizeri ve yazarı aynı olan resimli kitaplarda daha çok rastladığımız bir durum bu belki. Çocuklar için hazırlanan okuma etkinliklerde,  sadece resimleri ya da metni kullanarak yaratıcı çalışmalar yapmak ve şahane yeni öyküler yaratmak mümkün. O yüzden hem kreşte, hem okulda hem de evde yapılacak okuma etkinlikleri için çok uygun. Okurken de okuma öncesi ve sonrası etkinliklerinde de yaratıcılığınızı kullanmanıza zemin hazırlayan bir kitap Pezzettino.PezzettinoBu kitap, kısa ve sade bir hikayeye sahip olmasına rağmen varlığımıza dair önemli sorulara değinen ve zihnimizi uzun bir süre meşgul eden bir kitap. Böylesine basit bir hikayenin bu kadar çok sevilmesinin bence birçok sebebi var. Genellikle küçük çocuklara hitap eden hikayelerin vazgeçilmez karakterleri olan anne, baba, kardeşler ya da akranlar bu hikayede yok. Pezzettino kocaman dünyada, az ya da çok kendisine benzeyen göz alıcı renkteki birçok varlığın arasında tek başına. Belki de Pezzettino’nun bir insan değil de basit bir şekil olması çocukların onunla aralarında bir bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Dış görünüşüne aldırmadan Pezzettino’nun duygularını ve yolculuğunu kendi duygularıyla ve deneyimleriyle karşılaştırmaları içim ortam yaratıyor. Aslında şöyle bir düşündüğümüzde ailelerinden ilk kez ayrılıp kreşe veya okula başlayan çocuklar da bir bakıma Pezzettino gibi tek başlarına bir yolculuğa çıkıyorlar. Çok iyi tanımadıkları yetişkinlerin ve diğer küçüklü büyüklü onca çocuğun arasında hem kendilerine yer arıyorlar hem de onlara bakarak kendi varlıklarını anlamlandırıyorlar. Pezzettino İtalyanca’da parçacık anlamına geliyor. Bu kelimenin diğer dillere çevrilmemesi ve kahramanın adı olduğı için İtalyanca aslındaki gibi kullanılması, kendi değerini anlayıp kendisini olduğu gibi kabul eden turuncu küpçüğe bizim de saygı duymamıza sebep oluyor. Pezzettino in my heart Biraz daha geniş çaplı baktiğimiz zaman Pezzettino’da doğaya ve doğadaki diğer varlıklara bakıp, onlar arasındaki varlığını değerlendiren insanı görmek de mümkün. Kendileri ile barışık ve doğa ile ilişkilerini saygılı bir biçimde sürdüren diğer canlılarla dolu kocaman bir dünyada kendi rolünü anlamaya çalışan küçücük Pezzettino’nun sevilmesine şaşırmıyor insan. Bizler de kendimize zaman zaman ‘Ben kimim?’ sorusunu sormuyor muyuz?  Bizden çok daha donanımlı ve tecrübeli olduğunu düşündüğümüz insanların arasına katıldığımızda ya da kendimizi ait hissetmediğimiz ortamlarda uzun süre kaldığımızda tıpkı Pezzettino gibi yerimizi ve rolümüzü sorgulamıyor muyuz? İnsanoğlunu dünyanın sahibi zannederken, doğa ile başbaşa kaldığımız anda hayatı bütün içtenlikleriyle yaşayan diğer canlılara bakıp kendimizi değerlendirme ihtiyacı duymuyor muyuz?  Belki de bu kitabın çocuk kitapları arasında kendisine böyle önemli bir yer edinmesinin sebeplerinden biri de, Pezzettino‘yu yayımlayan ve çocuklara ulaştıran yetişkinlerin onda kendilerinden bir şeyler bulmaları. Yetişkinlerin süzgüsünden geçmeden çocuklara ulaşan çocuk kitabı olmadığını düşünürsek, Pezzettino’nun büyükler tarafından da çok sevildiğini kabul edebiliriz.Pezzettino in my heartLeo Lionni’nin bu sıradışı kitabı ile ilgili söylenecek daha çok söz var. Ne yazık ki hepsini buraya sığdırmamız imkansız. Sisli ve soğuk bir kış gününde rengarenk bir kitaptan söz etmek benim için çok keyifliydi. Umarım sizler de okumaktan keyif almışsınızdır.

Sevgiler…

Eylem Rosseland

Oslo 2017 -Kış

 

 

 

 

Kafka ve Kayıp Bebek

Kafka Ve Kaybolan Bebek

 

 

Oyuncak Bebek

 

Dünyaca ünlü yazar Franz Kafka 1923 yılında, ölümünden birkaç ay önce, Almanya’nın Berlin şehrinde gezerken ağlayan bir kız çocuğuyla karşılaşır. Çocuk oyuncak bebeğini kaybettiği için çok mutsuzdur. Yazar, onu avutmaya karar verir. Küçük kıza, bebekle yolda karşılaştığını ve onun aslında kaybolmayıp bir geziye çıkmış olduğunu anlatır. Oyuncak bebek kendi yoluna giderken, kıza mektup yazacağına dair Kafka’ya söz vermiştir. Büyük yazar, başlattığı hikayeyi yarıda bırakmayarak, ona farklı mekanlardan oyuncak bebek adına mektuplar ve kartlar göndermeye başlar. Bebek, bu mektuplarda seyahati sırasında yaşadığı maceraları anlatmaktadır. Hikayeye göre küçük kız en son mektup yerine bir paket alır. Paketten, kaybolana hic benzemeyen yepyeni bir oyuncak bebek çıkar. Bebeğin yanına iliştirilmiş küçük bir notta, ¨Yaptığım uzun yolculuk beni çok değiştirdi.¨ yazmaktadır.

 

Oyuncak Bebek

 

Kafka’nın insanlara ve hayata bakış açısı örnek alınacak ve dilden dile anlatılacak bir hikaye yaratmış. Yazarın kendisini ilgilendirmesi beklenmeyen bir sorunu böyle bir içtenlikle sahiplenmiş ve o soruna bu kadar insancıl ve yaratıcı bir çözümle yaklaşmış olması gerçekten çok etkileyici. Kafka’nın çocuğa yazdığı mektupların ve gezgin bebeğin şu anda nerede oldukları bilinmese de, bu güzel hikaye nice yaratıcı kalplere dokunmuş ve birçok hikayeci tarafıdan yeniden yorumlanmış.

 

Oyuncak Bebek

 

Kayıp Bebek/Herr Kafka og dukken som forsvant

Kafka Ve Kaybolan Bebek-onkapak Kafka Ve Kayıp Bebek, yani orjinal dilindeki adıyla The Lost Doll, Kafka’nın mektuplarından esinlenilerek yaratılmış resimli bir kitap. Jean Richardson’un yazdığı ve Mike Dodd’un resimlediği kitabın bendeki örneği Norveççe. Kitabı ne zaman ve nereden aldığımı bir türlü hatırlayamasam da, okur okumaz çok sevmiş ve size ondan bahsetmeye karar vermiştim.

İlk kez 1993 yılında basılan Kafka ve Kayıp Bebek, rengarenk resimlerle süslemiş otuz iki sayfadan oluşuyor. Richardson’un kalemiyle yeniden hayat bulan hikayede, kahramanımız minik Harriet, bebeği Lottie’yi kaybettiği o üzücü günden bir hafta sonra ondan bir mektup alıyor. Takip eden dönemde Harriet, bebeğinden dünyanın değişik köşelerinden gönderilmiş mektuplar ve kartlar almaya devam ediyor. Bu sayede küçük kız oyuncak bebeğinin seyahati sırasında yaşadığı maceralara uzaktan da olsa tanıklık etmiş oluyor. Kitabın sonunda Lottie eve dönmese de, yolunu gözleyen Harriet’e yeni bir oyun arkadaşı bulmayı ihmal etmiyor.

Richardson, kitabı kendi yorumuyla bitirirken okurlarını hayal kırıklığına uğratmamış. Yazarın ilham kaynağı kitabın giriş bölümünde açıkça belirtilse de, hikaye küçük okurları kendisine bağlayacak kadar sıcak ve inandırıcı bir biçimde başlamış ve sonlanmış. Kafka’dan mektup alan küçük kızın hissettikleri ve yaşadığı bu olağanüstü deneyim, kitap sayesinde adeta bütün çocuklara armağan edilmiş.

Kafka Ve Kaybolan Bebek-kapakBu kısacık öykü, içinde hayatımızın farklı safhalarında farklı anlamlar bulabileceğimiz, zamanla derinleşen türden bir öykü. Kayıp Bebek‘te, aslında üç ayrı karakterin paralel hikayelerinin anlatıldığını düşünürsek, bu kitapta, yaşamımızın her safhasında kendimizle özdeşleştireceğimiz bir kahraman bulabileceğimizi görürüz. Okul öncesi dönemdeki bir çocuk muhtemelen kendisini en çok Harriet’e yakın hisseder ve tıpkı Harriet gibi, bir yetişkinin tasarladığı büyülü bir deneyimin kahramanı olmak ister. Öyle ya, ilk kayıplarıyla baş etmeyi Kafka gibi dehanın yardımıyla öğrenmeyi kim istemez? Kitabı, hayatı ve dünyayı tanımak için duyduğumuz isteğin dizginlenemez hale geldiği bir dönemde okuduğumuzda, kendimizi en çok yerine koymak isteyeceğimiz karakter gezgin bebek Lottie olur sanırım. Hep büyüyen sorumlulukları bir yana bırakıp, tasasızca dünyaya açılmayı ve Lottie’nin yaptığı gibi yeni deneyimlerle dolu bir geziye çıkmayı düşlememiş bir genç yoktur herhalde. Büyük olasılıkla hepimiz böyle isteklerin ağır bastığı zamanlarda, hiç bilmediğimiz bir maceraya atılıp, gördüklerimizi, bizi bekleyen sevdiklerimizle paylaşmayı düşleriz. Hikayenin asıl kahramanına gelince, belki diğer tüm yetişkin okurlar gibi ben de kendimi onunla özdeşleştirmek istedim ve dahası kendimi ona hayran olmaktan alıkoyamadım. Hatta içten içe kendime, ¨Acaba ben de büyüyünce Kafka gibi olabilecek miyim?¨ diye sormadan edemedim.

 

Gondoldaki Bebek

 

Kayıp Bebek, aslında Kafka’nın mektuplarından esinlenilerek yazılmış kitaplardan yalnızca biri. Sizlere bu mektupların öyküyüsünü anlatan iki kitaptan daha söz etmek istiyorum.

Kafka ve Gezgin Bebek

Kafka ve Gezgin Bebekİspanyol edebiyatının tanınmış yazarlarından Jordi Sierra i Fabra tarafından yazılan ve ilk kez 2006 yılında basılan Kafka ve Gezgin Bebek 2007’de İspanya’da ödül almış bir kitap. Sierra’nın yüz yirmi üç sayfalık hikayesinde Kafka karşımıza bir bebek postacısı olarak çıkıyor. Kitaba göre Kafka, ilk karşılaşmalarının ardından her gün parka gelip oyuncak bebek adına yazılmış bir mektubu küçük kıza ulaştırmaya başlıyor. Pep Montserrat’ın resimlediği kitap, dilimize Serdar Çelik tarafından kazandırılmış. Kitabın Türkçe’ye çevrilmiş olması ve minik okurların bu hikayeyi kendi dillerinde okuma fırsatına sahip olmaları çok sevindirici.

 

Oyuncak Bebek

 

Sizlere kısaca söz etmek istediğim üçüncü eser de yine Kafka ve oyuncak bebeğe dair. Bu konu hakkında bu kadar çok şey yazdıktan sonra, yetişkin okurlar için yazılmış ve Türkçe’mize çevrilmiş bir kitabı gözardı etmek istemedim.

Kafka’nın Bebeği

Kafka'nın BebeğiGerd Schneider tarafından kaleme alınmış Kafkas Puppe, Türkçe’ye Regaip Minareci tarafından Kafka’nın Bebeği adıyla çevrilmiş ve Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanmış bir roman. Schneider, yüz doksan iki sayfadan oluşan kitabında Kafka’nın küçük kıza yazdığı mektupların öyküsünü anlatırken, yazarın yaşamı ve hayatının son dönemleri hakkında ipuçları da veriyor. Kafka’yı seven, onun yaşamının son dönemlerini merak eden ve gezgin bebeğin hikayesini bir de Schneider’in kaleminden okumak isteyen herkesin bu kitabı seveceğini tahmin ediyorum.

 

Oyuncak Bebek

 

Nihayet bu uzun yazının sonuna geldik. Bu aralar hepsi birbirinden ilginç ve güzel kitaplar okuyorum. Bunların bazıları araştırma, bazıları da resimli çocuk kitapları. Şimdilik aralarında herhangi bir seçim yapamadığımdan, bir sonraki yazıma konuk olacak kitaplar hepimiz için sürpriz olacak gibi görünüyor.

Yakında yeniden görüşmek üzere,

Sevgiler

 

 

heart

 

 

Güzeller Güzeli Venezia (2. Bölüm)

Acqua Alta Book Shop- Venedik'te Bir Kitapci-Acqua Alta

 

Libreria Acqua Alta

Dünyanin En Güzel Kitapçısı Venedik - Libraria Acqua Alta, Venezia -Venedik doğudan batıya esen tatlı bir rüzgar gibi. Bir akşam üstü San Zaccaria Meydanı’ndan Arsenale’ye doğru yürürken geriye dönüp şöyle bir baktığınızda öyle güzel bir manzarayla karşılaşıyorsunuz ki, denizden esen hafif rüzgarda uzak çöllerde savrulan altın kumları, gökyüzünde asılı duran dev kubbelerin siluetlerini görüyor, hiç yazılmadan yüzyıllarca söylenmis şiirleri, gizli bahçelerde söylenen aşk şarkılarını duyuyorsunuz. Venedik’e gelen her yenilik adeta kendisini damıtarak bu nevi şahsına münhasır şehrin ruhuna azar azar akmış ve onunla birlikte yeni ve özgün bir form almış gibi. Öyle ya, dünyanın başka neresinde gezerken yanınızdan altın varak ve ipek brokarlarla süslenmiş siyah cilalı gondollar geçer? Her köşesinde bir farklılık bulmanın mümkün olduğu bu antik şehirde benim için görülmeye değer önemli mekanlardan bir tanesi dünyanın en güzel kitapçısı olarak anılan Libreria Acqua Alta‘ydı. Ben bu kitapçıyı ziyaret etmeyi çok istediğim için bir öğleden sonrayı sadece buraya ayırdık.

http://www.insigniamasks.com.au/venetian-cats-as-traditional-venetian-characters

Libreria Acqua Alta adını Venedik’e özgü gelgitlerden alıyor. Bu özel kitapçının bir yüzü sıradan bir Venedik sokağına, diğeri turkuaz bir kanala bakıyor. İçeride binlerce kitap, poster, kart, kırtasiye malzemesi ve dergi var. Bunların hepsine zaman ayırmak imkansız olsa da, ilginizi çekecek birçok materyal bulmak mümkün. Kitaplar hem raflara hem de dekorasyon amacıyla kullanılan gondol, küvet, sepet, kasa gibi birçok değişik malzemenin içine doldurulmuş. Biz ilk anda nereye bakacağımızı şaşırdığımız için önce etrafı şöyleLibreria Acqua Alta - Kitapçının Bahçesi - bir gezmeye karar verdik. İkinci turumuzda kitaplara daha yakından bakabilmeye başladık. Burada Venedik’le ilgili başka hiçbir kitapçıda bulamayacağınız çok zengin bir kitap koleksiyonu var. Libreria Acqua Alta, özellikle Venedik sanatına, tarihine, mimarisine ve edebiyatına dair kaynak arayanlar için adeta bir cennet sayılır. Bu kıymetli kitapların bir kısmı eski olsa da, dünyanın en güzel kitapçısında kayda değer sayıda yeni kitap da satılıyor. Libreria Acqua Alta’nın en büyük özelliklerinden biri arka kapısının bir kanala açılıyor olması. Bu kapının karşısına koydukları oturma grubunda oturduğum ve kucağıma doldurduğum kitaplarla başbaşa kaldığım an tarif edilmezdi. İçerideki loş ortam ve ağır nemli hava burada yerini aydınlığa ve açık kapıdan içeriye dolan temiz havaya bırakıyor. Kanaldan taşıp gelen su yerleri şöyle bir ıslatıp geçerken siz de fotoğraf çeken turistlerden ve diğer meraklı gözlerden uzak, yüzünüzü kemerli kapıdan gelen ışığa dönerek bu özel mekanın tadını çıkarabiliyorsunuz. Ben buradan hatıra olarak aldığım kartların, kitap ayraçlarının ve not deftlerlerinin hepsini çok severek kullanıyorum. Venedik’te her yerde cam eşyalarla karşılaşıyorsunuz; ama aslında bu şehirdeki kağıt ürünleri de çok güzel. Özellikle hediye almanız gerekiyorsa el yapımı kağıtlardan yapılmış ya da Venedik motifleriyle süslenmiş ürünler sizin için çok cazip olabilir. Libreria Acqua Alta’yı Calle Lunga Santa Maria Formosa, 5176/B, 30122 Venezia adresinde ziyaret edebilirsiniz.

 

Venedik'ten kitap ayraclari, defterler ve kartlar

 

Çocuklar için Venedik kitapları

Yazımın ilk bölümünde (buraya tıklayarak okuyabilirsiniz) gezilere hazırlıklı gitmenin öneminden söz etmiştim. Eğer seyahate bir çocukla çıkıyorsanız bu durum bence daha da önemli hale geliyor. Bizler yetişkin olarak bir yeni bir yeri ziyaret edeceksek, göreceklerimiz hakkında en azından bir fikir sahibi oluyoruz. Çocuklar genellikle yetişkinlerin tercihlerine göre hareket ettikleri için, onlar açısından seyahat öncesi yapılacak güzel bir araştırmanın ya da kendilerine uygun bir seyahat kitabına sahip olmanın önemi artıyor. O sebeple yazımın bu bölümünde çocuklar için hazırlanmış ve Venedik’i anlatan birkaç kitaba yer vereceğim.

 

Venedik kitaplarim ve kahvem

 

Vendela Venedik’te / Vendela in Venice

Vendela in Venice Front Söz etmek istediğim ilk kitabın adı Vendela in Venice. Ben bu kitaba ilk kez geçen yıl, internette Venedik’i anlatan bir çocuk kitabı ararken rastladım. İsveçli yazar Christina Björk tarafından yazılan ve yine İsveçli Inga-Karin Eriksson tarafından resimlenen kitabı İsveççe orjinalinden İngilizce’ye Patricia Crampton çevirmiş. Nereden alacağıma dair araştırma yaparken aklıma kitabı Oslo’daki Deichmanske kütüphanesinde bulabileceğim geldi. Şansıma kütüphanede kitabın İsveççe bir baskısını buldum ve hemen ödünç aldım. Resimleri ve anlatımı o kadar güzeldi ki, Vendela in Venice‘yi mutlaka kendi koleksiyonuma eklemem gerektiğine karar verdim. İmdadıma internet üzerinden satış yapan Amerikalı bir kitapçı yetişti ve böylece Boston Kütüphanesi’nden emekliye ayrılmış olmasına rağmen fazla yıpranmamış bir Vendela in Venice uzun bir uçak yolculuğundan elime ulaştı.

Vendela kuzeyin Venedik’i diye adlandırılan Stocholm şehrinde yaşayan küçük bir kız. Babasıyla birlikte ilk kez Venedik’i ziyaret edecek olan bu küçük kız, hikayesine kendisini ve yaşadığı şehri anlatarak başlıyor. Kitabın ilk sayfalarını okurken Stockholm ile Venedik arasındaki önemli benzerlikleri ve Vendela’nın babasından Venedik tarihine dair dinlediği önemli ayrıntıları öğreniyoruz. İlerleyen sayfalardaysa, Vendela’nın yolculuk sırasında yaşadıklarına, otel odasında gördüklerine, Venedik’in sembolu kabul edilen Aziz Marco’nun Kanatlı Aslanı hakkında öğrendiklerine, Murano adasını yaptığı ziyarete tanık oluyoruz. Ben Dükler Sarayı’na, San Marco Meydanı’na, Aziz Marco’nun Çan Kulesi’ne ve bronz at heykellerine küçük bir turistin gözleriyle bakarken tahmin ettiğimden çok daha fazlasını öğrendiğimi farkettim. Kitap gerçekten harika resimlerle ve Vendela in Venice-We Come from the Seafotoğraflarlarla süslenmiş. Hepimizin bildiği gibi yetişkinler için yazılmış seyahat kitaplarında birçok öneri bulunur. Benzer öneriler Vendela in Venice’de de var; ama bunlar okura birer deneyim şeklinde aktarıldığı için çok daha anlamlı ve merak uyandırıcı olmuş. Hikaye İsveçli bir çocuğun ağzından anlatıldığı için, okurken yalnızca Venedik değil İsveç kültürü hakkında da yeni şeyler öğreniyorsunuz. Çocuklarınızla ya da öğrencilerinizle severek okuyacağınız, tatlı bir dille yazılmış ve açıklayıcı görsellerle tamamlanmış bu kitabı ben çok sevdim.

 

http://www.insigniamasks.com.au/venetian-cats-as-traditional-venetian-characters

Venezia

Berømte Byer Gjennom Tidene VENEZIA Sizlere söz etmek istediğim ikinci kitap, ünlü şehirler için hazırlanan bir serinin içinde yer alıyor. Özgün adı “Great cities through the ages – Venice” olan bu kitabın Norveççe bir baskısı bana geçen yıl hediye edilmişti. Renzo Rossi tarafından yazılan ve birçok farklı sanatçının illustrasyonlarıyla renklendirilmiş bu güzel resimli kitap ilk kez 2003 yılında basılmış. Kırk dört sayfadan oluşan kitabın içinde, giriş kısmı dışında yirmi ayrı bölüm var. Şehrin kuruluşu, orta çağ dönemindeki konumu, Dükler Sarayı, Rialto Köprüsü, Venedik’te rönesans dönemi, Venedik Cumhuriyeti’nin doğuşu ve batışı, şehrin sokakları ve meydanları, mimarisi, karnavalı, günümüzdeki durumu ve benzeri diğer birkaç önemli konu, ayrı ayrı başlıklar altında işlenmiş ve detaylı görsellerle desteklenmiş. Resimlerin biraz dağınık olması ve anlatım dilinin yer yerVenezia by Renzo Rossi ağıra kaçması bana dokuz yaşından küçük çocukların bu kitabı bir yetişkinle birlikte okumalarının daha verimli olacağını düşündürdü. Çocuk kitabı diye sınıflandırsak da, bu bence yetişkinlerin de kaynak olarak kullanabilecekleri Venedik’e dair önemli bilgiler ve ayrıntlarla dolu bir kitap. Türkçesi ne yazık ki henüz basılmadı; ama İngilizce orjinalini internet kitapçılarında bulmak mümkün.

 

http://www.insigniamasks.com.au/venetian-cats-as-traditional-venetian-characters

 

Aslında Venedik ile ilgili olduğu için aldığım iki kitap daha var. Bir tanesi Venedikli besteci ve keman virtüözü Vivaldi‘ nin hayatını hikaye şeklinde anlatan resimli bir çocuk kitabı. Minken Fosheim tarafından yazılan Eventyret om Vivaldi adlı kitabın ilüstrasyonları ise Venedikli Gino Scarpa’ya ait. Fosheim aslında sadece Vivaldi değil aralarında Mozart, Bach, Beethoven’in de bulunduğu beş ünlü müzisyenin yaşam öykülerini çocuklar için kitaplaştırmış. Ben bu serideki kitapların sadece dört tanesini bulup alabildim. Venedik’le ilgili olduğı için aldığım diğer kitapsa Donna Jo Napoli tarafından yazılmış, Daughter of Venice, yani Venedik’in Kızı. 16. yüzyılda yaşamış Venedikli bir genç kızın hayatını anlatan bu kitabı ne yazık ki henüz okuma fırsatım olmadı.

 

Eventyret om Vivaldi

 

Venedikle ilgili söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Güneyden beni çağıran bu esrarengiz şehrin sesini artık bir süreliğine duymazdan gelmek zorundayım. En azından bir sonraki gezi planı daha net bir hal alana kadar… Bir sonraki yazımda sizlere Kafka Ve Kaybolan Bebek‘ten söz etmek istiyorum. Oyuncak bebeğini kaybettiği için ağlarken, ünlü yazar Kafka ile karşılaşan küçük kızın hikayesini duymayan kalmış mıdır bilemiyorum; ama ben bu harika hikayenin resimli bir çocuk kitabına esin kaynağı olduğunu yeni öğrendim. İşte bir dahaki yazımda size bu tatlı hikayeden bahsetmek istiyorum. O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgiler

http://www.insigniamasks.com.au/venetian-cats-as-traditional-venetian-characters

 

HandDrawn_10_2bough_up_graphicsfairy

 

Kadife Tavşan / The Velveteen Rabbit

 

The Velveteen Rabbit / Kadife Tavşan

the velteteen rabbit

Alıntı:

Bir gün Nana odayı toplamaya gelmeden önce, şömine paravanasının yanında uzanırlarken Tavşan sordu:

“GERÇEK olmak ne demek? İçinde vızıldayan şeylerin ya da bir kontrol kolunun olması mı? ”

“Gerçek olmak nasıl yapıldığınla ilgili değil, başına gelen bir şeydir” dedi Oyuncak At. “Bir çocuk çok ama çok uzun bir zaman seni sevdiğinde; ama sadece seninle oynamayı değil, GERÇEKTEN seni sevdiğinde, Gerçek olursun.”

“Canın acır mı? ” diye sordu Tavşan.

Oyuncak At her zaman doğru sözlü olduğundan, “Bazen” dedi. “Ama Gerçek olduğun zaman canın acımasını önemsemezsin.”

“Kurulmuş olduğundaki gibi birdenbire mi olur, yoksa yavaş yavaş mı?” diye sordu Tavşan.

“Birden bire olmaz,” dedi Oyuncak At. Gerçeğe dönüşmen uzun zaman alır. O yüzden kolay kırılan, köşeleri keskin veya özenle korunması gereken şeylerin başına pek gelmez. Genellikle Gerçek olana kadar tüylerinin çoğu okşanmaktan dökülmüş olur, gözlerin düşer, eklemlerin gevşer, iyice eski püskü olursun. Ama tüm bunların hiç önemi yoktur; çünkü bir kere Gerçek olduğunda, bunu anlamayan insanların dışında hiçkimseye çirkin görünemezsin.”

robinSize uzun zamandır Kadife Tavşan’dan bahsetmek istiyordum. Bu yazıya en güzel kitaptan bir alıntıyla, yazarının müşfik anlatımına bir örnek vererek başlanır diye düşündüm. İngiliz yazar Margery Williams (Margery Williams Bianco) tarafından yazılan The Velveteen Rabbit yanı Kadife Tavşan, ilk kez 1922 yılında yayımlanmış ve zamanla en çok sevilen çocuk klasiklerinden birı haline gelmiş. Bu güzelim kitabı küçük yaşta okumak eminim insanda çok daha derin izler bırakıyordur. Ben Kadife Tavşan’ı bir yetişkin olarak bile çok sevdim. Pinokyo gibi sonradan canlanan oyuncak kahramanlardan biri olan bu güzel tavşancık adeta insanın ruhuna dokunuyor. Kitabın bendeki ilk kopyası İngilizce, ama küçük bir araştırmayla Kadife Tavşan’ın Can Yayınları tarafından basılmış olduğunu gördüm. Ben bu çeviriyi, kitaptaki bazı önemli noktaları tam yansıtmadığını düşündüğüm için çok kendime yakın bulmadım. Örneğin Skin Horse, Sıska At diye adlandırılmamalıydı bence. Aslında muhtemelen gercek tüylü deriden yapılmış ve zamanla kelleşmis bir oyuncaktı Deri At. Deri At küçük çocuklar için uygunsuz bir seçim diye düşünülebilir elbette; öyleyse en azından Oyuncak At diye adlandırılabilirdi. Yine de çocuklar kitaba ya da çeviriye çok daha açık bir kalple ve yepyeni gözlerle bakacaları için, onların bu çeviriyi seveceklerini ve benimseyeceklerini düşünüyorum. Bazı eleştirmenlerin Kadife Tavşan’ı fazla duygusal bulduklarını okusam da, bence bu olumsuz bir durum değil. Hatta belki tam da bu yüzden, damağımızda buruk ama hoş bir tat bırakan bu küçük hikaye, film ve tiyatro eseri olarak da defalarca kez yorumlanmış. Çocuklar ve biz çocuk ruhlular, zaten oyuncaklarımızı, kitaplarımızı, gözde filmlerimizi, aldığımız ve verdiğimiz hediyeleri ve çoğu kişisel eşyamızı onlarla duygusal bağlantı kurduğumuz için ya da duygusal ilişki kurabildiğimiz oranda sevmiyor muyuz? İçimizde hiçbir duygu uyandırmayan sanat eserlerinden ömür boyu izler taşımamız ne kadar mümkün?

Kadife Tavşan, her okuyuşunuzda yaşama ve kendi hayatlarınıza dair birçok şey bulacağınız kısa ve tatlı bir masal. Sevilmek için bekleyen ve sevginin gücüyle değişen küçük bir oyuncağın hikayesinde her insan kendisinden bir parça bulabilir. Tavşanın sorduğu mecazi anlamlarla dolu soruları düşünürsek, bu kitabın neden küçükler kadar büyükler tarafından da sevildiğini daha iyi anlayabiliriz. Kadife Tavşan ve oynanmaktan yer yer tüyleri dökülerek kelleşmiş Oyuncak At, sevildikleri için gerçek olurlarken, bazıları da böyle güzel hikayeler yüzünden sevilip gerçeğe dönüşüyorlar. En azından bizim Charlie’nin hikayesi tam da bu duruma bir örnek.robin

Tavşan Charlie

Tavşan Charlie

Bir yaz günü Londra’yı terkedip, bavulumda benimle Norveç’e uçan Kadife Tavşan’ı okuyalı henüz çok olmamıştı. Okullar yeni açılmış, her yıl olduğu gibi, okul bandoları ve etkinlik kolları için para toplama amaçlı kermesler yapılmaya başlanmıştı. Bilenler bilir, Oslo’da merkez sayılacak bir yerde birbirinden güzel tarihi binalarıyla ünlü Uranienborg adında bir semt var. Sarayın hemen arkasında kalan bu semtte, kendisiyle aynı adı taşıyan tarihi bir okul bulunmakta. Biz de Sonbahar’ın güneşli ve güzel Cumartesilerinden birinde bu okulun yakınında bulunan Åpent Bakeri adlı kafeye gitmeye karar vermiştik. Tarihi bir apartmanın giriş katındaki bu minik kafe, çikolatalı kahvesi ve kuruyemiş ve meyvelerle dolu yulaflı ekmekleri sebebiyle bizim en sevdiğimiz mekanlardan biri.Åpent Bakeri Inkognito Terrasse Åpent Bakeri 1

Åpent Bakeri aslında birden fazla şubesi olan bir kurum. Bu kafeler unlu mamülleri ve kahve çeşitleriyle Oslo’nun gözde duraklarından. Biz Inkognito Terasse’deki şubesine sabah kahvesi için gittiğimizde, Uranienborg Okulu’ndaki kermese de uğramak istedik. Eski mobilyalardan, Murano camlarına kadar aklınıza gelebilecek hemen her şeyin satıldığı bu kermeste kitap salonunu ararken kendimizi oyuncakların içinde bulduk. Kalabalıkla beraber standların arasından akarken, yerde eski karton bir kutunun kenarından sarkan bir adet peluş tavşan kulağı gördüm. Kadife Tavşan’ı okumasaydım, uzun bacakları ve kolları birbirine dolanmış, tüyleri yoluk yoluk görünen bu peluş tavşana bir kez daha bakar mıydım bilmiyorum. Kitapta sevilmekten tüyleri dökülmüş Oyuncak At ‘Bir kere gerçek oldun mu artık bu sonsuza dek surer, geriye dönüşü yoktur.’ diyordu. Aynı durum okuduklarımız için de geçerli olmalıydı.Uranienborg Okulu Okuduğumuz kelimelerin, anladığımız cümlelerin ve metinlerin beynimizde kendilerine açtığı yer, kalbimizde dokundukları her nokta bu geriye dönüşü imkansızlaştırıyor sanırım. Bunları düşünürken, uzun kulaklı tavşanı, kutuda alınmak için umutsuzca bekleyen eski püskü bebeklerin ve diğer birkaç peluş hayvanın arasından çekip çıkardım. Biraz yorgun biraz da üzgün görünüyordu. Uzun kıvırcık tüylerinin arasında kaybolmuş minik ağzı, sevgi dolu bir evde yaşamayı özlediğini fısıldar gibiydi.

Önce kafede otururken biraz hava alsın diye cıkarıp kocaman pencerenin önüne koyduk onu. Güneşe çıkınca ne kadar kirlenmiş olduğunu daha da net görebiliyorduk. Eve gelir gelmez, bu yıpranmış tavşancığı yünlüler için yapılmış bir şampuanla yıkadım ve çiçek kokulu bir yumuşatıcıyla duruladım. Tavşancık radyatörün üzerinde kururken biz onun adını düşünüyorduk. Aslında onu okulda ilk gördüğümüz anda adının Charlie olduğunu anlamıştık, o yüzden değiştirmemeye karar verdik. Tamemen kuruduktan sonra tavçancığın tüyleri ışıl ışıl oldu. Sağında solunda tamir edilecek bir yeri var mı diye baktım; ama herhangi bir yırtık ya da sökük bulamadım. Biraz bakımla neredeyse yepyeni bir tavşan olmuştu Tavşan Charlie ve Bıyıklı KedicikCharlie. Mis gibi kokmaya başladıktan sonra evin baş köşesine oturdu. Kediciğimiz başlarda ondan biraz çekinse de, sonra ikisi de yan yana gelmekten keyif almaya başladılar. Biz evde yokken aralarında nasıl konuşmalar geçiyor, birbirlerine eski evlerini ve arkadaşlarını anlatıyorlar mı bilmiyorum. Tek bildiğim Charlie’nin yeniden kendisini çok sevecek ve asla bırakmak istemeyecek bir çocuğun olmak istediği. O yüzden onu çok isteyen bir çocuğa vermeye karar verdim. Bundan sonra sevgiye ihtiyacı olan minik bir oyuncak gördüğümde onu görmezlikten gelmeyip, sevgisiyle sararak gerçek bir arkadaşa dönüştürecek bir çocuğa ulaştırmaya çalışacağım. Kim bilir belki Tavşan Charlie’nin yeni evi sizinki olur? Eğer onu çok seveceğinizden ve onunla bol bol oynayacağınızdan eminseniz ya da bunları yapmaya can atan bir çocuk tanıyorsanız, bu sayfadan Tavşan Charlie’ye güzel bir mesaj yazmayı ve onu evinize davet etmeyi unutmayın!

Yazının sonuna, okumak isteyenler olabileceğini düşünerek, Kadife Tavşan’ın İngilizce aslını ekliyorum. Umarım siz de onu benim kadar seversiniz.

Karlı bir kış gününden hepinize kucak dolusu sevgiler gönderiyorum.

Yakında tekrar görüşmek üzere…

 

robin

 

THE
Velveteen Rabbit

OR
HOW TOYS BECOME REAL

by Margery Williams

THERE was once a velveteen rabbit, and in the beginning he was really splendid. He was fat and bunchy, as a rabbit should be; his coat was spotted brown and white, he had real thread whiskers, and his ears were lined with pink sateen. On Christmas morning, when he sat wedged in the top of the Boy’s stocking, with a sprig of holly between his paws, the effect was charming.

There were other things in the stocking, nuts and oranges and a toy engine, and chocolate almonds and a clockwork mouse, but the Rabbit was quite the best of all. For at least two hours the Boy loved him, and then Aunts and Uncles came to dinner, and there was a great rustling of tissue paper and unwrapping of parcels, and in the excitement of looking at all the new presents the Velveteen Rabbit was forgotten.

For a long time he lived in the toy cupboard or on the nursery floor, and no one thought very much about him. He was naturally shy, and being only made of velveteen, some of the more expensive toys quite snubbed him. The mechanical toys were very superior, and looked down upon every one else; they were full of modern ideas, and pretended they were real. The model boat, who had lived through two seasons and lost most of his paint, caught the tone from them and never missed an opportunity of referring to his rigging in technical terms. The Rabbit could not claim to be a model of anything, for he didn’t know that real rabbits existed; he thought they were all stuffed with sawdust like himself, and he understood that sawdust was quite out-of-date and should never be mentioned in modern circles. Even Timothy, the jointed wooden lion, who was made by the disabled soldiers, and should have had broader views, put on airs and pretended he was connected with Government. Between them all the poor little Rabbit was made to feel himself very insignificant and commonplace, and the only person who was kind to him at all was the Skin Horse.

The Skin Horse had lived longer in the nursery than any of the others. He was so old that his brown coat was bald in patches and showed the seams underneath, and most of the hairs in his tail had been pulled out to string bead necklaces. He was wise, for he had seen a long succession of mechanical toys arrive to boast and swagger, and by-and-by break their mainsprings and pass away, and he knew that they were only toys, and would never turn into anything else. For nursery magic is very strange and wonderful, and only those playthings that are old and wise and experienced like the Skin Horse understand all about it.

“What is REAL?” asked the Rabbit one day, when they were lying side by side near the nursery fender, before Nana came to tidy the room. “Does it mean having things that buzz inside you and a stick-out handle?”

“Real isn’t how you are made,” said the Skin Horse. “It’s a thing that happens to you. When a child loves you for a long, long time, not just to play with, but REALLY loves you, then you become Real.”

“Does it hurt?” asked the Rabbit.

“Sometimes,” said the Skin Horse, for he was always truthful. “When you are Real you don’t mind being hurt.”

“Does it happen all at once, like being wound up,” he asked, “or bit by bit?”

“It doesn’t happen all at once,” said the Skin Horse. “You become. It takes a long time. That’s why it doesn’t happen often to people who break easily, or have sharp edges, or who have to be carefully kept. Generally, by the time you are Real, most of your hair has been loved off, and your eyes drop out and you get loose in the joints and very shabby. But these things don’t matter at all, because once you are Real you can’t be ugly, except to people who don’t understand.”

“I suppose you are real?” said the Rabbit. And then he wished he had not said it, for he thought the Skin Horse might be sensitive. But the Skin Horse only smiled.

“The Boy’s Uncle made me Real,” he said. “That was a great many years ago; but once you are Real you can’t become unreal again. It lasts for always.”

The Rabbit sighed. He thought it would be a long time before this magic called Real happened to him. He longed to become Real, to know what it felt like; and yet the idea of growing shabby and losing his eyes and whiskers was rather sad. He wished that he could become it without these uncomfortable things happening to him.

There was a person called Nana who ruled the nursery. Sometimes she took no notice of the playthings lying about, and sometimes, for no reason whatever, she went swooping about like a great wind and hustled them away in cupboards. She called this “tidying up,” and the playthings all hated it, especially the tin ones. The Rabbit didn’t mind it so much, for wherever he was thrown he came down soft.

One evening, when the Boy was going to bed, he couldn’t find the china dog that always slept with him. Nana was in a hurry, and it was too much trouble to hunt for china dogs at bedtime, so she simply looked about her, and seeing that the toy cupboard door stood open, she made a swoop.

“Here,” she said, “take your old Bunny! He’ll do to sleep with you!” And she dragged the Rabbit out by one ear, and put him into the Boy’s arms.

That night, and for many nights after, the Velveteen Rabbit slept in the Boy’s bed. At first he found it rather uncomfortable, for the Boy hugged him very tight, and sometimes he rolled over on him, and sometimes he pushed him so far under the pillow that the Rabbit could scarcely breathe. And he missed, too, those long moonlight hours in the nursery, when all the house was silent, and his talks with the Skin Horse. But very soon he grew to like it, for the Boy used to talk to him, and made nice tunnels for him under the bedclothes that he said were like the burrows the real rabbits lived in. And they had splendid games together, in whispers, when Nana had gone away to her supper and left the night-light burning on the mantelpiece. And when the Boy dropped off to sleep, the Rabbit would snuggle down close under his little warm chin and dream, with the Boy’s hands clasped close round him all night long.

And so time went on, and the little Rabbit was very happy–so happy that he never noticed how his beautiful velveteen fur was getting shabbier and shabbier, and his tail becoming unsewn, and all the pink rubbed off his nose where the Boy had kissed him.

Spring came, and they had long days in the garden, for wherever the Boy went the Rabbit went too. He had rides in the wheelbarrow, and picnics on the grass, and lovely fairy huts built for him under the raspberry canes behind the flower border. And once, when the Boy was called away suddenly to go out to tea, the Rabbit was left out on the lawn until long after dusk, and Nana had to come and look for him with the candle because the Boy couldn’t go to sleep unless he was there. He was wet through with the dew and quite earthy from diving into the burrows the Boy had made for him in the flower bed, and Nana grumbled as she rubbed him off with a corner of her apron.

“You must have your old Bunny!” she said. “Fancy all that fuss for a toy!”

The Boy sat up in bed and stretched out his hands.

“Give me my Bunny!” he said. “You mustn’t say that. He isn’t a toy. He’s REAL!”

When the little Rabbit heard that he was happy, for he knew that what the Skin Horse had said was true at last. The nursery magic had happened to him, and he was a toy no longer. He was Real. The Boy himself had said it.

That night he was almost too happy to sleep, and so much love stirred in his little sawdust heart that it almost burst. And into his boot-button eyes, that had long ago lost their polish, there came a look of wisdom and beauty, so that even Nana noticed it next morning when she picked him up, and said, “I declare if that old Bunny hasn’t got quite a knowing expression!”

That was a wonderful Summer!

Near the house where they lived there was a wood, and in the long June evenings the Boy liked to go there after tea to play. He took the Velveteen Rabbit with him, and before he wandered off to pick flowers, or play at brigands among the trees, he always made the Rabbit a little nest somewhere among the bracken, where he would be quite cosy, for he was a kind-hearted little boy and he liked Bunny to be comfortable. One evening, while the Rabbit was lying there alone, watching the ants that ran to and fro between his velvet paws in the grass, he saw two strange beings creep out of the tall bracken near him.

They were rabbits like himself, but quite furry and brand-new. They must have been very well made, for their seams didn’t show at all, and they changed shape in a queer way when they moved; one minute they were long and thin and the next minute fat and bunchy, instead of always staying the same like he did. Their feet padded softly on the ground, and they crept quite close to him, twitching their noses, while the Rabbit stared hard to see which side the clockwork stuck out, for he knew that people who jump generally have something to wind them up. But he couldn’t see it. They were evidently a new kind of rabbit altogether.

 

They stared at him, and the little Rabbit stared back. And all the time their noses twitched.

“Why don’t you get up and play with us?” one of them asked.

“I don’t feel like it,” said the Rabbit, for he didn’t want to explain that he had no clockwork.

“Ho!” said the furry rabbit. “It’s as easy as anything,” And he gave a big hop sideways and stood on his hind legs.

“I don’t believe you can!” he said.

“I can!” said the little Rabbit. “I can jump higher than anything!” He meant when the Boy threw him, but of course he didn’t want to say so.

“Can you hop on your hind legs?” asked the furry rabbit.

That was a dreadful question, for the Velveteen Rabbit had no hind legs at all! The back of him was made all in one piece, like a pincushion. He sat still in the bracken, and hoped that the other rabbits wouldn’t notice.

“I don’t want to!” he said again.

But the wild rabbits have very sharp eyes. And this one stretched out his neck and looked.

“He hasn’t got any hind legs!” he called out. “Fancy a rabbit without any hind legs!” And he began to laugh.

“I have!” cried the little Rabbit. “I have got hind legs! I am sitting on them!”

“Then stretch them out and show me, like this!” said the wild rabbit. And he began to whirl round and dance, till the little Rabbit got quite dizzy.

“I don’t like dancing,” he said. “I’d rather sit still!”

But all the while he was longing to dance, for a funny new tickly feeling ran through him, and he felt he would give anything in the world to be able to jump about like these rabbits did.

The strange rabbit stopped dancing, and came quite close. He came so close this time that his long whiskers brushed the Velveteen Rabbit’s ear, and then he wrinkled his nose suddenly and flattened his ears and jumped backwards.

“He doesn’t smell right!” he exclaimed. “He isn’t a rabbit at all! He isn’t real!”

“I am Real!” said the little Rabbit. “I am Real! The Boy said so!” And he nearly began to cry.

Just then there was a sound of footsteps, and the Boy ran past near them, and with a stamp of feet and a flash of white tails the two strange rabbits disappeared.

“Come back and play with me!” called the little Rabbit. “Oh, do come back! I know I am Real!”

But there was no answer, only the little ants ran to and fro, and the bracken swayed gently where the two strangers had passed. The Velveteen Rabbit was all alone.

“Oh, dear!” he thought. “Why did they run away like that? Why couldn’t they stop and talk to me?”

For a long time he lay very still, watching the bracken, and hoping that they would come back. But they never returned, and presently the sun sank lower and the little white moths fluttered out, and the Boy came and carried him home.

Weeks passed, and the little Rabbit grew very old and shabby, but the Boy loved him just as much. He loved him so hard that he loved all his whiskers off, and the pink lining to his ears turned grey, and his brown spots faded. He even began to lose his shape, and he scarcely looked like a rabbit any more, except to the Boy. To him he was always beautiful, and that was all that the little Rabbit cared about. He didn’t mind how he looked to other people, because the nursery magic had made him Real, and when you are Real shabbiness doesn’t matter.

And then, one day, the Boy was ill.

His face grew very flushed, and he talked in his sleep, and his little body was so hot that it burned the Rabbit when he held him close. Strange people came and went in the nursery, and a light burned all night and through it all the little Velveteen Rabbit lay there, hidden from sight under the bedclothes, and he never stirred, for he was afraid that if they found him some one might take him away, and he knew that the Boy needed him.

It was a long weary time, for the Boy was too ill to play, and the little Rabbit found it rather dull with nothing to do all day long. But he snuggled down patiently, and looked forward to the time when the Boy should be well again, and they would go out in the garden amongst the flowers and the butterflies and play splendid games in the raspberry thicket like they used to. All sorts of delightful things he planned, and while the Boy lay half asleep he crept up close to the pillow and whispered them in his ear. And presently the fever turned, and the Boy got better. He was able to sit up in bed and look at picture-books, while the little Rabbit cuddled close at his side. And one day, they let him get up and dress.

It was a bright, sunny morning, and the windows stood wide open. They had carried the Boy out on to the balcony, wrapped in a shawl, and the little Rabbit lay tangled up among the bedclothes, thinking.

The Boy was going to the seaside to-morrow. Everything was arranged, and now it only remained to carry out the doctor’s orders. They talked about it all, while the little Rabbit lay under the bedclothes, with just his head peeping out, and listened. The room was to be disinfected, and all the books and toys that the Boy had played with in bed must be burnt.

“Hurrah!” thought the little Rabbit. “To-morrow we shall go to the seaside!” For the boy had often talked of the seaside, and he wanted very much to see the big waves coming in, and the tiny crabs, and the sand castles.

Just then Nana caught sight of him.

“How about his old Bunny?” she asked.

That?” said the doctor. “Why, it’s a mass of scarlet fever germs!–Burn it at once. What? Nonsense! Get him a new one. He mustn’t have that any more!”

And so the little Rabbit was put into a sack with the old picture-books and a lot of rubbish, and carried out to the end of the garden behind the fowl-house. That was a fine place to make a bonfire, only the gardener was too busy just then to attend to it. He had the potatoes to dig and the green peas to gather, but next morning he promised to come quite early and burn the whole lot.

That night the Boy slept in a different bedroom, and he had a new bunny to sleep with him. It was a splendid bunny, all white plush with real glass eyes, but the Boy was too excited to care very much about it. For to-morrow he was going to the seaside, and that in itself was such a wonderful thing that he could think of nothing else.

And while the Boy was asleep, dreaming of the seaside, the little Rabbit lay among the old picture-books in the corner behind the fowl-house, and he felt very lonely. The sack had been left untied, and so by wriggling a bit he was able to get his head through the opening and look out. He was shivering a little, for he had always been used to sleeping in a proper bed, and by this time his coat had worn so thin and threadbare from hugging that it was no longer any protection to him. Near by he could see the thicket of raspberry canes, growing tall and close like a tropical jungle, in whose shadow he had played with the Boy on bygone mornings. He thought of those long sunlit hours in the garden–how happy they were–and a great sadness came over him. He seemed to see them all pass before him, each more beautiful than the other, the fairy huts in the flower-bed, the quiet evenings in the wood when he lay in the bracken and the little ants ran over his paws; the wonderful day when he first knew that he was Real. He thought of the Skin Horse, so wise and gentle, and all that he had told him. Of what use was it to be loved and lose one’s beauty and become Real if it all ended like this? And a tear, a real tear, trickled down his little shabby velvet nose and fell to the ground.

And then a strange thing happened. For where the tear had fallen a flower grew out of the ground, a mysterious flower, not at all like any that grew in the garden. It had slender green leaves the colour of emeralds, and in the centre of the leaves a blossom like a golden cup. It was so beautiful that the little Rabbit forgot to cry, and just lay there watching it. And presently the blossom opened, and out of it there stepped a fairy.

She was quite the loveliest fairy in the whole world. Her dress was of pearl and dew-drops, and there were flowers round her neck and in her hair, and her face was like the most perfect flower of all. And she came close to the little Rabbit and gathered him up in her arms and kissed him on his velveteen nose that was all damp from crying.

“Little Rabbit,” she said, “don’t you know who I am?”

The Rabbit looked up at her, and it seemed to him that he had seen her face before, but he couldn’t think where.

“I am the nursery magic Fairy,” she said. “I take care of all the playthings that the children have loved. When they are old and worn out and the children don’t need them any more, then I come and take them away with me and turn them into Real.”

“Wasn’t I Real before?” asked the little Rabbit.

“You were Real to the Boy,” the Fairy said, “because he loved you. Now you shall be Real to every one.”

And she held the little Rabbit close in her arms and flew with him into the wood.

It was light now, for the moon had risen. All the forest was beautiful, and the fronds of the bracken shone like frosted silver. In the open glade between the tree-trunks the wild rabbits danced with their shadows on the velvet grass, but when they saw the Fairy they all stopped dancing and stood round in a ring to stare at her.

“I’ve brought you a new playfellow,” the Fairy said. “You must be very kind to him and teach him all he needs to know in Rabbit-land, for he is going to live with you for ever and ever!”

And she kissed the little Rabbit again and put him down on the grass.

“Run and play, little Rabbit!” she said.

But the little Rabbit sat quite still for a moment and never moved. For when he saw all the wild rabbits dancing around him he suddenly remembered about his hind legs, and he didn’t want them to see that he was made all in one piece. He did not know that when the Fairy kissed him that last time she had changed him altogether. And he might have sat there a long time, too shy to move, if just then something hadn’t tickled his nose, and before he thought what he was doing he lifted his hind toe to scratch it.

And he found that he actually had hind legs! Instead of dingy velveteen he had brown fur, soft and shiny, his ears twitched by themselves, and his whiskers were so long that they brushed the grass. He gave one leap and the joy of using those hind legs was so great that he went springing about the turf on them, jumping sideways and whirling round as the others did, and he grew so excited that when at last he did stop to look for the Fairy she had gone.

He was a Real Rabbit at last, at home with the other rabbits.

Autumn passed and Winter, and in the Spring, when the days grew warm and sunny, the Boy went out to play in the wood behind the house. And while he was playing, two rabbits crept out from the bracken and peeped at him. One of them was brown all over, but the other had strange markings under his fur, as though long ago he had been spotted, and the spots still showed through. And about his little soft nose and his round black eyes there was something familiar, so that the Boy thought to himself:

“Why, he looks just like my old Bunny that was lost when I had scarlet fever!”

But he never knew that it really was his own Bunny, come back to look at the child who had first helped him to be Real.

Kaynak: http://digital.library.upenn.edu/women/williams/rabbit/rabbit.html

Londra’dan bir bavul kitapla döndüm!

Holland Park'ta bir gül bahçesi 0

Holland Park’ta bir gül bahçesi

Bu fotoğrafa ne zaman baksam, kendimi küçük Alice gibi hissediyorum. Londra’ya gittiğimizde kaldığımız güzeller güzeli tarihi evin giriş katındaki koridorda çekmiştim bu fotoğrafı. O an Harikalar Diyarı’ndaki gül bahçesini gördüğümü sanmıştım. Minicik kapıdan giren ve sanki çiçeklerin nefesini iceriye taşıyan tazecik havayı, cep telefonuyla çekilmiş bu fotoğrafa ekleyemsem de, her baktığımda özlemle hatırlıyorum. Bu ev ve mekan benim için bütün karmaşalardan ve kötülüklerden kaçıp sığınılabilecek güzellik ve gizem dolu bir masal sahnesi gibi.

Holland Park'ta arka bahçe 2

Arka bahçe

 

Bahçe elbette her mevsim bu kadar renkli görünmüyor. Kışları bütün semte bir hüzün yerleşmek istese de noel süsleri ve okul çocuklarının cıvıltıları bu melankolik havayı süpürüp götürmeye yetiyor. Ayrıca biz kışları çok daha karanlık bir coğrafyadan gittiğimiz için olacak, Londra bize her zaman biraz bahar gibi geliyor.

Holland Park'ta bahçe 3

Arka bahçe

robin

Bavuldaki Kedi1

Bavuldaki Kedi

Aslında yaz sonunda doğum günümü kutlamak için gittiğimiz Londra’dan bir bavul kitapla döneli aylar oldu. Eve döner dönmez bizim evin en güzeli hemen kitapla dolu valizin içine yattı. Bize bir mesaj vermeye çalıştığı çok açıktı. Evden çıkacağı zamanlar gücünün son damlasına kadar direnme huyu olmasaydı, bir dahaki gezimizde bize katılmak istediğini düşünebilirdim. Sanırım sadece tekrar uzağa gitmemizi istemediğini anlatmaya çalışıyordu. Bu yazıyı uzun zaman önce yazmaya niyetlenmiştim; ancak yazacak diğer şeyler artınca, blog için zaman ayırmak lüks gibi gelmeye başladığı için Londra gezisi hakkında yazacaklarımı sürekli erteledim. Noel tatili gelince nihayet ihtiyacım olan motivasyonu da bulmuş oldum. Bu yıl kar taneleri, buralardan sıkılmış olacaklar, yeni yılı kutlamak için batı Turkiye’ye tatile gitmişler. Hava şu an buz gibi olsa da, burada tek bir beyaz kar tanesi bile yok. Karanlıkta en ufak bir ışık dokunuşuyla bile gümüş simler gibi ışıl ışıl ışıldayan karları özlemiyor değilim. Neyse ki çok yakında baharın ilk aylarına kadar dek gitmemek üzere geleceğinden eminim.

London Eye Dönerken

London Eye Dönerken

 

Swiss Chalet in St James's Park London

Swiss Chalet – St James’ Park

St James Park

St James’ Park

Londra bana tarihiyle, mimarisiyle, romantik park ve bahçeleriyle ve ucuz kitap satan sahaflarıyla bir masal şehri gibi geliyor. O sebeple Masal Penceresi bir gezi sayfası olmamasına rağmen bu güzel şehir bu sayfada kendisine yer açtı. Londra’ya gittiğimizde en çok peşine düştüğüm şey genellikle resimli kitaplar oluyor. Şimdiye kadar bu şehirden hep birbirinden güzel kitaplarla döndüm. Bu son gezi de farklı olmadı. Hem anılarım canlı kalsın hem de çektiğim fotoğrafların bazıları kaynak olarak burada dursun diye güzel Londra ile ilgili mütevazi ve kişisel bir yazı yazmaya karar verdim. Oslo’dan gidince Londra gerçekten çok kalabalık ve büyük geliyor insana. Yine de hem büyüklüğünü, hem karışıklığını hem de renklerini çok seviyorum. Biz hep gezmeye gittiğimiz için çalışan bir insan olarak orada yaşamanın nasıl olduğunu hayal etmekte zorlanıyorum. İnsanlar hep çok meşgul ve koşuşturma içindeymis gibi geliyor bana. Biz o karmaşanın içinde kendimize ayırdığımız kısıtlı süreyi mümkün olduğunca sakin ama verimli geçirmeye çalışıyoruz. Her ziyaretimizde rituel gibi aksatmadan yaptığımız etkinikler var.

robinHolland Park

Holland Park 2

Holland Park

Kaldığımız ev Kensington bölgesindeki Holland Park semtinde olduğu için en çok zaman geçirdiğimiz yer bu semt. Semt adını içindeki güzeller güzeli parktan alıyor. Bu park bizim favori mekanımız. Sadece içinden geçmek bile büyük bir keyif. Sonbaharda ve yağmurlu havalarda büründüğü hava ayrı güzel, kışın rengarenk kuşlarla ve sincaplarla neşelenen kuru dallı ağaçları ayrı güzel. Yazın yemyeşil ve insan cıvıltılarıyla dolu hali bambaşka bir güzellikte görünüyor. Parkın sakinleri olan sincapları beslemek için ceplerinı fındık fıstıkla doldurup gelen bir sürü insan var. O yüzden olacak, sincapların hemen hepsi tombişler ve aynı zamanda çok insancıllar. Bu güzel parkın içinde davet mekanı ya da sanat galerisi olarak kullanılan çok guzel eski bir sera, The Orangery, bulunuyor. Her gidişimizde kapalı olan bu mekanı bir gün ziyaret etmeyi ve kocaman bronz heykellerle süslenmiş bu güzel binanın havasını koklamayı çok istiyorum. Bu mekanla bitişik Belvedere adında bir adet Fransız restoranı ve parkın içinde yine büyükçe bir hostel var.

Holland Park'ta tombiş bir sincap

Holland Park’ta tombiş bir sincap

Kyoto Garden - Holland Park 2

Kyoto Garden – Holland Park

Kyoto Garden - Holland Park 3

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

Kyoto Garden - Holland Park 5

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

 

 

 

Lord Holland'ın heykeli - Holland ParkAslında parkın büyük kısmı, daha önce Holland House ya da Cope Şatosu adıyla bilinen ve Alman saldırısından sonra harabeye dönen güzelim tarihi binaya aitmiş. Yazları burada Opera Holland Park’ın gösterilerini izlemek mümkün. Küçük ve güzel bir Japon bahçesi olan Kyoto Garden ve içindeki iri balıklar da bence buranın görülmeye değer noktalarından. Ayrıca parkın tam ortasında, Lord Holland’ın kocaman bir heykeli var. Bu heykel bir bakıma parkta kaybolmanızı önlüyor. Işıklandırılmaması ve akşamları girişlerin kapatılması buraya ayrı bir hava katıyor bence. Bir kere hava karardığında içinden geçtikten sonra neden akşam saatlerinde parkın kapılarını kapatmayı tercih ettiklerini anladım. Karanlık, ıssız ve kocaman bir orman gibi hem çok güzel hem de bir o kadar ürkütücü.

Kensington High Street

Kensington High Street

Cafe Aubaine'de kahve molası- Kensington High Street

Cafe Aubaine’de kahve molası- Kensington High Street

Holland Park’ın bir ucu, iki yanı mağazalarla kafe ve restoranlarla süslenmiş geniş bir cadde olan Kensington High Street’e çıkıyor. Burada aklımıza gelebilecek hemen hemen bütün mağazalar var. Caddede aynı zamanda bir metro durağı da mevcut. Metro bize çok kalabalık ve havasız geldiği için hemen hemen hiç kullanmıyoruz. Otobüste en azından etrafı görme şansımız oluyor. Holland Park, Notting Hill’e de çok yakın olduğu için bu semti gezmek ve Portobello Caddesi’ndeki Geil’s Artisan fırınına uğramak bizim rutinlerimizden biri oldu. O muhteşem brownielerden tatmak için daha uzağa da gidilir gerçi. Her ziyarette mutlaka George Orwell’in bu sokakta bulunan müstakil evinin önünden geçmek, taze çikolatalı ve muzlu krep yapan mekanlardan yayılan enfes kokuları duymamak için burnumuzdan nefes almamak ve başka yerlere bakmak, her defasında Oxfam’ın sadece kitap satan şubesinde en az bir saat harcamak bunlardan birkaçı. George Orwell evinin fotoğrafını aslında arkadaşım Duygu için çekmiştim. Seneler önce İzmir’de Portobello Road - George Orwell Evibuluştuğumuzda yemek yemek için bir yere oturmuştuk. Duygu yemekte çantasından Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabını çıkarmıştı. O dönem onu okuduğu için çantasında her yere taşıyordu. Bu evi görünce aklıma hem o an hem de Eurythmics’in ‘1984’ filmi için hazırladığı 1984 adlı albümdeki parçalardan biri olan Sex Crime geliyor. Hatta şimdi yazarken yine aklıma geldiği için açtım ve bir yandan onu dinliyorum. Önceleri Portobello’daki antikacılardaki porselenlere bakmak için de zaman harcıyordum; ama artık bu huyumu bıraktım. Satılan her parça değerinin kat kat üzerinde fiyatlandırıldığı için insanın hevesi kırılıyor. Pazarda alışveriş yapmanın tadını alamadığımdan burada vakit kaybetmeyi sevmiyorum artık. O yüzden Notting Hill gezintisinin en önemli iki noktası sadece Oxfam’in kitapçısı ve leziz brownielerin mekanı Geil’s Artisan Bakery. Aslında güzel brownie yapan birçok yer bulunabilir Londra’da. Ben herhalde biraz da bazı mekanları anılarımla beraber sahiplenmeyi ve o mekanlara tekrar tekrar gitmeyi seviyorum.

Notting Hill Gate durağından başlayıp Kensington High Street’e inen Church Street’in üzerinde yine Royal Trinity Hospice’in bağış kitaplar satan güzel bir sahaf şubesi var. Buradan daha önce inanılmaz güzel resimli kitaplar almıştım. Son ziyaretimizde aradığımız tarzda bir kitap bulamadım; ama civarda kalanlar için arada bir uğranacak ve hazine avcılığı yapılabilecek güzel kitapçılardan biri.

robinHampstead

Hampstead Londra

Hampstead Londra

Son iki Londra gezimizde Hampstead de uğramadan dönmediğimiz semtler arasına katıldı. Hampstead yemyeşil doğasi ve kızıl ateş tuğlasıyla kaplı tarihi binalarıyla tipik İngiliz kasabalarına benziyor. Şehirden uzaklaşmadan bakımlı, yeşil ve sakin bir yerleşim bölgesi görmek için çok uygun. Çarşısı çOxfam-Hampsteadok büyük olmasa bile merkezde bulunan magazaların şubeleri burada da var. Gözlemlediğim kadarıyla bu semtte oturuyorsanız iş dışında merkeze inmenize gerek bile yok. Oxfam’in yalnızca bağış kitaplar satan şubelerinden bir tane de Hampstead’de var.robin

İkindi Çayı

The Ritz-Londra

İngiltere’ye gezmeye gidip meşhur afternoon tea yani ikindi çayına gitmemek olmaz herhalde. En azından bir kere denenmesi gerek bence. Aslında ikindi çayı dense de günün birçok saatinde ikindi çayı servisi yapan mekan bulmak mümkün. Büyük otellerin öğleden sonra başlayıp akşam saatlerine kadar devam eden servisleri oluyor. Daha önce çok sevdiğim arkadaşlarımdan biriyle Ritz Oteli’nin çayına gitmiştik. Aylar önce rezervasyon yapmamıza rağmen ikindi çayı için akşam dokuzdan önce yer bulamamıştık, ki daha çok akşam çayı olmuştu. Çay salonu (üstteki resim), canlı müzik, çaylar, kekler ve parmak sandviçler gerçekten lezizdi. Bir kere denediğim için memnunum; ama çok özel bir kutlama Kensington Sarayı'nda çay saatiolmadıkça tekrar gideceğimi sanmıyorum. Onun yerine güzeller güzeli fincanlarda tazecik çay ve yanında scone ya da kremalı kek servisi yapan başka bir mekana gitmek bize daha cazip geliyor. Bu son gezimizde de rezervasyonla uğraşmak yerine ikindi çayımızı yürümekten yorulduğumuz bir anda, paylaştığımız bir dilim kekin yanında, en sevdiğimiz kafede içmeyi tercih ettik.

robinTower of London

https://en.wikipedia.org/wiki/Tower_of_London#/media/File:Tower_of_London_viewed_from_the_River_Thames.jpg

Tower of London / Wikipedia

Londra büyük bir şehir olduğu için burada yapılacak etkinlikler tükenmiyor. Doğum günü gezisinde görmeyi çok isteğim iki yeri ziyaret etme fırsatım oldu. Bunlardan bir tanesi Tower of London yani Londra Kulesi’ydi. Aslında bu yapıya Londra Kalesi demek belki daha doğru olurdu. Biz bu mekana neredeyse tam bir gün ayırdık. Hem kaldığımız yerden çok uzak olduğu için gidip gelmek çok zaman aldı, hem de içeride görülecek çok şey vardı. Birkaç yıl önce okulla birlikte York şehrinde bir eğitim gezisine gitmiştik. Orada hem bir Shakespeare oyunu izlemiş hem de Londra Kulesi ile ilgili ilginç şeyler dinlemiştik. Londra Kulesi’ne karşı merakım aslında orada başladı. Sonra nedense Londra’ya gitsek de bir türlü denk getirip bu Kule’yi gezemedim. Burası zamanla girişin olduğu ama çıkışın olmadığı bir yer haline geldiği için hanedan üyeleri ve devlet adamlarının asla ziyaret etmeyi bile istemedikleri bir mekanmış. Ziyaret sırasında görebileceğiniz Kraliçe Anne Boleyn’in idam öncesi hapsedildiği binadan idam edildiği noktaya kadar, çeşitli tutsakların notlarından, kraliyet mücevherlerine ve kuzgunlara kadar İngiliz kültürü ve tarihi açısından kıymetli olabilecek çok şey var. Gezebildiğim, o atmosferi hissedebildiğim ve en sonunda binaların birinde kaybolmadan sapasağlam dışarı çıkabildiğim için çok memnunum. Doğum günü dileklerimden bir tanesi böylece gerçekleşmiş oldu. Geziden önce kaleyi anlatan birkaç belgesel ve tanıtım programı izlemiştim. İzlemek isteyen yetişkinler için yine yetişkinler için hazırlanmış ingilizce bir programın linkini ekliyorum.

robinWestminster Abbey

Westminster Abbey

Westminster Abbey

Görmeyi uzun zamandır istediğim bir diğer mekan da Westminster Abbey’di. Bu yapıyı gezmeye onunla ilgili bir belgesel izledikten sonra karar verdik. Westminster Abbey müze gibi belirli bir ücret ödeyip gezebileceğiniz önemli tarihi mekanlardan biri. UNESCO’nun kültür mirası ilan ettiği bu yapının adına hanedan üyelerinin düğünleri ve cenazeleri sebebiyle aşinaydık. Ancak Westminster Abbey’e sadece büyük bir kilise deyip geçmek, birçok tarihi olayla yakın bağı bulunan bu görkemli yapıya haksızlıkmış. Yedi yüz yıllık geçmişi olan bu devasa binanın mermer koridorlarının altında, Charles Darwin’den, Charles Dickens ve Isaac Newton’a kadar nice önemli isim yatıyor. Yürürken kimlerin mezarının üzerinden geçtiğinizi farkettikten sonra başınızı bir süre yerden kaldıramıyorsunuz. Yürürken mermerlere yazılmıs adlara bakmamak onlara saygısızlık olacakmış gibi geldiğinden olacak, biz bir süre hep yerlere baktık. Burası yüzlerce insanın mezarı olduğu için içeride bunu yansıtan ağır bir atmosfer var. Kraliçe 1. Elizabeth de buraya gömülen önemli tarihi isimlerden biri. Mezarının üzerinde bulunan kendi boyutlarındaki mermer heykel son derece etkileyiciydi. İçerideki yüzlerce diğer sanat eseri gibi… Bu mekan sadece dini açıdan değil tarihi açıdan da İngiltere’nin en önemli simgelerinden biri. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için binanın içini gösteren herhangi bir resim ekleyemiyorum; ancak internette Westminster Abbey ile ilgili birçok resim ve belgesel bulmak mümkün. Binanın tarihiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz aşağıdaki youtube linki hoşunuza gidebilir.

robin

Son yolculuğumda doldurduğum kitap bavulumda elbette birçok kitap var. Bunların hepsinden söz etmek şu an için imkansız. O yüzden içlerinden sevdiğim bir tanesini, Kadife Tavşan‘i, sizin için seçtim ve bir sonraki yazımda ondan söz etmek istiyorum. Bu yazıyı yeni yılınızı tekrar kutlayarak bitirmek istiyorum. Umarım Noel Baba bu sene torbasında nice guzellikler getirmiştir. Bize de 2016’yı dolu dolu yaşarken o torbadan çıkacak surprizleri beklemek kalıyor. Bu blog yazısı tamamen Londra’ya adandığı için kapanışı da geçen sene yeni yılı karşıladığımız bu güzel şehirde çektiğim birkaç fotoğrafla yapıyorum.

Sevgiler…

robin

 

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası – Londra

 

Noel süsleriyle Covent Garden

Noel süsleriyle Covent Garden

 

Noel Ağacı

Evden bir kare: Noel Ağacı

 

Noel Yıldızı Londra

Mutfaktaki Noel Yıldızı-Londra

robin

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kermesten Aldığım Kitaplar – Bülbül Ve Gül

Kermesten Aldigim Kitaplar. En Floyte Full Av Toner. En Julefortelling. Nattergalen Og Rosen
Bugün saatler ileri alındı. Bütün sabahı bizden bir saat önde koşan zamanı yakalamaya çalışarak geçirdikten sonra akşama doğru pes ettik. Gün, muhteşem olma olasılığıyla ışıl ışıl doğan her yeni gün gibi önce bize umutla göz kırptı; ama zamanla oynadığımızı anlayınca, neredeyse hiç yaşanmamış gibi yanımızdan koşarak kaçıp gitti. Bugünden geriye o kalabalık kafede oturup okuduğum güzeller güzeli acıklı masalın anısı kaldı…

Kermes

Geçen hafta Oslo’nun köklü ilköğretim okullarından birinde büyük bir kermes yapıldı. Oradan kendime üç tane kitap ve Türk kahvesi içerken kullanmak için el boyması espresso fincanları aldım. Bu kitapların ikisini, yukarıdaki resimde (ortadaki ve sağdaki) görebilirsiniz. Bugünkü yazımda, işte bu kermesten aldığım, ve o kalabalık kafede okuduğum Nattergalen og Rosen, yani Bülbül Ve Gül’den söz etmek istiyorum.

BÜLBÜL VE GÜLOrjinal adıyla The Nightingale and the Rose, Oscar Wilde’in ilk kez 1888 yılında yayımlanan ve en çok sevilen masallarından bir tanesi. Masallarını yazdığı dönem, eserlerini inceleyen kimi edebiyatçılar tarafından, yazarın en yaratıcı olduğu dönemlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Bu güzel masalların hepsi bildiğim kadarıyla Türkçe’ye çevrildi ve kitapçılarda mevcut. Ben bir kısmını daha önce farklı kaynaklardan okumuştum. Geçen yılki Londra ziyaretlerimden bir tanesinde, masalların Isabelle Brent tarafından resimlendiği ve toplu şekilde okurlara sunulduğu bir baskısına rastlamıştım ve tabii almadan edememiştim. (Isabelle Brent’ten bir önceki yazımda söz etmiştim. Buraya tıklayarak okuyabilirsiniz) Bülbül ve Gül‘ü Norveççe’ye çevrilmiş resimli bir çocuk kitabı olarak kermeste görünce, hem hikayenin başka bir dildeki ifadesini okumanın önemli olduğunu, hem de kaynak olarak evde bulundurmanın mantıklı olacağını düşündüğüm için almaya karar verdim. Resimlerin güzelliğine hiç değinmemek haksızlık olur elbette; çünkü binlerce kitabın arasında onu farkedebilmemin sebebi Norveçli çizer Anne Cecilie Rogeberg’in rengarenk resimleriydi.

Bu güzel masalı internette birçok kaynaktan Türkçe olarak okuyabilirsiniz; fakat çoğu birbirinin kopyası olduğu için çevirilerin internet ortamına aktarılması sırasında oluşan hataların neredeyse tamamı aynı. O yüzden masalı sizler için orjinalinden kendim çevirmeye karar verdim. Profesyonel bir çevirmen olmasam da, bu kişisel bir blog olduğu için, masalı elimden geldiğince kendi emeğimle ve bilgimle çevirmeyi ve eseri sizlerle bu şekilde paylaşmayı, başkasının çevirisini yayımlamaktan daha doğru buluyorum. Bülbül Ve Gül, bence çok küçük çocuklara sesli okumak ya da anlatmak için çok uygun olmayabilir; ancak genç ve yetişkin okurların bu güzel hikayeden çok keyif alacaklarını düşünüyorum. Bir sonraki yazımda (buraya tıklayarak) masalı Türkçe olarak okuyabilirsiniz.

Sevgiler heart

Bird

Bir Venedik Masalı: The Glass Heart : a Tale of Three Princesses

pic2Oslo’da karlı bir öğleden sonra… İtalya’da geçen bahar gibi günlerin ardından Norveç’in kışına yeniden alışmaya başladım. Okunacak bir sürü makale beni beklese de yanımda mışıl mışıl uyuyan kedime uyup keyifli bir öğleden sonra geçirmeye karar verdim. Kendime bir fincan kahve yaptım ve yeni bir blog yazısı hazırlamak üzere bilgisayarın başına oturdum.

Venedik gezimi anlattığım yazımın sonunda güzel resimlerle süslenmiş bir Venedik masalına yer vereceğimi yazmıştım. Kitabın adı The Glass Heart: a Tale of Three Princesses’. Bu kitabı geçen sonbahar Londra’nın Kensington semtinde bulunan bir kitapçıdan, başka birçok kitapla birlikte almıştım. Resimlerini beğendiğim için şöyle bir göz atmış, kitabı ayrıntılı bir şekilde incelememiştim. Eve döndükten sonra aldığım kitapları okumaya başladım. Sıra The Glass Heart’a geldiğinde kitabın Venedik’te geçen bir masalı anlattığını ancak farkettim. O zaman, arkadaşım Duygu ile yapacağımız Venedik gezisi daha kesinleşmemişti ve henüz heyecanlı bir hayalden fazlası değildi. İllüstrasyonlara baktıkça Venedik’le ilgili rengarenk hayaller kurmaya başladım. Resimli kitapların en güzel yanlarından biri de bu; yaşı kaç olursa olsun, insana yeni ilhamlar vermesi. Kitabı bitirdiğimde, kapağının birkaç resmini çekip Duygu’ya gönderdim. O da benim gibi çok beğenince aynı kitaptan bir tane daha almaya ve İtalya’da buluşunca ona vermeye karar verdim. Yılbaşını kutlamak için Londra’ya döndüğümde The Glass Heart‘ı birkaç kitapçıda arasam da ancak bir internet dükkanında bulabildim. Şimdi kitapların biri Duygu’da diğeri de bende. The Glass Heart, Venedik’ten alacağım herhangi bir mıknatıslı buzdolabı süsünden çok daha anlamlı bir anı oldu benim için.

pic1
Bu güzel masalı yazan ve resimleyen, İngiliz yazar ve illüstratör Sally Gardner. Gardner İngiltere’nin Birmingham şehrinde doğmuş; ama Londra’da büyümüş. Farklı bir çocukmuş ve diğer çocukların kolayca öğrendiği şeyleri aynı hızda öğrenemediği için çocukluğu boyunca alay konusu olmuş. Disleksik olduğundan okumayı on dört yaşına kadar öğrenememiş. Çektiği okuma zorluğu yüzünden hiçbir okul Gardner’i öğrenci olarak kabul etmek istememiş; ancak ilk kitabını on dört yaşındayken bitirdikten sonra kimse önünde duramamış ve yazar bir daha okumayı hiç bırakmamış. Aldığı sanat eğitimini büyük bir başarı ile tamamladıktan sonra uzun yıllar tiyatroda sahne ve kostum tasarımcısı olarak çalışmış. Şimdi çocuk kitapları yazıyor ve resimliyor. Gardner’in kendisine ait bir internet sitesi mevcut. Yazının sonunda sitenin linki bulunuyor. Dilerseniz bu siteyi ziyaret edip yazarla ve çalışmalarıyla ilgili daha ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz.

pic3 Kitabın bendeki baskısı Orion Children’s Books’a ait. Kitap otuz iki sayfadan oluşuyor ve bütün sayfalar büyük ve renkli resimlerle dolu. Hikaye minik Rosie’nin büyükannesine ait camdan bir süs eşyasını kırmasıyla başlıyor. Büyükannesi Rosie’ye kızmak yerine ona kalpleri camdan yapılmış üç prensesin masalını anlatmaya karar veriyor. Hikayeye göre bu üç prenses, suyun üzerine kurulmuş büyüleyici güzellikte bir kentte yaşamaktadırlar. Prenseslerin en büyüğünün kalbi, kendisini fark bile etmeyen bir prens yüzünden kırılır. Ortanca prenses bir gülü sever ve bu gülün kokusu öyle güzedir ki prensesin kalbi bu güzelliğe dayanamaz ve ‘çıt’ diye çatlar. Peki sizce kardeşlerin en küçüğüne ne olacak? En küçük prenses camdan kalbini korumayı başarabilecek mi? Dilerseniz onu da ben anlatarak bu hoş masalın tadını kaçırmayayım ve kitabı okuyup sonunu öğrenmeyi size bırakayım.

Sevgiler

Kaynaklar: www.sallygardner.net/
Fotoğraflar: www.amazon.com/Glass-Heart-Tale-Three-Princesses/dp/184255073X/ref=sr_1_1?ie=UTF8&qid=1424704279&sr=8-1&keywords=the+glass+heart+a+tale

Resimli Kitaplar

kitaplarım

Resimli kitaplar son senelerde çok ilgimi çekmeye başladı. Bunun bir sebebi üniversitede aldığım pedagoji dersleri bir diğeri de illüstrasyonları gerçekten birer sanat eseri olan kitaplarla tanışmış olmam. Eskiden ‘resimli kitap’ deyip geçtiğim kitaplara şimdi başka bir gözle bakıyorum. Bu kitaplardaki resimlerin, yazılı hikayeyle olan ilişkisi kitaptan kitaba değişiyor. Kimi kitaplardaki resimler, metni birebir anlatırken, kimi metindeki eksiklikleri tamamlıyor, kimi hikayeye paralel başka bir hikaye anlatırken kimi kitapla tamamen alakasız görünebiliyor. Bazı resimli kitaplarda hiç metin olmayabiliyor. Bazı kitaplarda resimler sadece iki üç sayfada bir yer alırken, bazılarında bütün sayfayı kaplayabiliyor. Eğer bu ayrıntılara bakmayı okulda öğrenmemiş olsaydım, resimli kitap seçerken metin ve resimlerin ilişkisi çok dikkatimi çekmeyebilirdi. Şimdi bu kitapları hem alırken hem de onları okurken dikkat edeceğim noktalar arttı.

Resimli kitaplar, özellikle çocuklara okunmak amacıyla alınmışsa birer hazine değeri taşıyor. Resimlerin, insana verdiği heyecanın ve güzel duyguların yanında okur için yarattığı başka avantajlar da var. Okuma sırasında, okuyanla dinleyen arasında diyalog başlatma fırsatı vermesi bunlardan biri. Daha kitabı açmadan, sadece kapağına bakarak yapacağımız konu tahminleri, okuma sırasında durup resimlerin renklerinden ve anlattıklarından bahsetmek, hem o kitabı daha büyük bir heyecanla okumaya hem de kitaptan öğreneceklerimizin artmasına olanak sağlıyor.

Resimlerde yer almasına rağmen metinde değinilmeyen her ayrıntı bize hakkında konuşulacak yeni konular sunuyor dolayısıyla da kitap sayesinde öğreneceklerimizin artmasına olanak sağlıyor. Bu sayede aynı kitabı farklı ayrıntılara ve konulara değinerek hiç sıkılmadan bircok kez okumakq, her okuyuşta kitaba başka bir açıdan bakmak ve ondan alabileceğimiz verimi kat kat artırmak mümkün. Özellikle okul öncesi ve ilkokul çağındaki çocuklara kitap okurken başlattığımız bu diyaloglar onların kitaba olan ilgisini arttırdığı gibi okuma esnasında var olan bilgilerini aktif hale getirip hikayeye dahil olmalarını sağlıyor. Kimi araştırmacılara göre, eğlenerek öğrendiğimiz zaman, öğrenme kapasitemiz artıyor. Bir kitap okuma etkinliği elbette okura keyif vermeli, bunun yanında bu keyifli etkinlikten maksimum fayda sağlamak için hazırlık yapmak da çok önemli. Bu hazırlık, yaşa ve anlama kapasitesine uygun kitabı seçmekten, okuma etkinliğinde okuyan ya da dinleyen kişi rollerini paylaşmaya kadar birçok ayrıntıyı kapsıyor.

Resimli kitapların önemli özelliklerinden bir diğeri ise dil öğrenirken kullanılacak harika birer araç olmaları. İster anadilimizi, ister ikinci ya da üçüncü dilimizi öğreniyor olalım, resimlerle desteklenmiş kitaplar okurken hem yeni kelime öğrenme, hem bildiklerimizi pekiştirme hem de hikayenin gidişatını resimlerden tahmin ederek kitabın verdiği mesajı anlama şansımız artıyor. Resimli kitaplar hem kendi kendine okuma, hem yüksek sesle diğerlerine okuma etkinliklerinde hem de okulda öğretmenler tarafından derslerde tema olarak kullanmak için çok avantajlı.

Resimli kitaplar bambaşka bir dünya ve bu kitapları yaratan muhteşem yazarlar ve illustratörler var. Bu blogda zaman zaman bu sanatçılara yer vermeyi ve onları tanıtacak yazılar hazırlamayı planlıyorum. Böylece hem kendim daha çok şey öğrenmeyi hem de bildiklerimi yazıya dökerek bu konuda bir kaynak oluşturmayı umuyorum. Umarım sizler de benimle bu konudaki fikirlerinizi paylaşır, blogda yer almasını istediklerinizi bana yazarsınız.

Sevgiler