Sürpriz Konuk




Merhaba,

Uzun yaz günleri birbirlerini öyle hızlı kovaladı ki, sonunda hepsi yorulup sonbaharın kısa, serin günlerine teslim oldu. Biz de sessiz sakin bir perşembe sabahına uyandık ve güne İzmir’den satın aldığım Pablo Neruda’nın Kuşlar Sanatı kitabı ile başladık. Şiirleri, kuşlara olan özel ilgisi sebebiyle minik kedi Josefine Bonbon da sevdi. Ben uzak ülkeleri ve denizleri düşlerken, o kim bilir kuşlarla süslü hangi ziyafet sofralarının hayallerini kurdu. Bu arada minik dedim; ancak kendisi kaşla göz arasında büyüdü ve Ağustos ayında birinci doğum gününü bir kutu karidesli ton balığı yiyerek kutladı. Her şeyiyle son derece tuhaf, nefis bir kedi oldu. O biblo gibi minicik güzel bebeğin evdeki perdeler dahil her kumaşı jilet gibi pençeleriyle yırtan kocaman egzotik bir kediye dönüştüğüne inanmak güç. O şu anda yumuşacık yatağında huzurla uyurken ben de size bir önceki yazımda söz ettiğim sihirli şişeyi son açtığımdan beri neler olduğunu anlatmak istiyorum.

Yine böyle güneşli bir gündü. Öykü dolu şişenin kapağını açtım. Tam o anda etrafa öyle heyecanlı fısıltılar yayıldı ki, onları işitseydiniz siz de benim gibi hepsini ortaya dökmek için şiddetli bir istek duyardınız. Dikkatimi toplayıp söylenenleri anlamaya çalışırken, birden bire şişenin ağzında bir balık kuyruğu belirdi. Biraz sıkıştığından onu şişeden çıkarabilmek için çekiştirmek zorunda kaldım. Gemiye Ege Denizi’nden binmiş tombul, parlak bir balıkla karşılaşmayı beklerken karşımda Küçük Deniz Kızı’nı görünce epeyce şaşırdım. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Sonuçta gemimizin rotasında Danimarka yoktu. Şişeyi kenara kaldırırken arkamdan umutlu bir sesle “Yaşıyor mu?” dediğini duyar gibi oldum. “Ne demiştiniz, sevgili Küçük Deniz Kızı” diye cevap verince biraz içerledi. “Bir deniz kızı olduğum doğru, ancak pek küçük sayılmam. Beni gerçekten tanımıyor musunuz?” diye sordu. Gerçekten tanımıyordum. Konuşmasını “Madem ki kim olduğumu bilmiyorsunuz öyleyse biraz araştırmanız gerekecek. Böylece ne kadar önemli biri olduğumu kendi çabanızla öğrenmiş olursunuz. Sizin yolculuğunuza antik şehir Selanik’ten katıldım. Bu da ipucunuz olsun. Bir de öğrenin bakalım o hala yaşıyor mu ” diyerek sürdürdü. Bunun üzerine ben de önce baba tarafı Selanikli olan anneme, sonra okulumuzda çalışan Selanikli Yunanca öğretmeni Athanasios’a bu parlak kuyruklu, ipek saçlı kızın öyküsünü sordum.

Sora sora Bağdat bulunur demişler. Ben de sora sora Selanik şehrinin yolunu buldum ve Büyük İskender’in kız kardeşi Thessalonike’nin hikayesini öğrendim. Kendisi benim duyduklarımın bir kısmının uydurma olduğunu, aslında yaşam öyküsünün çok daha inanılır ve içten olduğunu söylediyse de, ben onun anlattıklarıyla kendiöğrendiklerimi benzer buldum. Bu nedenle onun da izniyle, önce efsanesini sonra tarihteki yerini burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Dilerim keyifle okursunuz.



Thessalonike Efsanesi

Çok eski zamanlarda Makedonya’da Thessalonike, yani Selanike adında bir prenses yaşarmış. Thessalonike, Kral II. Philippos’un kızı Büyük İskender’in de kardeşiymiş. Prenses, küçük yaşta annesini kaybetmiş; ancak üvey annesi Olympias, onu ilgiyle büyütmüş. Kızcağız görgüsü, güzelliği ve zarafeti sayesinde zamanla herkesin sevdiği biri olup çıkmış. Onun hayatta en çok sevdiği kişi ise ağabeyi İskender’miş.

Günlerden bir gün, İskender dünyanın dört bir yanını fethetmek için uzun seferlere çıkmaya karar vermis. Yolculuğa çıkarken değerli kız kardeşi Thessalonike’yi mecburen geride bırakmak zorunda kalmış. Prenses, onu çok özler, her gün güze haberler almayı diler, onun çabucak eve döndüğünü hayal edermiş. Zaman geçtikçe İskender’in şanı yürümüş ve başarı haberleri tüm dünyaya yayılmaya başlamış.

İskender seferlerinden biri sırasında sonsuz hayat vaadeden ölümsüzlük çeşmesini duymuş. Zar zor bir yolculuktan sonra bu çeşmeyi bulmuş. Yanında getirdiği şişeyi büyülü su ile doldurmuş. Eve döndüğünde bir gün kız kardeşinin saçlarını tararken fark etmeden bu büyülü suyu kullanmış. Bir süre sonra yeniden fethe çıkmış; ancak ne yazık ki gittiği yerden dönememiş. Onun yolunu gözlemekte olan zavallı Thessalonike aldığı kötü haberle yıkılmış. Kardeş acısı onu o kadar üzmüş ki zamanla bütün yaşam sevincini yitirmiş. Bir gün, bu yükü daha fazla taşıyamayıp kendisini denize atmış; fakat o anda bir mucize gerçekleşmiş. Thessalonike suya düşünce ölümsüz bir deniz kızına dönüşmüş.

Artık ne tam bir insan ne de bir deniz canlısıymış. Yarı insan, yarı balık bedeniyle mavi sularda yapayalnız yüzer olmuş. Tek isteği ise ağabeyinin hala yaşadığına inanmakmış. Bu sebeple bir gemiye rastladığında denizcilere umutla “Kral İskender yaşıyor mu?” diye sormaya başlamış. Bu aslında sadece bir soru değil, denizcilerin geçmesi gereken bir sınavmış. Eğer deniz kızının istediği yanıtı verip, “Yaşıyor, hüküm sürüyor ve dünyayı fethediyor!” derlerse Thessalonike’nin yüzü aydınlanırmış. Denizciler, böylece prensesin yüreğindeki derin sevgi ve sadakati anlarlarmış. Bu cevap karşısında kızcağız gözden kaybolur, denizler sakinleşir ve gemiler huzurla yol alırmış.

Tabii her şey hep yolunda gidecek değil ya, bir gün talihsiz bir denizci Thessalonike’nin duymak istediği yanıtı vermek yerine ona gerçeği, yani İskender’in öldüğünü söylemiş. Deniz kızı o an çok derin bir keder duymuş; yüzü bir anda kararmış. Acısı öfkeye, ipek saçları Gorgon’un yılanlarına dönüşerek etrafı sarmış. Denizin dibini öyle bir sarsmış ki sular hırçınlaşmış ve çıkan dev dalgalar gemiyi yutuvermiş.

Bu olaydan sonra denizciler bu öyküyü korkuyla birbirlerine anlatır olmuşlar. Böylece Thessalonike ile karşılaştıklarında “Kral İskender yaşıyor mu?” sorusuna nasıl cevap vermeleri gerektiğini öğrenmişler. Onlar her sorulduğunda Büyük İskender’in yaşadığını söyleyip bu hikayeyi birbirlerine anlattıkça Thessalonike bir efsaneye dönüşmüş. Böylece çok sevdiği Büyük İskender’in anısını da kendi öyküsüyle birlikte ölümsüzleştirmeyi başarmış.




Makedonya Kraliçesi Thessalonike

Efsaneye hayat veren Makedonya Kraliçesi Thessalonike’nin hayatı da ne yazık ki büyük bir trajedi ile başlamış ve bitmiş. Kral II. Philippos’ın kızı ve Büyük İskender’in kız kardeşi olarak M.Ö. 352 yılında dünyaya gelen prensese babası hem annesi Nicesipolis’in memleketi olan Thessalia’yı hem de Thessalialılar karşısında kazandığı zaferi onurlandırmak için Thessalonike adını vermiş. Annesi, Thessalonike daha bebekken öldüğü için onu üvey annesi Olympias büyütmüş.

Ağabeyi İskender, Pers seferlerine çıktığında o henüz çocuk yaşlardaymış. Onun ölümü sonrası oluşan kaos ise, prensesin hayatında önemli bir dönüm noktası olmuş. İskender’in generallerinden biri olan Cassander ile evlenip zamanla Makedonya kraliçesi olmuş. Thessalonike’nin ismi, M.Ö. 315 yılında eşi Cassander’ın kurduğu Thessaloniki yani Selanik kentine verilmiş. Kendisi eşinin vefatından sonra taht kavgasına tutuşan oğulları tarafından öldürülmüş olsa da adı ve öyküsü güzel Selanik şehri sayesinde ölümsüzleşmiş.

Yazımızın sonuna geldik. Sabırla okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir sonraki buluşmamızda aramıza katılacak olan konuk oldukça ünlü ve benim de çocukluğumdan beri pek sevdiğim biri. O zamana dek bu güzel Sonbahar mevsiminin tadını çıkarmanız dileğiye.

Sevgiler,

Eylem ❤️

Kaynaklar:

https://greekreporter.com/2024/08/05/alexander-the-great-sister-thessalonike-mermaid

https://parallaximag.gr/thessaloniki-news/gorgona-thessaloniki

Selkie Gelin




Eski Bir Masal

Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Dalgalar alacakaranlıkta kıyıları öperken
İskoçya’nın hırçın rüzgarları
Sudaki sırları karaya taşıyıp
Eski bir masalı anlattı

Hikayeye göre
Selkielerden güzeller güzeli bir kadın
Bir akşam ansızın aşkın ağına takıldı
Sahile çıkıp kumlar üzerinde şarkı söylerken
Saçlarının ışıltısı yıldız olup havaya saçıldı
Bir faninin sevgisi onu oracıkta kavrayıp kalbinden
Kürkünü çalarak kaderini karaya bağladı
Selkie artık tutsaktı
Her gün gözyaşı dökse de
Sonunda toprağa alıştı
Denizlerdeki evini özlerken
Yitik özgürlüğü ve sevgisi
Sesini bastırdı

Bir gün masum bir yürek
Çalınanı buldu
İki dünya arasında tutsak benlik
Böylece özgürlüğüne kavuştu
Selkie Kadın yeniden ipeklere sarındı
Rüzgarda bir çığlık oldu
Derin sulara dalarak
Köpüklerin arasında kayboldu

(Eylem, Temmuz 2024)

Merhaba,

Bir önceki blog yazısında sizlere Denizin Şarkısı adlı filme esin kaynağı olan bir hikayeden, Selkie Gelin’den, söz edeceğimizi söylemiştim. Selkieler Fareo Adaları, İrlanda, İskoçya ve İzlanda folklöründe yeri olan, hem denizde hem de karada yaşayabilen mitolojik varlıklardır. Karaya çıktıklarında fok kürklerini çıkarır, göz kamaştırıcı güzellikteki birer insan gibi görünürler. Bir insanla karşılaştıklarında ise tekrar şekil değiştirip denize dönerler. Bu insan kılığına bürünebilen büyülü varlıklar aslında dünyanın pek çok farklı bölgesindeki efsanelerde ve halk masallarında bulunuyor. Oğuz Tansel’in derlediği halk masallarımızı okuyanlarınız, havuz başında gülüp oynayan ve insanları görünce çabucak güvercin donuna giren (güvercin kılığına girme böyle tasvir ediliyor) ve uçup giden peri kızlarını hatırlıyorsunuzdur. İnsan şeklini alan güzel sesli fok balıkları bana bu sebeple biraz kendi masallarımızı hatırlattı. İlerideki yazılardan bazılarını Anadolu’da anlatılmış zengin ve efsunlu hikayelere ayırsak iyi olur diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Selkie Gelin’e geri dönecek olursak, onun da diğer birçok efsane ve masal gibi, anlatıldığı coğrafyaya veya yazılı dile döküldüğü döneme göre farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Benim burada yayımlamak için seçtiğim çeviri aslında İskoçya’da bilinen bir varyasyon. Severek okuyacağınızı umuyorum. Selkie Gelin’i orjinal haliyle kendi dilinde okumayı tercih edecek olanlarınız için sayfanın sonuna bir link ekleyeceğim. İlerideki yazılarda değinmemi veya yayımlamamı istediğiniz farklı Selkie öyküleri biliyorsanız, bana buradan veya Facebook üzerinden ulaşabilirsiniz.

Çok yakında yeniden görüşmek dileğiyle…

Sevgiler,

Eylem ❤️




Selkie Gelin

Bir zamanlar, İskoçya’nın batı kıyısında, genç bir balıkçı yaşardı. Bir gün bu balıkçı tüm gününü denizde geçirmiş, buna rağmen sadece birkaç küçük balık yakalayabilmişti. Hava kararmaya başladığında sahile doğru kürek çekti ve küçük teknesini karaya çıkardı.

Çakıl taşlarıyla dolu sahil boyunca kulübesine doğru yürüyordu ki hoş sesli birilerinin daha önce benzerini duymadığı güzellikte bir şarkı söylediğini işitti. Seslere doğru yöneldiğinde, suyun yakınında gülüp oynayarak şarkılar söyleyen bir düzine Selkie gördü. Balıkçı gözlerine inanamıyordu. O güne dek çok az insan Selkie halkını yani arada sırada kürklerini çıkarıp karada insan formuna bürünen fok balıklarını, görebilirdi. Öylece durup onları izliyordu ki Selkieler onu fark ettiler ve hızla denize dalarak dalgaların arasında kayboldular.

Balıkçı, Sanırım bir rüya gördüm, diye yüksek sesle söylenerek tekrar kulübesine doğru yola koyuldu; fakat bir şey onu huzursuz etmişti. Tekrar geri döndüğünde, bir kayanın üzerinde duran parlak ve pürüzsüz bir şeye gözü takıldı. Biraz daha yaklaştığında bunun bir fok balığı kürkü olduğunu gördü. “Hiçkimse Selkieleri gördüğüme inanmayacak, ta ki bunu gösterene dek” dedi. Eğilerek kürkü aldı ve omzuna attı. Bunu iyi bir paraya satabilirim, diye düşündü.

Tam o sırada, arkasında birinin adımlarını duydu ve hızla dönüp baktı. Karşısında, olağanüstü güzellikte genç bir kadın durmaktaydı. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu. Balıkçının içi cız etti.

“Güzel hanımefendi, niçin böyle ağlıyorsunuz?” diye sordu.

Kadın içini çekerek balıkçının gözlerine baktı ve,

“Nazik bayım,” dedi gözyaşlarına boğularak, “siz benim kürkümü aldınız. Lütfen onu geri verin, çünkü ben bir Selkieyim ve kürküm olmadan suda yaşayamam.”

Balıkçı kadından gözlerini alamıyordu. Onu ilk gördüğü anda aşka düşmüştü. Genç ve inatçı bir delikanlı olduğu için kadını yanında tutması gerektiğini düşündü. Bu yüzden fok kürkünü sıkıca göğsüne bastırdı ve,

“Sevgili bayan, benim eşim olun. Ben size aşık oldum ve bu sebeple kürkünüz olmadan karada yaşamak zorunda kalacaksınız. Sizi çok mutlu edeceğime söz veriyorum.”

“Lütfen yapmayın bayım, ben karada asla mutlu olamam. Hem halkım benim için çok endişelenir. Evime dönmeliyim.”

Ancak genç adam kararlıydı. Olabildiğince tatlı bir gülümsemeyle, başını eğdi ve bir dizinin üzerine çökerek,

“Benim küçük ve şirin bir kulübem var. Orada sizi ateşin yanında sıcak tutarım. Size yemeyi dileyebileceğiniz tüm taze balıkları getiririm. Karada mutlu bir hayat yaşayacağınıza söz veriyorum. Lütfen benim gelinim olmayı ve benimle evlenmeyi kabul edin.” dedi.

Genç kadın kürkü olmadığı için çaresiz bir durumdaydı. Karada tutsak kalmıştı ve denizdeki evine dönemiyordu. Böylece yakında ondan kürkünü geri alabileceğini umarak balıkçının elini tuttu, eve doğru yola koyuldular. Balıkçı haftalarca kürkü yanından ayırmadı; çünkü müstakbel eşinin onu çalıp kaçmasından korkuyordu. Bir süre sonra Selkie karadaki yaşama alışmaya başladı. Balıkçı bunu gördüğünde kürkü bacadaki bir çatlağın içine sokuşturarak, onu burada asla bulamaz diye geçirdi içinden. Aradan bir ay geçtikten sonra evlendiler. Çok mutluydular. Balıkçı karısına hem iyi hem çok cömert davranıyordu. Onu gerçekten çok seviyordu ve mutlu etmek için çırpınıyordu; ama kürk konusundaki kararlılığı hala devam etmekteydi.

Selkie gelin zamanla inatçı kocasını sevmeye başladı. Bazen ona şarkılar söylüyordu. Böyle gecelerde balıkçı kendisini dünyanın en mutlu adamı gibi hissediyordu. Yıllar böyle geçerken ve çiftin yedi çocuğu oldu. Selkie gelin evlatlarının hepsini çok sevdi. Çocuklar bazen annelerini sahilde dalmış denizi izlerken bulduklarında,

“Anne, niye bu kadar üzgünsün?” diye sorarlardı.

“Ah, sadece hayallere dalmışım.” diyerek başını sallayan anneleri onları alınlarından öperdi.

Bir gün balıkçı ile en büyük üç çocuğu balık tutmak için tekneyle denize açıldılar. Diğer üçü, ekmek ve süt almak için köye gittiler. Anneyle en küçük oğlu ise evde kalmışlardı. Anne yine pencereden dışarı bakıyor ve kıyıya vuran dalgaları izliyordu. Uzaklarda, kaygan, siyah kayalıklarda bir grup fok oyun oynamaktaydı. Selkie kadın derin bir iç çekti ve gözleri yaşlarla doldu. En küçük oğlu onun yanına koşarak,

“Anne ne oldu? Denize her baktığında neden bu kadar üzülüyorsun?” diye sordu.

Annesi hiç düşünmeden dönüp dedi ki,

“Üzülüyorum çünkü ben denizde doğmuştum. Orası benim bir daha asla geri dönemeyeceğim evim. Baban benim kürkümü sakladı.”

İskoçya’daki tüm çocuklar gibi bu küçük oğlan da Selkie halkı hakkında anlatılan hikayeleri duymuştu. Bu nedenle annesinin kim olabileceğini hemen anladı. Şömineye koştu, uzanarak fok kürkünü bulunduğu yerden çekip çıkardı ve annesine göstererek,

“Bu mu?” dedi.

“Nasıl buldun?” diye hayretler içinde sordu annesi.

“Bir gün babamla burada yalnızdık. Kürkü gizlediği yerden çıkarıp baktı. Bana onun çok özel olduğunu söyledi. Şimdi neden öyle dediğini anlayabiliyorum.”

Kadın önce kürküne sonra uzanıp çocuğuna sarıldı. “Canım,” dedi fısıldayarak, “seni her zaman seveceğim.” Sonra kürkü göğsüne sıkıca bastırarak dışarı, denize koştu. Kürkünün içine girdi ve suya daldı.

Balıkçı ve çocukları eve dönerlerken bir grup fok balığının yanından geçtiler. Adam, teknenin yanında yüzünde garip bir ifadeyle kendilerine bakmakta olan pırıl pırıl, genç bir fok balığı gördü. Sonra onun suda kaybolup giderken acı bir çığlık attığını işitti. Eve varıp olanları duyduğunda ise kalbi paramparça oldu. Oğlunun kendisinden çok daha cesur, cömert ve sevgi dolu bir insan olduğunu anlamıştı. Balıkçı ile çocukları, yaşamlarının geri kalan kısmında Selkie kadını özlediler; ama onun ait olduğu dünyada mutlu olduğunu biliyorlardı. Bir süre sonra bir fok balığı sürekli kıyıya gelip uzun uzun yüzmeye başladı. Babayla evlatları bir daha hiç aç kalmadılar; çünkü ağları her zaman kocaman parlak balıklarla doldu.

Çeviren: Eylem Rosseland

Bea Ferguson’un anlatımıyla masalın orjinali:

https://tracscotland.org/wp-content/uploads/2018/03/The-Selkie-Bride.pdf

Kibritçi Kız

Kibritçi Kız

Please scroll down to read the fairy tale in English.

Kibritçi Kız

Korkunç bir soğuk vardı. Kar yağıyordu ve akşam karanlığı bastırmaktaydı. Yılın son akşamı, yani yılbaşı akşamıydı. Böyle bir soğukta ve karanlıkta, küçük, yoksul bir kız çocuğu sokakta başı açık ve ayakları çıplak yürüyordu. Gerçi evden çıktığında ayaklarında bir çift terlik vardı; ama neye yaramıştı ki? Terlikler çok büyüktü ve en son annesi tarafından kullanılmışlardı. Öyle büyüktüler ki, küçük kız aceleyle karşıdan karşıya geçerken, doludizgin giden iki at arabası yüzünden onları kaybetmişti. Birini bulamamış, diğerini de bir oğlan çocuğu alıp kaçmış, uzaklaşırken bir gün bir bebeği olduğunda terliği beşik yerine kullanacağını söylemişti.

Küçük kız sokakta soğuktan morarmış çıplak ayaklarıyla yürüyordu. Üzerindeki eski önlükte çok sayıda kibrit vardı. Bir deste kibriti de elinde taşıyordu. Gün boyunca hiç kimse ondan hiçbir şey satın almamış, kimse ona tek bir kuruş vermemişti. Zavallı küçük, aç ve soğuktan donmuş halde yürürken yılmış görünüyordu. Ensesinde tatlı buklelere dönüşen uzun, sarı saçlarına kar taneleri düşüyordu; ama o bu güzel görüntünün farkında bile değildi. Bütün pencerelerden ışık saçılıyor,  sokak nefis kaz kızartması kokuyordu. ”Öyle ya, bu gece yılbaşı.” diye düşündü.

Bir tanesi diğerine göre hafifçe sokağa doğru taşmış iki evin arasındaki köşeye oturdu. Büzülüp küçük ayaklarını karnına doğru çekti; ama böyle daha da çok üşümeye başlamıştı. Buna rağmen eve gitmeye cesaret edemiyordu. Bir kibrit çöpü olsun satamamış, tek bir kuruş bile kazanamamıştı. Bu durumda eve gitse babasından dayak yerdi. Soğuksa, zaten evleri de çok soğuktu. Sadece üstlerini örten bir çatıları vardı ki bu çatının en büyük çatlaklarını saman ve paçavralarla tıkamalarına rağmen rüzgarın ıslığı içeri sızardı.

Küçücük elleri neredeyse soğuktan tamamen donmuştu. Ah küçük bir kibrit ne kadar işe yarardı şimdi! Desteden bir tane çıkarıp duvara sürtse ve parmaklarını ısıtsa ne iyi olurdu! Sonunda bir kibrit çüpü çıkarıp duvara sürttü. Cızzz! Nasıl da bir kıvılcımla yandı kibrit! Küçük bir mumunki gibi, sıcak ve parlak bir ışığı vardı. Ellerini üzerine uzattı; ama kibritin ışığı pek tuhaftı. Küçük kız parlak pirinç işlemeleri olan, pirinçle kaplı dev bir demir sobanın önünde oturduğunu sanmaya başladı. Yanan ateş ne kadar da harikaydı. Nasıl da rahatlatıyordu insanı. Kızcağız ısınmaları için ayaklarını da uzattı. Tam o anda alev söndü. Pirinç kaplı demir soba yok oldu. Kız elinde yanmış kibrit çöpüyle öylece kalakaldı.

Bir kibrit daha çaktı. Kibrit yanmaya başladı. Işığı bu kez taş duvara düştü ve duvar ince bir tül gibi saydamlaştı. Küçük kız artık salonun içini olduğu gibi görüyordu. İçeride üzerine  göz kamaştıran beyaz bir örtü serilmiş masada ince porselenden bir yemek takımı ile erik kurusu ve elmayla doldurularak kızartılmış kocaman bir kaz vardı. O anda daha müthiş bir şey olmuş, kaz tepsiden atlayıp, sırtında bir çatal ve bıçakla paytak adımlar atarak fakir kızcağıza doğru gelmeye başlamıştı. Ancak o sırada kibrit söndü. Geriye sadece kalın ve soğuk taş duvar kaldı.

Kız bir kibrit daha çaktı. Şimdi güzeller güzeli bir Noel ağacının altında oturmaktaydı. Bu, bir önceki Noel’de zengin tüccarın evinin cam kapısından şöyle bir gördüğü ağaca göre çok daha büyük ve süslüydü. Yeşil dallarında binlerce mum yanıyor, dükkanların vitrinlerindekine benzeyen rengarenk resimler aşağıya, ona bakıyordu. Küçük kız iki elini birden havaya kaldırdı. O anda kibrit söndü. Binlerce Noel mumu havaya yükseldi, yükseldi… Hepsi birer yıldız oldu. İçlerinden bir tanesi kaydı ve gökyüzüne ateşten uzun bir çizgi çizdi.

”Şu anda birisi ölüyor” dedi küçük kız kendi kendine; çünkü hayattayken ona çok iyi davranan, hatta ona iyi davranmış tek insan olan yaşlı anneannesi, ”Bir yıldız kaydığında bir ruh Tanrı’ya kavuşur.” demişti.

Kızcağız duvara bir kibrit daha sürttü ve ortalık aydınlandı. Kibritin pırıltısında yaşlı anneannesi belirdi. Berrak, ışıl ışıl, yumuşacık ve sevgi dolu görünüyordu.

-Anneanne! diye seslendi küçük kız. ”Beni de al. Kibrit yanıp bittiğinde gideceksin biliyorum. Tıpkı sıcacık soba, nefis kaz dolması ve o görkemli Noel ağacı gibi sen de kaybolacaksın!” Sonra destede kalan kibritlerin hepsini aceleyle yakmaya başladı. Anneannesinin onunla kalmasını çok istiyordu. Kibritler öyle bir ışıltıyla yanıyordu ki ortalık gündüzden bile daha aydınlık hale gelmişti. Anneannesi daha önce hiç olmadığı kadar güzel ve büyük görünüyordu. Küçük kızı kaldırıp kollarına aldı. Işıklar içinde neşeyle uçmaya başladılar. Öyle yükseldiler, öyle yükseldiler ki, soğuğun, açlığın, kaygının olmadığı bir yere vardılar. Artık Tanrı’nın yanındaydılar.

Ertesi sabah küçük kız evin yanındaki köşede, sabah ayazında kırmızı yanakları ve dudaklarında bir tebessümle oturuyordu. Eski yılın son gecesinde donarak ölmüştü. Yeni yılın ilk günü, bir kısmı tamamen yanmış kibritlerle oturmakta olan bu küçük bedenin üzerine doğmuştu.

”Isınmaya çalışmış!” dediler. Kimse onun ne güzellikler gördüğünü, ihtiyar anneannesi ile birlikte nasıl bir pırıltının içinde yeni yıla girdiğini bilmedi.

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

Kaynak: http://www.adl.dk/solr_documents/hcaeventyr02val-workid79632#kbOSD-0=page:3

 

sallanan at

 

The Little Match Girl

It was so terribly cold. Snow was falling, and it was almost dark. Evening came on, the last evening of the year. In the cold and gloom a poor little girl, bareheaded and barefoot, was walking through the streets. Of course when she had left her house she’d had slippers on, but what good had they been? They were very big slippers, way too big for her, for they belonged to her mother. The little girl had lost them running across the road, where two carriages had rattled by terribly fast. One slipper she’d not been able to find again, and a boy had run off with the other, saying he could use it very well as a cradle some day when he had children of his own. And so the little girl walked on her naked feet, which were quite red and blue with the cold. In an old apron she carried several packages of matches, and she held a box of them in her hand. No one had bought any from her all day long, and no one had given her a cent.

Shivering with cold and hunger, she crept along, a picture of misery, poor little girl! The snowflakes fell on her long fair hair, which hung in pretty curls over her neck. In all the windows lights were shining, and there was a wonderful smell of roast goose, for it was New Year’s eve. Yes, she thought of that!

In a corner formed by two houses, one of which projected farther out into the street than the other, she sat down and drew up her little feet under her. She was getting colder and colder, but did not dare to go home, for she had sold no matches, nor earned a single cent, and her father would surely beat her. Besides, it was cold at home, for they had nothing over them but a roof through which the wind whistled even though the biggest cracks had been stuffed with straw and rags.

Her hands were almost dead with cold. Oh, how much one little match might warm her! If she could only take one from the box and rub it against the wall and warm her hands. She drew one out. R-r-ratch! How it sputtered and burned! It made a warm, bright flame, like a little candle, as she held her hands over it; but it gave a strange light! It really seemed to the little girl as if she were sitting before a great iron stove with shining brass knobs and a brass cover. How wonderfully the fire burned! How comfortable it was! The youngster stretched out her feet to warm them too; then the little flame went out, the stove vanished, and she had only the remains of the burnt match in her hand.

She struck another match against the wall. It burned brightly, and when the light fell upon the wall it became transparent like a thin veil, and she could see through it into a room. On the table a snow-white cloth was spread, and on it stood a shining dinner service. The roast goose steamed gloriously, stuffed with apples and prunes. And what was still better, the goose jumped down from the dish and waddled along the floor with a knife and fork in its breast, right over to the little girl. Then the match went out, and she could see only the thick, cold wall. She lighted another match. Then she was sitting under the most beautiful Christmas tree. It was much larger and much more beautiful than the one she had seen last Christmas through the glass door at the rich merchant’s home. Thousands of candles burned on the green branches, and colored pictures like those in the printshops looked down at her. The little girl reached both her hands toward them. Then the match went out. But the Christmas lights mounted higher. She saw them now as bright stars in the sky. One of them fell down, forming a long line of fire.

“Now someone is dying,” thought the little girl, for her old grandmother, the only person who had loved her, and who was now dead, had told her that when a star fell down a soul went up to God.

She rubbed another match against the wall. It became bright again, and in the glow the old grandmother stood clear and shining, kind and lovely.

“Grandmother!” cried the child. “Oh, take me with you! I know you will disappear when the match is burned out. You will vanish like the warm stove, the wonderful roast goose and the beautiful big Christmas tree!”

And she quickly struck the whole bundle of matches, for she wished to keep her grandmother with her. And the matches burned with such a glow that it became brighter than daylight. Grandmother had never been so grand and beautiful. She took the little girl in her arms, and both of them flew in brightness and joy above the earth, very, very high, and up there was neither cold, nor hunger, nor fear-they were with God.

But in the corner, leaning against the wall, sat the little girl with red cheeks and smiling mouth, frozen to death on the last evening of the old year. The New Year’s sun rose upon a little pathetic figure. The child sat there, stiff and cold, holding the matches, of which one bundle was almost burned.

“She wanted to warm herself,” the people said. No one imagined what beautiful things she had seen, and how happily she had gone with her old grandmother into the bright New Year.

http://www.andersen.sdu.dk/vaerk/hersholt/TheLittleMatchGirl_e.html

 

sallanan at

 

Çam Ağacı

Silent Night by Viggo Johansen

Please scroll down to read the fairy tale in English.

Çam Ağacı

Ormanda, küçük, güzel bir çam ağacı vardı. Güneş alan, havası bol bir yerde yetişiyordu. Etrafında nice büyük çam ve köknar arkadaşı vardı; ama küçük Çam Ağacı’nın tek derdi bir an önce büyümekti. Sıcacık güneşi ve tertemiz havayı hiç düşünmüyor, ormana çilek ve ahududu toplamaya geldiklerinde laflayan çiftçi çocuklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Çocuklar, kovalarını tıkabasa çilekle doldurduktan veya onları sıra sıra dizdikten sonra dinlenmek için küçük Çam Ağacı’nın yanına oturduklarında “Şu küçük ağaç ne kadar da güzel. Değil mi?” derlerdi; fakat o bu sözleri duymak bile istemezdi.
Küçük ağaç ertesi yıl boy attı. Bir sonraki yıl daha da uzadı. Gövdesindeki boğumları sayarak, bir çam ağacının kaç yaşında olduğu söylemek mümkündür.

-Ah, şu diğerleri gibi kocaman bir ağaç olsaydım! diye içini çekiyordu. “O zaman dallarımı dört bir yana uzatır, tepemle de uzakları ve hatta bütün dünyayı görebilirdim! Kuşlar yuvalarını dallarımın arasına yapardı. Rüzgar estiği zaman diğer ağaçlar gibi zarifçe eğilirdim.” Ne güneş mutluluk veriyordu ona, ne kuşlar, ne de sabah akşam üzerinden süzülen kızıl bulutlar.

Derken kış geldi. Kar ışıltılı beyazlığıyla her yeri kapladı. Bir tavşan sık sık hoplayarak gelip ağacın tepesinden atlamaya başlamıştı. Ne sinir bozucu bir şeydi bu böyle! İki kış böylece geçti, üçüncü kış küçük ağaç öyle uzamıştı ki, tavşan artık üstünden atlayamıyordu. “Ah, büyümek, büyümek, kocaman ve yaşlı olmak, işte dünyadaki tek güzel şey bu!” diye düşünüyordu ağaç.
Sonbahar geldiğinde, keresteciler en büyük ağaçlardan bazılarını kesmeye gelirlerdi. Bu her yıl böyle devam ederdi. Artık bayağı büyümüş olan genç Çam Ağacı korkuyla titriyordu, çünkü kocaman ağaçlar çatır çatır yere devriliyor, dalları baltayla kesiliyor, bedenleri çıplak ve incecik kalarak neredeyse tanınmaz hale geliyordu. Sonra arabalara yükleniyor, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülüyorlardı. Nereye gidiyorlardı böyle? Onlara neler oluyordu?

İlkbaharda kırlangıçlar ve leylekler gelince, ağaç onlara sordu: “Siz bu ağaçların nereye götürüldüklerini bilmiyor musunuz? Onlara hiç rastlamadınız mı?” Kırlangıçlar hiçbir şey bilmiyorlardı. Leylek ise oldukça düşünceli görünüyordu. Başını salladı ve “Evet, sanırım ben biliyorum. Mısır’dan dönerken pek çok yeni gemiye rastladım. Gemilerde çok gösterişli direkler vardı. Bu direkler, senin sözünü ettiğin ağaçlar olabilir; çünkü çam kokuyorlardı. Onlarla pek çok kez karşılaştım, çok uzun ve görkemlilerdi.”
-Keşke ben de denize gidebilecek kadar büyük olsaydım! Nasıl bir şeydir bu deniz, neye benzer?”
-Hmm, anlatması biraz uzun sürer! dedi Leylek ve uçup gitti.
-Gençliğinin değerini bil! dedi Gün Işığı. “Büyüyor olmanın, tazeliğinin değerini bil!”

Rüzgar ağacı öptü, çiğ taneleri onu gözyaşlarıyla suladı; ama Çam Ağacı bunları anlamadı.
Noel’e doğru, sadece içi içine sığmayan, ormanı terk edip gitmek isteyen Çam Ağacı kadar büyük olanları değil, çok daha genç ağaçları bile keserlerdi. Bu genç ağaçlar, ki özellikle güzel oldukları için seçilirlerdi, dalları kesilmeden at arabalarına yüklenir, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülürlerdi.

-Nereye gidiyorlar? diye sordu Çam Ağacı. “Benden daha uzun değiller ki, hatta bir tanesi benden çok daha küçüktü? Niye hiçbirinin dallarını kesmediler? Nereye gidiyorlar?”

-Biz biliyoruz! Biz biliyoruz!” diye şakıdı serçeler. “Aşağı kasabadaki evlerin camlarından içeriye baktık ve onların nereye götürüldüklerini biliyoruz. Aklının almayacağı kadar büyük bir pırıltıya ve görkeme kavuşuyorlar! Pencerelerden içeriye baktık ve onların sıcak salonların ortasına dikildiğini, şahane süslerle, altın yaldızlı elmalarla, ballı kurabiyelerle, oyuncaklarla ve yüzlerce mumla donatıldıklarını gördük.”

-Peki ya sonra? diye sordu Çam Ağacı bütün dalları titreyerek. “Sonra? Sonra ne oluyor?”
-Bundan başka bir şey görmedik! Ama eşsizdi!”
-Ben de böyle ışıltılı bir gelecek için mi yaratıldım acaba?” diye çığlık attı küçük ağaç. “Denizleri aşmaktan çok daha güzel bir şey bu! Bu istek içimi kemiriyor! Şu Noel bir gelseydi!

-Uzadım artık, geçen yıl götürdükleri ağaçlar kadar da büyüdüm. Ben de bir arabaya konsaydım! O sıcacık salonda, o ihtişam ve şaşaa içinde olsaydım! Ya sonra? Elbet ardından daha iyi, daha güzel şeyler gelir, yoksa beni niye öyle süslesinler ki? Mutlaka daha büyük, daha muhteşem şeyler olur! Değil mi? Ah, nasıl da acı ve özlem duyuyorum. Bana neler oluyor böyle bilmiyorum ki?

-Bizim kıymetimizi bil! dedi hava ve gün ışığı. “Burada, özgürken tazeliğinin ve gencliğinin tadını çıkar. Ama bunlar küçük ağacı hiç mutlu etmiyordu. Büyüdü, büyüdü… Her mevsim yemyeşildi. Koyu yeşil… Yanından geçen insanlar, “Burada çok güzel bir ağaç var!” dediler.

Noel geldiğinde, hepsinden önce o kesildi! Balta bedenine derin bir darbe vurdu. Ağaç inleyerek yere devrildi. Bir acı hissetti. Güçsüzlük… Mutluluğu filan düşünecek hali kalmamıştı. Yurdundan, büyüyüp yeşerdiği topraklardan ayrıldığı için üzgündü. Sevgili eski arkadaşlarını, etrafını saran küçük çalıları ve çiçekleri, evet belki kuşları bile bir daha göremeyeceğini biliyordu. Bu gidiş, hiç de keyifli bir gidiş değildi.
Ağaç kendisine ancak diğer ağaçlarla birlikte çiftlikte arabadan indirilip bir adamın, “Bu mükemmel! Başka ağaca gerek yok!” dediğini duyduğunda geldi. Sonra, iki kentli hizmetkar gelip çam ağacını kocaman, şahane bir salona götürdüler. Duvarlarda boydan boya yağlıboya portreler asılıydı, büyük çini sobanın yanında, kapakları aslan şeklinde Çin vazoları duruyordu. Salonda sallanan sandalyeler, ipek koltuklar, üzeri resimli kitaplar ve paha biçilmez oyuncaklarla, en azından çocukların fikri buydu, dolu büyük masalar vardı.

Çam Ağacı, içi kumla dolu büyük bir fıçıya dikildi. Bunun bir fıçı olduğu anlaşılmıyordu; çünkü yeşil bir kumaşla kaplanmıştı ve altında da geniş, renkli bir halı vardı. Ağaç nasıl da titriyordu! Şimdi ne olacaktı acaba? Hem uşaklar hem de genç hanımlar etrafında dönüyor, onu süslüyorlardı. Dallarına renkli kağıtlardan kesilmiş, içi şekerlemelerle dolu küçük fileler astılar. Her tarafından sanki oracıkta yetişmiş gibi duran altın yaldızla kaplı elmalar ve cevizler sarkıyordu. Dallarına yüzlerce kırmızı, mavi, beyaz mum tutturdular. Yeşil iğne yapraklarının arasında tıpkı canlı insana benzeyen oyuncak bebekler, ki ağaç böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti,  sallanıyordu. En tepesine ise altın simden yapılmış büyük bir yıldız konmuştu. Çok güzeldi. Eşi benzeri görülmedik derecede görkemliydi. “Bu akşam,” dedi herkes hep birlikte, “Bu akşam ışıl ışıl ışıldayacak!”

-Ah, bir akşam olsa! diye düşündü ağaç. Mumlar hemen yakılsa! Sonra ne olur acaba? Ağaçlar ormandan gelip beni izlerler mi? Serçeler pencerelerin önünde uçuşurlar mı? Ben burada kök salarak büyür, yaz kış böyle süslü durur muyum?”

Evet, öyle olacağını çok iyi biliyordu! Ama kabuğunda özlemden kaynaklanan ciddi bir ağrı vardı. Ağaçlar için kabuk ağrısı biz insanlardaki baş ağrısı kadar acı vericidir.
Derken mumları yaktılar. O ne ışıltı ve ihtişamdı öyle! Ağaç bütün dallarıyla birlikte öyle bir titredi ki, mumlardan biri yeşil çam iğnelerini tutuşturuverdi. Canı çok yandı. Genç hanımların hepsi “İmdat!” diye bağrıştılar ve alevler çabucak söndürüldü.

Ağacın artık kıpırdamaya cesaret kalmamıştı. Ne dehşet bir şeydi bu! Bütün bu güzellikleri kaybedeceğinden öylesine korkuyordu ki; kendi parıltısı onu serseme döndürmüştü. Artık salonun iki kanatlı kapısı açılmış, çocuklar içeriye hızla koşmuşlardı, neredeyse ağacı devireceklerdi. Onların peşinden sakince büyükler geldi. Çocuklar bir an için sessizliğe büründüler, ama bu gerçekten sadece bir an sürdü, sonra yine coşkuyla bağırarak koşuştular. Ağacın çevresinde dans ettiler ve hediyeleri birbiri ardına topladılar.

-Ne yapmaya çalışıyor bunlar böyle? diye düşündü ağaç. “Neler oluyor?” Mumlar yanıp eriyor, dallara kadar küçülünce söndürülüyordu ve sonunda çocuklar ağacı talan etme iznini kopardılar. Ağacın üstüne öyle bir atıldılar ki, bütün dalları çatırdadı. Tepesindeki altın yıldızdan tavana bağlanmış olmasaydı yere yıkılırdı.

Çocuklar ellerindeki güzel oyuncaklarla etrafta dans edip duruyorlardı. Yaşlı dadıdan başka ağaçla ilgilenen kimse kalmamıştı artık. O da sadece, dalların arasında bir incir veya elma unutulmuş mu diye bakıyordu.

Çocuklar, “Hikaye isteriz, hikaye isteriz!” diye bağrıştılar ve ufak tefek, şişman bir adamı ağacın yanına doğru çekiştirdiler. Adam ağacın altına oturdu, “Şimdi yeşillikler içindeyiz ve anlatacaklarımı dinlemek bu ağaç için de çok faydalı olabilir; fakat yalnızca tek bir masal anlatacağım. Ivedy-Avedy masalını mı istersiniz, yoksa merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Yumurta Adam Humpty-Dumpty’i mi?”

Çocukların bazıları, “Ivedy-Avedy!” diye bağrıştı, bazıları ise “Yumurta Adam!”diye. Bir şamatadır gidiyordu. Yalnızca Çam Ağacı susuyor ve düşünüyordu: “Benim fikrim sorulmayacak mı? Ben hiçbir şey yapmayacak mıyım?” Ama artık onun işlevi bitmişti. Ağaç kendisinden bekleneni yerine getirmişti, hepsi buydu! Adam, merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Humpty-Dumpty’nin hikayesini anlattı. Çocuklar el çırpıp bağrıştılar: “Anlat, bir tane daha anlat!” Ivedy-Avedy masalını da dinlemek istiyorlardı ama Yumurta Adam ile yetinmek zorunda kaldılar. Çam Ağacı durgun ve düşünceliydi, ormandaki kuşlar hiç böyle bir şeyden söz etmemişlerdi. Yumurta Adam merdivenlerden düşmüş ve prensesle evlenmiş ha! “Evet, bu dünya böyle işte!” diye düşündü Çam Ağacı ve masalı anlatan adam kibar biri olduğu için anlattıklarını gerçek sandı. “Tabii, kim bilir belki ben de merdivenden düşerim ve ben de bir prensesle evlenirim,” dedi kendi kendisine. Sonra da, ertesi gün tekrar mumlarla, oyuncaklarla, yaldızlar ve meyvelerle donatılacağını düşünüp sevindi.

-Yarın titremeyeceğim! diye düşündü. “Güzelliğimin keyfini süreceğim. Yarın yine Yumurta Adam’ın hikayesini dinleyeceğim. Belki Ivedy-Avedy’ninkini bile… Böylece bütün gece boyunca sessiz ve düşünceli şekilde dikildi.
Ertesi sabah, uşak ile hizmetçi geldi.

-İhtişam yeniden başlıyor işte!” diye düşündü ağaç, ama gelenler onu sürükleyerek salondan ve sonra merdivenlerden çıkarıp tavan arasında ışıksız, kapkaranlık bir köşeye terk ettiler. “Bu da ne demek oluyor!” dedi. “Ben burada ne işim var! Burada ne dinleyeceğim şimdi?”

Duvara dayanıp öylece durdu. Düşündü, düşündü… Düşünmek için bolca zamanı vardı, çünkü günler ve geceler öylece akıp geçiyordu. Yukarı hiç kimse çıkmadı, sonunda biri göründüyse de, o da büyük kasaları bir köşeye koymak için gelmişti. Ağaç iyice arkada kalmıştı ve nerdeyse tamamen unutulmuştu.“Şimdi dışarıda kış var!” diye düşündü Çam Ağacı. “Toprak serttir ve karla kaplıdır, insanlar beni toprağa dikemezler; herhalde bu yüzden bahara kadar burada kalacağım. Ne kadar ince düşünceliler! Ne kadar da iyi insanlar! Ama keşke burası bu kadar karanlık ve ıssız olmasaydı! Küçük bir tavşan bile yok! Ormanda her yer karla kaplandığında, tavşan ne güzel zıplayarak yanımdan geçerdi. Gerçi üzerimden de atlardı ve ben o zamanlar ben bundan hiç hoşlanmazdım. Şimdi burada ne kadar korkunç bir yalnızlık var.”

O anda, minik bir fare “Mik, mik!” diyerek geldi. Peşinden bir tane daha… Çam Ağacı’nı burunlarıyla kokladılar ve sonra dallarının arasına giriverdiler.

-Feci soğuk! dedi fareler. “Burası gayet iyi sayılır! Öyle değil mi, yaşlı Çam Ağacı?”

-O kadar da yaşlı değilim! diye karşılık verdi Çam Ağacı. “Benden çok daha yaşlı olanlar var!”
-Nerelisin?” diye sordu fareler. “Neler bilirsin?” Çok meraklıydılar. “Bize dünyanın en güzel yerini anlatsana! Oraya hiç gittin mi? Hani o raflarında peynirlerin yığılı durduğu, tavanlarından jambonlar sarkan, donyağında dansettiğin ve cılız girip şişman çıktığın kiler?”

-Ben orayı bilmiyorum, dedi ağaç, “Ama güneşin pırıl pırıl parladığı, kuşların öttüğü ormanı biliyorum!

Sonra onlara gençliğinde gördüklerini anlattı . Minik fareler daha önce hiç böyle şeyler duymamışlardı. İlgiyle dinlediler ve ‘Ne çok şey görmüşsün, ne kadar da mutluymuşsun!” dediler.

-Ben mi? diye karşılık verdi Çam Ağacı ve kendi anlattıkları üzerinde şöyle bir düşündü. “Evet, aslında gerçekten çok eğlenceli günlerdi!” dedi. Sonra, kurabiyelerle ve mumlarla süslendiği o yılbaşı gecesini anlattı.

-Ooo, yaşlı Çam Ağacı, ne kadar da mutluymuşsun! dedi minik fareler.
-Hiç de yaşlı değilim!” diye cevap verdi Çam Ağacı. “Ormandan daha bu kış geldim! En güzel çağımdayım, şu an için gelişimim durmuş olsa da!”
-Her şeyi ne kadar da güzel anlatıyorsun! dedi fareler ve ertesi gece ağacın anlatacaklarını dinlemeleri için dört küçük fare daha getirdiler. Ağaç anlattıkça her şeyi daha net hatırlıyordu ve düşünüyordu: “Ne mutlu günlerdi! O zamanlar yine geri gelebilir. Yumurta Adam merdivenlerden düştüğü halde prensesle evlendi; belki ben de bir prensesle evlenebilirim!” Bunları düşünürken, ormanda yetişen küçük ve çok hoş bir huş ağacını anımsadı. Çam Ağacı için o, güzeller güzeli bir prensesti.

-Kimdir bu Yumurta Adam? diye sordu fareler.

Bunun üzerine Çam Ağacı, her kelimesini hatırladığı masalı anlattı. Fareler zevkten neredeyse ağacın tepesine sıçrayacak gibi oldular. Ertesi gece daha çok fare toplandı, hatta Pazar günü iki de büyük sıçan geldi. Ama sıçanlar, masalı hiç komik bulmadıklarını söylediler. Bu durum küçük fareleri çok üzdü, artık onlar da masalı eskisi kadar güzel bulmuyorlardı.
-Siz bir tek bu hikayeyi mi biliyorsunuz? diye sordu sıçanlar.
-Bir tek bunu biliyorum. Diye cevap verdi ağaç, “Bu benim hayatımın en mutlu akşamına ait; ama o zamanlar ne kadar mutlu olduğumu hiç düşünmemiştim.”
-Çok sıkıcı bir masal bu! Şöyle içinde et ve donyağı olan bir masal bilmiyor musunuz ya da kilerler hakkında hikayeler?”
-Hayır!” dedi ağaç.
-Peki teşekkürler öyleyse! diye cevap verdi sıçanlar ve evlerine döndüler.

Sonunda küçük fareler de gelmez oldular. Ağaç içini çekerek:

-Minik fareler etrafımda oturup anlattıklarımı dinlerken her şey ne kadar hoştu! Artık bu da geçip gitti! Ama beni buradan çıkaracakları günü hatırlayıp yeniden sevinebilirim!

Peki bu ne zaman oldu? Bir sabah vakti… İnsanlar gelip çatı katında ortalığı didiklediler. Kasaların yeri değiştirildi ve ağaç öne çekildi. Gerçi adamlar onu zemine biraz sertçe ittiler, ama hemen bir hizmetkar gelerek ağacı gün ışığının görüldüğü merdivene sürükledi.“İşte hayat yeniden başlıyor!” diye düşündü ağaç.Temiz havayı, gün ışığını hissetti.

Artık dışarıda, avludaydı. Her şey çok çabuk olmuş, ağaç kendine şöyle bir bakmayı bile unutmuştu. Etrafta göze atılacak öyle çok şey vardı ki. Avlu bir bahçeye bitişikti ve burada her şey çiçek açmıştı. Küçük çitin üzerindekı güller taptazeydiler ve mis gibi kokuyorlardı, ıhlamur ağaçları çiçek açmıştı ve kırlangıçlar etrafta ”Cik cik, sevdiğim geldi.” Diyerek uçuşuyorlardı. Söz ettikleri kişi ağaç değildi. “Yeniden yaşamaya başlayacağım!” dedi ağaç sevinçle ve dallarını yaymaya çalıştı. Ah, ne yazık ki hepsi kuruyup sararmış ve kırılganlaşmıştı. Isırganlar ile otların üzerinde bir köşede öylece yatıyordu. Altın yıldızı hala tepesinde duruyor, berrak gün ışığının altında parlıyordu.

Avluda birkaç neşeli çocuk oynuyordu, Noel gecesi ağacın etrafında danseden ve ağacın etrafında çok mutlu görünen çocuklardan bazılarıydı bunlar. En küçüklerinden biri gelip ağacın tepesindeki yıldızı çekerek kopardı.“Bakın şu eski ve çirkin Noel ağacında ne buldum!” diye bağırarak ağacın dalları üzerinde tepindi. Dallar çocuğun çizmelerinin altında çatırdıyordu. Ağaç, bahçede açan tazecik çiçeklere baktı, sonra kendine bir baktı ve çatı katındaki karanlık köşesinde olmayı diledi. Ormandaki gençliğini, o şen Noel akşamını ve Yumurta Adam’ın hikayesini keyifle dinleyen küçük fareleri…

-Geçti! Geçti gitti! dedi zavallı ağaç. “Keşke yapabiliyorken tadını çıkarsaydım bunların! Geçti artık!”

Derken bir çalışan geldi ve baltasıyla ağacı küçük parçalara böldü. Artık orada bir odun yığını vardı. Kocaman bir kazanın altında alev alev yanmaya başlamıştı. Derin derin iç çekiyor, her inleyişi küçük bir vuruşu andırıyordu. O yüzden oynarken bu sesleri duyan çocuklar koşup geldiler ve ateşin önüne oturdular. Ona bakarak “Çat! Pat!” diye bağrıştılar. Aslında çektiği her bir ah ile ağaç, ormandaki bir yaz gününü, yıldızların ışıldadığı bir kış gecesini düşünüyordu. O Noel akşamını, dinlediği ve anlatabildiği tek masal olan Yumurta Adam’ı düşündü. Böylece yandı, bitti, kül oldu.

Çocuklar avluda oynuyorlardı. En küçükleri göğsüne, ağacın hayatının en mutlu gecesinde taşıdığı altın yıldızı takmıştı. O gece çoktan geçmişti, ağaç artık yoktu ve onunla birlikte hikayesi de sona ermişti. Bütün hikayeler gibi…

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

Kaynak: https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/grantraeet

 

sallanan at

 

The Fir Tree

Out in the woods stood such a pretty little fir tree. It grew in a good place, where it had plenty of sun and plenty of fresh air. Around it stood many tall comrades, both fir trees and pines.

The little fir tree was in a headlong hurry to grow up. It didn’t care a thing for the warm sunshine, or the fresh air, and it took no interest in the peasant children who ran about chattering when they came to pick strawberries or raspberries. Often when the children had picked their pails full, or had gathered long strings of berries threaded on straws, they would sit down to rest near the little fir. “Oh, isn’t it a nice little tree?” they would say. “It’s the baby of the woods.” The little tree didn’t like their remarks at all.

Next year it shot up a long joint of new growth, and the following year another joint, still longer. You can always tell how old a fir tree is by counting the number of joints it has.

“I wish I were a grown-up tree, like my comrades,” the little tree sighed. “Then I could stretch out my branches and see from my top what the world is like. The birds would make me their nesting place, and when the wind blew I could bow back and forth with all the great trees.”

It took no pleasure in the sunshine, nor in the birds. The glowing clouds, that sailed overhead at sunrise and sunset, meant nothing to it.

In winter, when the snow lay sparkling on the ground, a hare would often come hopping along and jump right over the little tree. Oh, how irritating that was! That happened for two winters, but when the third winter came the tree was so tall that the hare had to turn aside and hop around it.

“Oh, to grow, grow! To get older and taller,” the little tree thought. “That is the most wonderful thing in this world.”

In the autumn, woodcutters came and cut down a few of the largest trees. This happened every year. The young fir was no longer a baby tree, and it trembled to see how those stately great trees crashed to the ground, how their limbs were lopped off, and how lean they looked as the naked trunks were loaded into carts. It could hardly recognize the trees it had known, when the horses pulled them out of the woods.

Where were they going? What would become of them?

In the springtime, when swallows and storks came back, the tree asked them, “Do you know where the other trees went? Have you met them?”

The swallows knew nothing about it, but the stork looked thoughtful and nodded his head. “Yes, I think I met them,” he said. “On my way from Egypt I met many new ships, and some had tall, stately masts. They may well have been the trees you mean, for I remember the smell of fir. They wanted to be remembered to you.”

“Oh, I wish I were old enough to travel on the sea. Please tell me what it really is, and how it looks.”

“That would take too long to tell,” said the stork, and off he strode.

“Rejoice in your youth,” said the sunbeams. “Take pride in your growing strength and in the stir of life within you.”

And the wind kissed the tree, and the dew wept over it, for the tree was young and without understanding.

When Christmas came near, many young trees were cut down. Some were not even as old or as tall as this fir tree of ours, who was in such a hurry and fret to go traveling. These young trees, which were always the handsomest ones, had their branches left on them when they were loaded on carts and the horses drew them out of the woods.

“Where can they be going?” the fir tree wondered. “They are no taller than I am. One was really much smaller than I am. And why are they allowed to keep all their branches? “Where can they be going?”

“We know! We know!” the sparrows chirped. “We have been to town and peeped in the windows. We know where they are going. The greatest splendor and glory you can imagine awaits them. We’ve peeped through windows. We’ve seen them planted right in the middle of a warm room, and decked out with the most splendid things-gold apples, good gingerbread, gay toys, and many hundreds of candles.”

“And then?” asked the fir tree, trembling in every twig. “And then? What happens then?”

“We saw nothing more. And never have we seen anything that could match it.”

“I wonder if I was created for such a glorious future?” The fir tree rejoiced. “Why, that is better than to cross the sea. I’m tormented with longing. Oh, if Christmas would only come! I’m just as tall and grown-up as the trees they chose last year. How I wish I were already in the cart, on my way to the warm room where there’s so much splendor and glory. Then-then something even better, something still more important is bound to happen, or why should they deck me so fine? Yes, there must be something still grander! But what? Oh, how I long: I don’t know what’s the matter with me.”

“Enjoy us while you may,” the air and sunlight told him. “Rejoice in the days of your youth, out here in the open.”

But the tree did not rejoice at all. It just grew. It grew and was green both winter and summer-dark evergreen. People who passed it said, “There’s a beautiful tree!” And when Christmas time came again they cut it down first. The ax struck deep into its marrow. The tree sighed as it fell to the ground. It felt faint with pain. Instead of the happiness it had expected, the tree was sorry to leave the home where it had grown up. It knew that never again would it see its dear old comrades, the little bushes and the flowers about it-and perhaps not even the birds. The departure was anything but pleasant.

The tree did not get over it until all the trees were unloaded in the yard, and it heard a man say, “That’s a splendid one. That’s the tree for us.” Then two servants came in fine livery, and carried the fir tree into a big splendid drawing-room. Portraits were hung all around the walls. On either side of the white porcelain stove stood great Chinese vases, with lions on the lids of them. There were easy chairs, silk-covered sofas and long tables strewn with picture books, and with toys that were worth a mint of money, or so the children said.

The fir tree was planted in a large tub filled with sand, but no one could see that it was a tub, because it was wrapped in a gay green cloth and set on a many-colored carpet. How the tree quivered! What would come next? The servants and even the young ladies helped it on with its fine decorations. From its branches they hung little nets cut out of colored paper, and each net was filled with candies. Gilded apples and walnuts hung in clusters as if they grew there, and a hundred little white, blue, and even red, candles were fastened to its twigs. Among its green branches swayed dolls that it took to be real living people, for the tree had never seen their like before. And up at its very top was set a large gold tinsel star. It was splendid, I tell you, splendid beyond all words!

“Tonight,” they all said, “ah, tonight how the tree will shine!”

“Oh,” thought the tree, “if tonight would only come! If only the candles were lit! And after that, what happens then? Will the trees come trooping out of the woods to see me? Will the sparrows flock to the windows? Shall I take root here, and stand in fine ornaments all winter and summer long?”

That was how much it knew about it. All its longing had gone to its bark and set it to arching, which is as bad for a tree as a headache is for us.

Now the candles were lighted. What dazzling splendor! What a blaze of light! The tree quivered so in every bough that a candle set one of its twigs ablaze. It hurt terribly.

“Mercy me!” cried every young lady, and the fire was quickly put out. The tree no longer dared rustle a twig-it was awful! Wouldn’t it be terrible if it were to drop one of its ornaments? Its own brilliance dazzled it.

Suddenly the folding doors were thrown back, and a whole flock of children burst in as if they would overturn the tree completely. Their elders marched in after them, more sedately. For a moment, but only for a moment, the young ones were stricken speechless. Then they shouted till the rafters rang. They danced about the tree and plucked off one present after another.

“What are they up to?” the tree wondered. “What will happen next?”

As the candles burned down to the bark they were snuffed out, one by one, and then the children had permission to plunder the tree. They went about it in such earnest that the branches crackled and, if the tree had not been tied to the ceiling by the gold star at top, it would have tumbled headlong.

The children danced about with their splendid playthings. No one looked at the tree now, except an old nurse who peered in among the branches, but this was only to make sure that not an apple or fig had been overlooked.

“Tell us a story! Tell us a story!” the children clamored, as they towed a fat little man to the tree. He sat down beneath it and said, “Here we are in the woods, and it will do the tree a lot of good to listen to our story. Mind you, I’ll tell only one. Which will you have, the story of Ivedy-Avedy, or the one about Humpty-Dumpty who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess?”

“Ivedy-Avedy,” cried some. “Humpty-Dumpty,” cried the others. And there was a great hullabaloo. Only the fir tree held its peace, though it thought to itself, “Am I to be left out of this? Isn’t there anything I can do?” For all the fun of the evening had centered upon it, and it had played its part well.

The fat little man told them all about Humpty-Dumpty, who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess. And the children clapped and shouted, “Tell us another one! Tell us another one!” For they wanted to hear about Ivedy-Avedy too, but after Humpty-Dumpty the story telling stopped. The fir tree stood very still as it pondered how the birds in the woods had never told it a story to equal this.

“Humpty-Dumpty tumbled downstairs, yet he married the Princess. Imagine! That must be how things happen in the world. You never can tell. Maybe I’ll tumble downstairs and marry a princess too,” thought the fir tree, who believed every word of the story because such a nice man had told it.

The tree looked forward to the following day, when they would deck it again with fruit and toys, candles and gold. “Tomorrow I shall not quiver,” it decided. “I’ll enjoy my splendor to the full. Tomorrow I shall hear about Humpty-Dumpty again, and perhaps about Ivedy-Avedy too.” All night long the tree stood silent as it dreamed its dreams, and next morning the butler and the maid came in with their dusters.

“Now my splendor will be renewed,” the fir tree thought. But they dragged it upstairs to the garret, and there they left it in a dark corner where no daylight ever came. “What’s the meaning of this?” the tree wondered. “What am I going to do here? What stories shall I hear?” It leaned against the wall, lost in dreams. It had plenty of time for dreaming, as the days and the nights went by. Nobody came to the garret. And when at last someone did come, it was only to put many big boxes away in the corner. The tree was quite hidden. One might think it had been entirely forgotten.

“It’s still winter outside,” the tree thought. “The earth is too hard and covered with snow for them to plant me now. I must have been put here for shelter until springtime comes. How thoughtful of them! How good people are! Only, I wish it weren’t so dark here, and so very, very lonely. There’s not even a little hare. It was so friendly out in the woods when the snow was on the ground and the hare came hopping along. Yes, he was friendly even when he jumped right over me, though I did not think so then. Here it’s all so terribly lonely.”

“Squeak, squeak!” said a little mouse just then. He crept across the floor, and another one followed him. They sniffed the fir tree, and rustled in and out among its branches.

“It is fearfully cold,” one of them said. “Except for that, it would be very nice here, wouldn’t it, you old fir tree?”

“I’m not at all old,” said the fir tree. “Many trees are much older than I am.”

“Where did you come from?” the mice asked him. “And what do you know?” They were most inquisitive creatures.

“Tell us about the most beautiful place in the world. Have you been there? Were you ever in the larder, where there are cheeses on shelves and hams that hang from the rafters? It’s the place where you can dance upon tallow candles-where you can dart in thin and squeeze out fat.”

“I know nothing of that place,” said the tree. “But I know the woods where the sun shines and the little birds sing.” Then it told them about its youth. The little mice had never heard the like of it. They listened very intently, and said, “My! How much you have seen! And how happy it must have made you.”

“I?” the fir tree thought about it. “Yes, those days were rather amusing.” And he went on to tell them about Christmas Eve, when it was decked out with candies and candles.

“Oh,” said the little mice, “how lucky you have been, you old fir tree!”

“I am not at all old,” it insisted. “I came out of the woods just this winter, and I’m really in the prime of life, though at the moment my growth is suspended.”

“How nicely you tell things,” said the mice. The next night they came with four other mice to hear what the tree had to say. The more it talked, the more clearly it recalled things, and it thought, “Those were happy times. But they may still come back-they may come back again. Humpty-Dumpty fell downstairs, and yet he married the Princess. Maybe the same thing will happen to me.” It thought about a charming little birch tree that grew out in the woods. To the fir tree she was a real and lovely Princess.

“Who is Humpty-Dumpty?” the mice asked it. So the fir tree told them the whole story, for it could remember it word by word. The little mice were ready to jump to the top of the tree for joy. The next night many more mice came to see the fir tree, and on Sunday two rats paid it a call, but they said that the story was not very amusing. This made the little mice to sad that they began to find it not so very interesting either.

“Is that the only story you know?” the rats asked.

“Only that one,” the tree answered. “I heard it on the happiest evening of my life, but I did not know then how happy I was.”

“It’s a very silly story. Don’t you know one that tells about bacon and candles? Can’t you tell us a good larder story?”

“No,” said the tree.

“Then good-by, and we won’t be back,” the rats said, and went away.

At last the little mice took to staying away too. The tree sighed, “Oh, wasn’t it pleasant when those gay little mice sat around and listened to all that I had to say. Now that, too, is past and gone. But I will take good care to enjoy myself, once they let me out of here.”

When would that be? Well, it came to pass on a morning when people came up to clean out the garret. The boxes were moved, the tree was pulled out and thrown-thrown hard-on the floor. But a servant dragged it at once to the stairway, where there was daylight again.

“Now my life will start all over,” the tree thought. It felt the fresh air and the first sunbeam strike it as if it came out into the courtyard. This all happened so quickly and there was so much going around it, that the tree forgot to give even a glance at itself. The courtyard adjoined a garden, where flowers were blooming. Great masses of fragrant roses hung over the picket fence. The linden trees were in blossom, and between them the swallows skimmed past, calling, “Tilira-lira-lee, my love’s come back to me.” But it was not the fir tree of whom they spoke.

“Now I shall live again,” it rejoiced, and tried to stretch out its branches. Alas, they were withered, and brown, and brittle. It was tossed into a corner, among weeds and nettles. But the gold star that was still tied to its top sparkled bravely in the sunlight.

Several of the merry children, who had danced around the tree and taken such pleasure in it at Christmas, were playing in the courtyard. One of the youngest seized upon it and tore off the tinsel star.

“Look what is still hanging on that ugly old Christmas tree,” the child said, and stamped upon the branches until they cracked beneath his shoes.

The tree saw the beautiful flowers blooming freshly in the garden. It saw itself, and wished that they had left it in the darkest corner of the garret. It thought of its own young days in the deep woods, and of the merry Christmas Eve, and of the little mice who had been so pleased when it told them the story of Humpty-Dumpty.

“My days are over and past,” said the poor tree. “Why didn’t I enjoy them while I could? Now they are gone-all gone.”

A servant came and chopped the tree into little pieces. These heaped together quite high. The wood blazed beautifully under the big copper kettle, and the fir tree moaned so deeply that each groan sounded like a muffled shot. That’s why the children who were playing near-by ran to make a circle around the flames, staring into the fire and crying, “Pif! Paf!” But as each groans burst from it, the tree thought of a bright summer day in the woods, or a starlit winter night. It thought of Christmas Eve and thought of Humpty-Dumpty, which was the only story it ever heard and knew how to tell. And so the tree was burned completely away.

The children played on in the courtyard. The youngest child wore on his breast the gold star that had topped the tree on its happiest night of all. But that was no more, and the tree was no more, and there’s no more to my story. No more, nothing more. All stories come to an end.

http://www.andersen.sdu.dk/vaerk/hersholt/TheFirTree_e.html

sallanan at

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı (1. Bölüm)

Bir Hırsızlık Masalı

Varlığı insanınkine paralel şekilde uzanan masallar, yüzyıllardır köylülerin dillerinden dokumacı kadınların ipliklerine, soyluların salonlarından masal toplayıcılarının kalemlerine, çocuk kitaplarının raflarından yepyeni sanat dallarına yolculuk ediyor. Her yeni anlatımda yeniden doğan, yeniden serpilip büyüyen ve yeniden şekillenen masallar, bugün hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda.Vintage-Floral-WreathDarkFairyHer ne kadar Disney’in, şiddetten ve karanlık yüzünden arındırılıp şeker pembesine boyanmış masal filmleri nedeniyle bu tür, birçok insan için romantik ve gerçek dışı bir mutluluğun sembolu haline gelmiş olsa da, ona biraz daha yakından baktığımızda, gülümseyen süslerinin ve ışıldayan güzelliğinin ardında insanın tüm gerçekliğini ve hayatın bütün acılarını katmanlar halinde sakladığını görürüz. Tüm kayıpları ve yoksunlukları, uğradığı haksızlıklar, tanık olduğu tacizler, geçirdiği travmalar arasında olgunlaşırken kendisini çiçek ve baharat kokularıyla, parlak mücevherlerle, sevgiyle, aşkla, umutla, renk renk giysilerle süsleyen insanoglu gibi. Güzellik ve çirkinliğin birbirine sarıldığı, iyilikle kötülüğün bazen karışarak, bazense akıntıyla birbirinden ayrılarak yolunu bulduğu, hayattan türediğinden olacak, hep değişen ve yaşına inat hiç eskimeyen masallarımız… Umutlu ve umutsuz iki noktanın arasında, güzeli öpmek, yumuşak kediye sarılmak, mis kokan kahveyi yudumlamak, kremalı kekten bir lokma almak, içli bir şiiri okumak kadar ihtiyaç. Hayatın ta kendisi…Vintage-Floral-WreathAlchetronHepimizin bildiği gibi bu tür, içinde çok çeşitli alt türleri ve biçimleri barındırıyor. Yazımın devamında sizlere masal kelimesiyle özdeşleştirmeyi en çok sevdiğimiz peri hikayelerinden ve perilerden söz etmek istiyorum. Peri deyince aklımıza daha çok insanlara iyilik yapma amacıyla var olan sihirli kadınlar gelse de perilerin icinde var oldukları kültürleri yansıtan çok çeşitli fonksiyonları var. O sepeble de İrlanda, Britanya ve muhtemelen daha birçok coğrafyada hikayeleri anlatılan periler, karşımıza aslında alışkın olduğumuzdan çok daha değişik karakterlerde çıkabiliyor. İrlanda ve Britanya masallarında çokça rastladığımız, kendilerine saygı duymayan ya da yanlış davranan insanları cezalandırmaktan, yeri geldiğinde onlara acı verici dersler vermekten çekinmeyen bu tekinsiz yaratıkların var olma amacı insanların dileklerini yerine getirmek için yaşayan, kabarık etekli ve tül kanatlı meleksi kadınlarınkinden biraz daha farklı.
İki bölümden oluşan bu yazı tam da böyle, Disney filmlerinde karşılaştıklarımızdan daha karanlık ve ürkütücü bir profil çizen perileri konu alıyor; yani hırsız perileri ve Changeling hikayelerini. Sinemacılar eserlerinde, kötüler tarafından çalınan daha doğrusu değiş tokuş edilen çocukları ya da kaybedilenin yerine sunulan alternatifleri işlemeyi seviyor. Sinemada hem daha gerçekçi hem aynı derecede büyülü şekilde yorumlanmış çeşitli örnekler bulmak mümkün. Elbette Changeling masallarının temeli de onu yaratan insanların geçmisteki inançlarına ve hikayelerine dayandığı için yaratıcı çalışmalarda bu konuya rastlamak şaşırtıcı değil.Vintage-Floral-WreathThe Captive RobinChangeling, yani değiş tokuş hikayesine göre periler, insanlardan cok da uzak olmayan kendilerine ait bir alanda yaşarlar ve onlarla aralarındaki ilişkiyi son derece mesafeli tutarlar. Çoğunlukla insanlara kendilerini göstermekten hoşlanmayan bu gizemli varlıklar, yeri geldiğinde hırsızlık ve haksızlık yapmaktan kaçınmazlar. Farkli coğrafyalarda cin, nisse, peri gibi farklı adlarla varolan bu tuhaf yaratıklar bazen insanların bebeklerine göz koyarlar ve bir bebek kaçırdıkları zaman yerine kendilerinden birini bırakmayı ihmal etmezler. İşte Changeling bu masal tipinde çalınan bebeğin yerine anneye verilen hasta, çirkin ya da istenmeyen peri bebeğe deniyor. Bazı hikayelerde insan bebekle değiştirilen varlık, cansız bir nesne ya da periler toplumunda artık istenmediği için insanların arasına gönderilen bir karakter de olabiliyor. Masalda anne yaşadığı kabusu herkese ifade edemese de elbette bebeğinin değiştirildiğini ve beşikte yatanın kendisine ait olmadığını anlıyor ve bu varlığın kendi çocuğu olmadığını biliyor. Masalın gidişatına göre bir takım görevler yerine getirerek bebeğine yeniden kavuşuyor ya da onu sonsuza kadar kaybediyor. Kimi araştırmacılara göre Changeling masalları doğumu takip eden süreçte depresyona giren, dünyaya getirdiği bebekle umduğu anne çocuk bağını kuramayan ve belki çocuğunu reddeden, ona zarar veren annelerin hikayelerine dayanıyor. Bilimin bugünkü kadar yolumuzu aydınlatamadığı dönemlerde, ansızın gerçekleşen bebek kayıplarını ve hastalıklarını hurafelerle ve peri hikayeleriyle açıklayan ya da kayıplarını tıpkı şarkılarla, türkülerle olduğu gibi masalların metaforik anlatımlarıyla da dile dökme gereksinimi duyan insanları anlamak zor değil. Sihirle ve gerçek üstü motiflerle bezeli masalların ardındaki gerçekleri ararken insan psikolojisini hedef alan bir perspektif tercih eden veya sinema ve halk masalları arasındaki bağlantı hakkında araştırma yapmak isteyen öğrenciler için değiş tokuş konusu güzel ve ilginç bir çalışma alanı yaratabilir diye düşünüyorum.

Changeling kelimesinin folklorik anlamı hakkında çok düşünmesek bile, muhtemelen çoğumuz iki ünlü sinema filmi nedeniyle bu kelimeye daha önceden aşinayız. Yazımın devamında sizlere bu ikisi de dahil olmak üzere bu tip masallardan esinlenilerek çekilmiş birkaç filmden söz etmek istiyorum. Bunlardan en çok bilineni Clint Eastwood tarafından 2008 yılında çekilmiş olan ve başrolünde Angelina Jolie’yi gördüğümüz Sahtekar. Vintage-Floral-Wreath

Changeling / Sahtekar
Sahtekar-ChangelingFilm, 1920’li yıllarda dokuz yaşındaki kayıp oğlunu arayan yalnız bir annenin hikayesini anlatıyor. Hikayeye göre polis çocuğunu arayan kadına yardım edemeyip zor durumda kalınca, olayın üstünü örtmek amacıyla ona kendisine ait olmayan bir çocuk verir. Jolie’nin canlandırdığı Christine Collins karakteri ne kadar itiraz etse de bu çocuğun kendisine ait olmadığını uzun süre ispatlayamaz. Böylece kendi oğluna ulaşmak için sahip olduğu şans azalır. Film gerçek bir hikayeden esinlenilerek çekilmiş ve insanın damağında buruk bir tat, kalbinde karanlık bir nokta bırakarak bitiyor. Üzüntü, haksızlığa tahammülsüzlük, ölümün uyandırdığı karanlık yas ve umutsuzluk hissi içinizden sızıp gününüzü ve gecenizi sarıyor. İzlediklerim arasında Angelina Jolie’nin oyunculuğunu inandırıcı bulduğum tek film bu sanırım. Türkçe’ye sahtekar adıyla çevrilmesi bence çok şaşırtıcı.
Buraya tıklayarak film hakkında film hakkında daha çok bilgi edinebilirsiniz.
Vintage-Floral-Wreath

The Changeling / Dehşet
TheChangeling-DehşetChangeling adını taşıyan ikinci filmse aslında daha eski, 1980 yılından Peter Medak’a ait bir korku filmi. Kızını ve karısını bir trafik kazasında kaybeden ünlü bir kompozitor, müzik çalışmalarına devam etmek için, arkadaşlarının önerisiyle çok büyük, tarihi bir köşke taşınır; ancak bu güzel ve görkemli ev, içinde korkunç bir sır saklamaktadır. Ben bu filmi, tipik perili ev hikayelerinden daha farklı bir derinliğe sahip, duygusal bir gerilim filmi olarak algıladım. Devamını anlatarak henüz izlememiş okurlarımın hevesini kaçırmak istemiyorum. Hayalet ve perili ev hikayelerini seviyorsanız, ani seslerle oturduğunuz yerde zıplamak yerine atmosferik, içinize işleyen filmlerden hoşlanıyorsanız, bu tür yapıtların en güzellerinden biri olan The Changeling‘i mutlaka izlemenizi öneririm. Tıpkı masallarda olduğu gibi, bu filmde de korkunç bir trajediyi, şahane bir anlatımla ve dekorla süslenmiş buluyoruz. Film hakkında biraz daha bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz.Vintage-Floral-Wreath

The Daisy Chain / Daisy’nin Dehşeti
The Daisy Chain-Daisy'nin DehşetiThe Daisy Chain ile birlikte Changeling hikayelerinin anavatanı diyebileceğimiz İrlanda’ya gidiyoruz. Muhteşem bir doğanın ev sahipliği yaptığı bu enteresan filmin konusu diğerlerinden biraz daha farklı ve bence orjinal değiş tokuş masallarına biraz daha çok benziyor.
Hikayemizin odak noktasında, bebeklerini kaybettikten sonra yaşadıkları şehir Londra’yı terkedip İrlanda kıyılarına yerleşen Martha ve Tomas Conroy var. Genç çift İrlanda’daki yeni düzenlerine adapte olmaya çalışır ve ikinci bebeklerinin doğumuna hazırlanırken yaşamlarına önce erkek kardeşini sonra ebeveynlerini kaybeden Daisy adında küçük bir kız çocuğu giriyor. Ailesini ve evini kaybetmiş bu özel çocuğa sahip çıkmaya karar veren çifti hoşlarına gitmeyecek sürprizler bekliyor.

Filmin imdb linki burada.

Vintage-Floral-WreathLabyrinth/Labirent

LabyrinthLabirent sizlere söz ettiklerim içinde çocukların izleyebilecegi tek film. Elbette bu film de çok küçük çocuklara uygun sayılmaz; ancak en azından korku filmi kategorisinde değil. Labirent resmen, Muppet Show ve Susam Sokağı’nın yaratıcısı Jim Henson masalsı bir sinema filmi çekseydi nasıl olurdu diye merak edenler için cevap niteliğinde bir eser olmuş. Başrolleri paylaşan David Bowie ve Jennifer Connelly, 1986 yılına ait bu tatlı müzikali çekerlerken, çok eğlenmişlerdir eminim. Muppet Show’unkileri andıran komik diyalogları takip ederken araya giren şahane müziklerle izleyici adeta kendisini seksenli yılların kucağında, David Bowie’nin ninnileriyle sallanırken buluyor. Maurice Sendak’in Outside Over There adlı kitabindan esinlenilerek çekilmiş bu yapımda Bowie’yi kırpık saçları, parlak pelerini ve taytıyla goblinlerin kralı Jareth rolünde görüyoruz. Hikayeye göre, goblinler, henüz minicik bir bebek olan kardeşi Toby’e bakmaktan hiç keyif almayan ve isyankar bir tavır içinde ondan kurtulmak isteyen on beş yaşındaki Sarah’ın dileğini duyarlar ve minik bebeği yatağından alıp götürürler. Kardeşinin gerçekten goblinler tarafından kaçırıldığını farkeden Sarah, yaptığına çok pişman olur ve Toby’i geri getirmek için yola düşer.

Ben Labirent‘i, Maurice Sendak hakkında araştırma yaparken buldum ve bir Cumartesi akşamımı ona ayırdım. On iki yaşına geri dönmek için insanın bir zaman makinesi sahibi olmasına gerek yokmuş. Eski bir filmin, portakallı gazoz ve bir kase çerezin de zamanı geriye götürme yetisine sahip olduğunu Labirent sayesinde öğrenmiş oldum.

Filmin, Sendak’ın bir kitabından esinlenilerek çekildiğine değinmiştim. Aslında goblin kuklaların hemen hepsi yine yazarın Vahşi Şeyler Ülkesinde adlı kitabında yer alan canavarlardan esinlenilerek yaratılmışa benziyor. Zaten yapımın ilk sahnelerinde, Sarah’ın odasında kitabın bir kopyasını görmek de mümkün.

Yazının ikinci bölümünde sizlere Outside Over There ve Changeling konusunu işleyen diğer birkaç edebiyat eserinden bahsetmek istiyorum. Uzun bir aradan sonra böyle bir yazı hazırlamak benim için bir zevkti. Umarım sizler de biraz olsun keyif alarak okumuşsunuzdur.

Sevgilerimle,

Eylem Rosseland

Vintage-Floral-Wreath

Bülbül Ve Gül

başlık

Bülbül Ve Gül -Oscar Wilde

Oscar Wilde & Anne Cecilie Røgeberg

-Ona kırmızı güller götürürsem, benimle dans edeceğini söyledi, diye haykırdı genç öğrenci. Ama bahçemde tek bir kırmızı gül bile yok.
Bülbül, meşe ağacının içindeki yuvasından bunu duydu, yaprakların arasından bakıp merak etti.
“Bütün bahçede bir tanecik kırmızı gül yok!”, derken güzel gözleri yaşla dolmuştu. “Ah şu mutluluk ne kadar küçük şeylere bağlı! Bilgelerin bütün yazdıklarını okudum, felsefenin bütün sırlarına eriştim ama yine de kırmızı bir gülün yokluğu hayatımı mahvediyor.”
-İşte, nihayet gerçek bir aşık, dedi bülbül. Hiç tanımadığım halde gecelerce onu şakıdım, gecelerce yıldızlara onun hikayesini anlattım ve şimdi onu görüyorum. Saçları sümbül gibi koyu; dudakları yüreğinin arzuladığı gül kadar kırmızı; ama tutku, yüzünü soluk bir fildişine döndürmüş, keder alnını mühürlemiş.
-Prens yarın gece balo veriyor, diye söylendi genç öğrenci. Benim aşkım da gidecek. Ona kırmızı bir gül götürürsem, gün ağarıncaya dek benimle dans edecek. Ona kırmızı bir gül götürürsem onu kollarıma alacağım. Başını omzuma yaslayacak ve eli elime kenetlenecek. Ama bahçemde hiç kırmızı gül yok; yani yapayalnız oturacağım. O yanımdan geçip gidecek. Bana aldırış etmeyecek ve kalbim kırılacak.
-Gerçek aşık işte bu, dedi bülbül. Benim şakıdıklarımın acısını o çekiyor; benim için mutluluk kaynağı olan, onun için keder. Aşk kesinlikle harika bir şey! Zümrütlerden daha kıymetli, kıymetli opallerden daha değerli. Lallerle değiş tokuş edilemez, çarşıda bulunmaz. Ne tüccarlardan satın alınabilir, ne de terazide altınla tartılabilir.
-Müzisyenler yerlerine oturup telli sazlarını çalacaklar ve sevdiğim, arp ve kemanın sesiyle dans edecek. Dans ederken öyle hafif olacak ki, ayakları yere değmeyecek ve parlak giysileri içindeki saraylılar etrafını saracaklar. Benimle dans etmeyecek, çünkü ona verecek kırmızı bir gülüm yok, diyerek kendisini çimenlerin üzerine attı, yüzünü ellerinin arasına gömdü ve ağladı.
Kuyruğu havada yeşil küçük bir kertenkele, yanından koşarak geçerken sordu:
-Niye ağlıyor?
-Sahi niye, diye sordu bir ışık demetinin ardından kanat çırpmakta olan kelebek.
-Sahi neden, diye alçak ve yumuşak bir sesle yanındakine fısıldadı papatya.
-Kırmızı bir gül için ağlıyor, diye yanıtladı bülbül.
Hepsi bir ağızdan:
-Kırmızı bir gül için mi, diye bağırdılar. Ne kadar gülünç!
Pek alaycı bir şey olan küçük kertenkele kahkahayla güldü. Ama bülbül, öğrencinin kederindeki sırrı anladı; meşe ağacında sessizce oturup aşkın esrarını düşündü. Sonra birden kahverengi kanatlarını açıp havaya yükseldi. Koruyu bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçe boyunca dolaştı. Çimen tarhın ortasında güzel bir gül ağacı duruyordu. Bülbül onu görünce çiçekli dallarından birinin üzerine kondu:
-Bana kırmızı bir gül verirsen, sana şarkılarımın en tatlısını söylerim, dedi.
Fakat ağaç başını iki yana salladı:
-Benim güllerim beyaz, diye yanıt verdi. Denizin köpüğü kadar beyaz, hatta dağların üstündeki kardan bile beyaz. Eski güneş saatinin etrafında yaşayan ağabeyime git. Belki istediğini sana o verebilir.
Bülbül eski güneş saatinin çevresinde büyüyen gül ağacına gitti.
-Bana kırmızı bir gül verirsen, sana şarkılarımın en tatlısını söylerim, diye seslendi.
Ama ağaç başını iki yana salladı:
-Benim güllerim sarı, diye yanıt verdi. Kehribar bir tahtta oturan deniz kızının saçları kadar sarı. Tırpancılar tırpanlarıyla gelinceye dek çayırlarda açan nergisten daha sarı. Öğrencinin penceresinin altında yaşayan ağabeyime git. Belki istediğini sana o verebilir.
Bülbül öğrencinin penceresinin altında biten gül ağacına gitti; ama ağaç başını iki yana salladı.
-Benim güllerim kırmızıdır, diye yanıt verdi. Güvercinin ayakları kadar hatta okyanusun kovuklarında dalgalanan mercanlardan bile kırmızı. Ama, kış damarlarımı dondurdu, don tomurcuklarımı kopardı, fırtına dallarımı kırdı. Bu yıl hiç gül vermeyeceğim.
-Bütün istediğim kırmızı bir gül, diye haykırdı bülbül. Sadece bir tane kırmızı gül! Onu sahip olmanın hiçbir yolu yok mu?
-Bir yol var, dedi ağaç. Ama, öyle korkunç ki sana söylemeye cesaretim yok.
-Söyle, dedi bülbül. Korkmuyorum!
-Eğer kırmızı bir gül istiyorsan, onu ay ışığında müzikten kendin yaratıp, kendi yüreğinin kanıyla boyayacaksın. Kalbini bir dikene dayayarak bana şakımalısın. Bütün gece boyunca ötmelisin ve diken kalbini delmeli. Kanın benim damarlarıma dolup benim olmalı, dedi ağaç.
-Kırmızı bir güle karşılık ölüm çok büyük bir bedel, diye haykırdı bülbül. Yaşam herkes için çok değerli. Yeşil ağaçlarda oturup, altından arabasındaki Güneş’i ve inciden arabasındaki Ay’ı seyretmek keyifli! Akçalının kokusu ve vadilere gizlenen mavi çan çiçekleri tatlı, tepelerdeki fundalar gibi. Fakat tüm bunlara rağmen sevgi, yaşamdan üstündür ve insan yüreğinin yanında bir kuşun yüreği nedir ki?
Kuş kahverengi kanatlarını açıp havaya yükseldi. Bahçenin üzerinden bir gölge gibi uçtu ve bir gölge gibi koruyu geçi.
Genç öğrenci, hala bıraktığı yerde, çimlerde yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı. Bülbül, “Mutlu ol!” diye haykırdı.
-Mutlu ol! Kırmızı güle kavuşacaksın. Onu bu gece ben ay ışığında müzikten yaratıp kendi yüreğimin kanıyla boyayacağım. Buna karşılık, senden bütün istediğim gerçek bir aşık olman; çünkü sevgi, bilge felsefeden daha bilgedir ve güç, kudretli de olsa sevgi ondan kudretlidir. Kaanatları alev rengidir ve alev gibi boyanmıştır vücudu. Dudakları bal kadar tatlı, nefesi buhur gibidir.
Öğrenci, çimenden başını kaldırıp baktı ve dinledi; ama bülbülün kendisine söylediklerini anlayamadı; çünkü o sadece kitaplarda yazılı şeyleri bilirdi. Ama Meşe ağacı anladı ve üzüldü; çünkü kendi dalları arasında yuva kuran küçük bülbülü pek seviyordu.
-Bana son bir şarkı söyle, diye fısıldadı Meşe. Çünkü sen gittiğinde kendimi yalnız hissedeceğim.
Bülbül, meşe ağacı için şakıdı. Sesi gümüş bir ibrikten akan su gibiydi. Bülbül şarkısını bitirdiğinde, öğrenci ayağa kalktı, cebinden bir defter ve kurşunkalem çıkardı. Korudan çıkarken kendi kendine:
-Güzelliği yadsınamaz; ama duyguları var mı? Hiç sanmam. Tıpkı birçok sanatçı gibi, içtenlikten yoksun salt bir biçimden ibaret. Başkaları için kendisini feda etmez. Sadece müziği düşünür ve sanatın bencil olduğunu bilmeyen yoktur. Yine de kabul etmek gerekir ki sesinde bazı güzel nağmeler var. Ne yazık ki bunlar hiçbir anlam taşımadıkları gibi işe de yaramıyorlar, diyerek odasına gitti. Ottan yapılmış küçük yatağına uzanıp sevdiğini düşünmeye başladı ve bir süre sonra uykuya daldı.
Ay gökyüzünde parlayınca, bülbül, gül ağacına gidip göğsünü dikene yasladı. Bütün gece boyunca göğsü dikene dayalı şakıdı ve soğuk kristal Ay aşağı eğilip dinledi. Bülbül gece boyunca öttü ve diken göğsünde gitgide daha derine battı. Kanı kabarıp vücudundan çekildi.
Önce bir erkekle bir kızın yüreğinde doğan aşkı şakıdı. Sonra şarkılar şarkıları izledikçe, taç yaprakları da taç yapraklarını izledi ve gül ağacının en üst dalında olağanüstü güzellikte bir gül açtı. Başlangıçta solgun bir rengi vardı, tıpkı nehrin üzerinde asılı duran sis gibi solgundu. Sabahın ayakları gibi soluk, şafağın kanatları gibi gümüşi… Gümüş bir aynada bir gülün gölgesi gibi, bir gülün sudaki silüeti gibi… İşte böyleydi gül ağacının en üst dalında açan gül.
Ama, gül ağacı bülbüle, “Dikene daha çok yaslan.”, diye seslendi. “Daha çok yaslan küçük bülbül; yoksa gül tamamlanmadan gün doğacak.”
Böylece bülbül dikene daha çok yaslandı ve sesi yükseldikçe yükseldi; çünkü bir erkekle bir kızın ruhundaki tutkunun doğuşunu şakıyordu. Gülün yapraklarına narin bir pembelik geldi; tıpkı gelinin dudaklarını ilk öptüğünde damadın yüzünü kaplayan pembelik gibi. Ama diken henüz bülbülün kalbine değmediği için gülün yüreği de beyaz kalmıştı; çünkü bir gülün yüreğini ancak bir bülbülün yüreğindeki kan kızıllaştırabilirdi.
Ağaç Bülbül’e göğsünü dikene daha çok bastırması için seslendi, “Daha çok yaslan küçük bülbül. Yoksa gül bitmeden gün doğacak.”
Bülbül dikene daha çok yaslandı. Diken bülbülün yüreğine dokundu ve kuşun bütün vücudunu şiddetli bir sızı sardı . Acısı arttıkça artıyor şarkısı gittikçe vahşileşiyordu, çünkü ölümle mükemmelleşen aşk için şakıyordu; mezarda bitmeyecek bir aşkı şakıyordu.
Olağanüstü gül, tıpkı doğudaki semaların gülü gibi kızardı. Kıpkırmızıydı yapraklarının çevresi, kıpkırmızı bir yakut gibiydi kalbi. Ama bülbülün sesi kısıldı. Kanatları çırpınmaya başladı, gözlerine perde indi. Şarkısı gitgide soldu ve boğazına bir şeyin takıldığını hissetti. Ardından son bir güçlü ezgi çıkardı. Beyaz Ay bunu duydu ve şafağı unuttu; gökyüzünde kalakaldı. Kırmızı gül duydu, bütün vücudu coşkuyla titredi ve yapraklarını sabahın serin havasına açtı. Yankı, onu tepelerdeki eflatun oyuğuna taşıdı ve uyuyan çobanları düşlerinden uyandırdı. Irmağın sazlarının arasından aktı ve sazlar onun haberini denize götürdü.
“Bak, bak!”, diye bağırdı ağaç. “Artık gül tamamlandı.” Fakat bülbül yanıt vermedi; çünkü uzun otların içinde, kalbindeki dikenle, cansız yatıyordu.
Öğrenci, öğlen vakti penceresini açıp dışarıya baktı.
“Nasıl, ne harika bir talih bu!” diye haykırdı. İşte kırmızı bir gül! Hayatımda böyle bir gül görmedim. Öyle güzel ki eminim uzun Latince bir adı vardır.”
Aşağı eğilip gülü kopardı. Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle koşa koşa profesörün evine gitti. Profesörün kızı kapının önünde oturmuş, bir makaraya mavi ibrişim sarıyor, küçük köpeği de ayaklarının dibinde yatıyordu.
-Size kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğinizi söylemiştiniz, dedi öğrenci. İşte bütün dünyanın en kırmızı gülü. Bu gece onu kalbinizin üstüne takacaksınız ve biz dans ederken o size sizi ne çok sevdiğimi anlatacak.
Fakat kızın suratı asıldı.
-Korkarım giysime yakışmayacak, yanıtını verdi. Zaten Saray Nazırı’nın yeğeni bana gerçek mücevherler gönderdi ve herkesin bildiği gibi, mücevherler çiçeklerden daha pahalıdır.
-Eh, gerçekten çok nankörmüşsünüz! Dedi öğrenci öfkeyle ve gülü sokağa fırlattı. Gül oradan oluğa düştü ve üzerinden bir at arabasının tekerleği geçti.
-Nankör mü, dedi kız. Size bir şey söyleyim mi? Çok kabasınız! Hem zaten siz kim oluyorsunuz ki? Sadece bir öğrenci. Eminim, ayakkabınızda Nazır’ın yeğenindeki gibi gümüş bir toka bile yoktur, dedi ve sandalyesinden kalkarak eve girdi.
Öğrenci uzaklaşırken:
“Sevgi ne kadar aptalca bir şey!”, dedi. “Mantığın yarısı kadar bile faydası yok; çünkü hiçbir şeyi kanıtlamıyor, sonra hep olmayacak şeylerden söz ediyor, insanı doğru olmayan şeylere inandırıyor. Hatta oldukça işe yaramaz ve çağımızda fayda her şeyin başı. Felsefeye dönüp metafizik çalışacağım.”
Böylece odasına odasına döndü, kocaman, tozlu bir kitap çıkardı ve okumaya başladı.

Oscar Wilde

Çeviren: Eylem Rosseland

Nightingale and the Rose  by Oscar Wilde and Isabelle Brent

‘Bülbül Ve Gül’ – Oscar Wilde & Isabelle Brent