Sayılı gün çabuk geçer derler. Sayılı günlerin sonunda ulaşılacak yer Venedik olduğundan benim için durum pek de öyle olmadı. Tam bir yıl boyunca fotoğraflara bakarak ve belgeseller izleyerek hayaller kurduktan sonra nihayet güzeller güzeli Venedik’i tekrar görme ve doya doya gezme fırsatına eriştim. Bu kez daha uzun kaldığımız için hemen hemen bütün sokaklarını gezme imkanımız oldu. Her mahalleye bir gün ayırarak Venedik’in her yerine birkaç anı sığdırdık. Turist kalabalıklarından sıyrılıp şehrin ruhunu tanımak ve Venediklilerin yaşantılarına tanık olmak için mutlaka bir süre kalmak gerekiyor. Buradaki kanalların, sarayların ve köprülerin hepsi birbirinden güzel. İlk bakışta birbirlerine benzeteceğiniz bu mekanların her birinden diğer saraylar, köprüler, kuleler ve gondollar bir başka açıyla ve bambaşka bir çarpıcılıkta görünüyor. Güneş her dokunduğu yapıya başka bir renk veriyor ve eğer binaları aşıp derin kanallara vurabilirse bambaşka kıpırtılarla yansıyor. İlk günlerde insanın gözü bu zaman zaman neşeli, zaman zaman melankolik ve gizemli manzaralardan başka hiçbir şey görmüyor. Kahvelerini minicik mekanlarda ayaküstü kısa sohbetler eşliğinde içen, taze yiyecek alışverişlerini Rialto Köprüsü’nün hemen yakınındaki pazardan yaptıktan sonra, aldıklarını köprüler yüzünden pazar arabalarıyla evlerine götüren ve Venedik’e özgü gotik pencerelerini açıp yoldan geçen tanıdıklarıyla sohbet eden insanları sonraları farketmeye başlıyorsunuz. Şehrin yaşantısına ve kültürüne dair izlenimleriniz gözlerinizi zamansız ve enfes bir masal büyüsündeki mekanlardan ayırıp, çocuklarını okuldan alan ailelere, ders arasında kanal kenarlarında içeceklerini yudumlayıp, chiccettilerini yerken laflayan üniversitelilere bakabildiğinizde çoğalmaya başlıyor.
Francesco’nun Venedik’i
Bir zamanlar müthiş bir güçle Akdeniz’e hakim olmuş, Doğu’nun ışıltılı kumaşlarını, görkemli kubbelerini, geceleri kulaktan kulağa fısıldanan esrarengiz masallarını ve rengarenk baharatlarını Avrupa’ya taşımış Venedik ve Venediklileri biraz daha yakından tanımak isteyen yetişkin okurlarıma yine yetişkinler için (on beş yaş üstü izleyicilere hitap ediyor) BBC tarafından hazırlanmış güzel bir belgesel önerebilirim. Adı Francesco’s Venice (Francesco’nun Venedik’i) olan bu seriyi bu kadar özel hale getiren kişi Francesco’nun ta kendisi. Aslen Venedikli bir kont olup bütün hayatını Venedik’te geçirmis olan Mimar Francesco da Mosto, Venedik’in tarihini ve hikayelerini yer yer komik, yer yer hüzünlü ama hep ilginç anlatımıyla daha çekici ve daha samimi hale getiriyor. Venedik’e uzaktan ama aynı zamanda içten gözlerle bakmış, onu kendi hikayeleriyle daha yakından izlemiş oluyorsunuz. Belgeselin müzikleri şehrin kendisi gibi son derece gizemli ve sıcak. Francesco’s Venice şu anda Youtube’da mevcut (Buraya tıklayarak ilk parçayı izleyebilirsiniz). Da Mosto’nun BBC ile birlikte hazırladığı tek belgesel bu değil. Venedik serisi çok sevilince onu Italy: Top To Toe, Francesco’s Mediterranean Voyage, Shakespeare in Italy, A Sicilian Dream gibi yeni belgeseller takip etmiş. Ben bu sonuncusu, yani Bir Sicilya Rüyası dışındakilerin hepsini aldım ve çok büyük bir keyifle izledim. Henüz izlememiş olan okurlarıma mutlaka zaman ayırıp bu serilere bakmalarını öneririm. Bu tip belgeselleri özellikle seyahatlerden önce hazırlık programı olarak izlemeyi seviyorum; çünkü gittiğimiz mekanlara farklı gözlerle bakmamıza yardımcı oluyor. Bazen bir yeri gördüğümüzü, bildiğimizi ya da çok iyi tanıdığımızı düşünsek bile, oraya başkansının gözleriyle bakmak bizim de bakışımızı tazeliyor, içimizde yeni heyecanlar ve meraklar yaratıyor sanırım.
İlk ziyaretim sırasında içi muhteşem fresklerle süslenmiş pembe bir rüyaya benzeyen Dükler Sarayı’nı çok romantik bulmuş, sarayın avlusundaki mermer merdivenlerde güzel resimler çekmiştim. Venedik, uzun yıllar oligarşik cumhuriyet denilen bir sistemle yönetilmiş. Bu sisteme göre devlet yönetiminin başında, soylu ailelerden gelen adaylar arasından seçilen bir dük (doge) bulunuyormuş. Bu dükün hareketleri birçok kuralla sınırlıymış. Örneğin yabancılarla yaptıgı her görüşmede mutlaka bir gözlemci bulunur, dük Venedikli olmayan hiçkimse ile yalnız görüşemezmiş. Karısıyla olan özel yazışmaları dahil her türlü mektubu önce kontrolden geçer, çiçek, gül suyu, balsam gibi ekonomik değeri düşük olanların dışında hiçbir hediye kabul edemezmiş. Tüm diğer dükler gibi seçimle başa gelen elli beşinci dük Marino Faliero bu kısıtlamalardan sıkılmış olacak, ailesi ve yandaşlarının planları yardımıyla kendisini Venedik Kralı ilan edip, ülkeye saltanatı getirmeye karar vermis. Ancak buna fırsat bulamadan yakalanmış ve vatan haini olarak yargılandıktan sonra çabucak idam cezasına çarptırılmış. İdamı ise benim ilk bakışta romantik bulduğum bu mermer merdivenlerde gerçekleşmiş. Dükler Sarayı’nın salonlarından birinde, o zamanlar La Serenissima olarak da anılan Venedik Cumhuriyeti’ni yönetmiş bütün düklerin birer portresi olmasına rağmen, Marino Faliero’nun portresinin yeri siyaha boyanmış. Böylesi büyük tarihi olaylara sahne olan mekanlar hakkında bilgi edindikçe, insan baktığı beyaz mermerlerde bile, kara lekeler de dahil, insanlık tarihinin her rengini görmeye başlıyor.
Labirent Sokaklar
Ufacık tefecik, içi içine sığmayan bu şehrin sırlarından biri de labirent sokakları sanırım. Binaları kazıklarla suyun üzerine inşa edince, bunları birbirine bağlayan sokaklar ve yine kanallarla birbirinden ayrılmış olan bu sokakları birleştiren yüzlerce küçük köprü yapmışlar. Anlatırken bile tekerlemeye benzemeye başlayan bu durum, küçücük görünen şehrin aslında o kadar da küçük olmadığına dair ipucu veriyor. Bu labirent kent, şöyle bir bakmaya gelmiş gözlere kendisini birbirine benzeyen sokaklar bütünü gibi tanıtsa da, her şeyi bilmek ve görmek isteyenlerin karşısına sürekli yeni yollar ve yeni kanallar çıkararak onlara içini ve en gizli sırlarını açıyor. ‘Bütün şehri baştan sona gezmeme gerek yok; her yer zaten birbirine benziyor’ demeyen herkesin Venedik’e giderken iyi bir haritaya ve en az bir çift spor ayakkabıya ihtiyacı var bence. Biz gezerken kaybolmamak için telefonlarımıza Mtrip programını kaydedip kullandık. Labirente benzeyen bir yerde gezerken online bir rehberinizin olması işin büyüsünü biraz kaçırsa da, sokakları tanımaya başlayana kadar epey yardımcı oluyor. Tarihi bin seneyi aşan bu antik kenti modernleştirme ve modern bir kent gibi yaşatma çabasını görünce buraya olan hayranlığımız biraz daha arttı. Elektrik ve telefon hizmetinin sunulması bile bu kente özel çözümler gerektirmiş. Telefon ve elektrik kablolarını şehrin mimari dokusunu bozmamak için köprülerden geçirmişler. Binaların su altında kalan kısımlarının bakımını ise kanalları düzenli bir şekilde boşaltıp kuruttuktan sonra yapıyor, işlem tamamlandıktan sonra kanalları yeniden suyla dolduruyorlarmış. Biz yer yer boyası bozuk görünen binaları bakımsız zannederken, tam tersine bazen yapıların ayakta kalma süresini uzatmak için yeni sıva ya da boya yapılmaması gerektiğini duyup şaşırdık. Şehrin nasıl yaşadiğini anlatan birkaç ilginç bilgiyi Venice Backstage – How does Venice work? adlı videoda İngilizce olarak bulabilirsiniz.
Unutulmaz Anlar
Venedik’te gördüğüm ya da yaptığım her şeyi anlatarak sizi sıkmayı istemediğim için yazımın geriye kalan bölümünde sadece zamanın sessizce durmasını istediğim ve bende güzel anılar bırakan birkaç andan ve mekandan söz edeceğim.
En baştan başlamak gerekirse havaalanından şehre gelmek için bindiğimiz küçük vapur, yani vapuretto Venedik’e yaklaştığında karşımıza çıkan muhteşem siluet unutulmazdı. Yalnız bu yolculuk, mesafe hiç uzun olmamasına rağmen, vapur çok dolaştığı için neredeyse bir buçuk saat sürüyor. Ben kendimi yol boyunca şekerci dükkanının vitrinine bakar gibi hissettim. Güzelim Venedik elimizi uzatsak tutabileceğimiz kadar yakındı; ama onu bir türlü yakalayamıyor, ona bir türlü varamıyorduk. Şimdi Venedik’i düşündüğümde aklıma gelen en güzel görüntülerden biri, şehrin suyun üzerinde yüzermiş gibi görünen esrarengiz silüeti.
Güzellik deyince aklıma hemen Modern Sanat Galerisi olarak kullanılan Franchetti Sarayı (Palazzo Cavalli-Franchetti) geldi. Bu yapı öylesine güzeldi ki, gezerken binanın süslerine bakmaktan sergilenmekte olan eserleri unuttuk. Sarayın içindeki her ayrıntı zaten birer sanat eseri gibi. Sıradan ya da özensiz yapılmış ya da saklanmış hiçbir şey yok. Geniş salonları süsleyen rengarenk üfleme camdan yapılmış Murano avizeleri bile buna birer örnek olabilir. İçlerinden onlarca mavi, sarı ve pembe cam çiçekler ve yapraklar taşan kocaman cam sepetlere benzeyen bu şahane avizelerin hakkını veren bir fotoğraf çekmem mümkün olmadı. Sarayda gezerken beni en çok etkileyen şey ise kocaman pencereler oldu. Binanın ön cephesi Grand Canal denilen ana kanala bakarken, yan ve arka cephelerdeki pencereler, güzelim bir bahçeye açılıyordu. Bu pencerelerin önüne birer koltuk koyup orada bir öğleden sonrayı kitap okuyarak geçirmek nasıl olur hayal ettim ve bu hayal içimi ısıttı.
San Marko Meydanı’nında bulunan ve bana şehrin en süslü binası gibi görünen San Marco Bazilikası‘na girdiğim ve o inanılmaz altın mozaikleri gördüğüm ilk anı yaşadıkça hatırlayacağım sanırım. Burası sıradan bir katedral değil. Yüzyıllar boyunca seyahat eden Venedikliler şehre hep bu katedrali süslemek için çeşitli mücevherler ve kıymetli süslerle dönmüşler. Burada yatan Aziz Marko’nun bedeninin ülkeye çalınarak ve bir sır gibi gizlenerek getirilmiş olması ve çeşitili yağmalar sonucunda diyar diyar gezdirildikten sonra dinlenmeye ayrılan dört bronz atın hikayesi bu binanın tarihiyle ilgili öğrenilebilecek ilginç detaylar arasında.
Venedik’te sıradan olduğunu tahmin ettiğim bir kış akşamıydı. Yoldan geçerken aldığımız kuru ve lezzetsiz sayılabilecek pizza dilimlerini yemek için Ponte di Rialto yani Rialto Köprüsü‘nün altındaki basamaklara oturduğumuz o an, benim için unutulmaz anlardan biri oldu. Hava kararmış, Grand Canal‘daki sarayların ışıkları yanmıştı. Kendi başımıza kaldığımız bu sessiz ve kısa zaman diliminde, yakınımızdan geçen vapurları dolduran turistlere baktık. Gelenlerde bir merak ve resim çekme telaşı, gidenlerde muhtemelen biraz hüzün ve belki biraz da gurur vardı. Çıkınlarına bu masal şehrinden süslü resimler ve anılar ekleyen ziyaretçiler, onları arada bir tekrar çıkarıp bu şehre ve geçmişlerine sihirli birer kaçamak yapabilecek olmanın gururunu hissetmekte haklılardı. Biz de sessizce oturmuş boğazımızı yırtan pizzaları yemeye çalışırken, yüzyıllardır bu köprünün altından ve üstünden geçen milyonlarca yolcunun arasındaki yerimizi ve kendi yolculuklarımızı düşündük. Venedik’e tekrar gittiğimde yine Rialto Köprüsü’nün altında oturup kanala vuran ışıklara bakmak istiyorum. Yalnız bu defa pizza yerine elimde Venedik’e özgü geleneksel bir bisküvi olan tereyagli Bacoli olacak.
Franchetti Sarayı’nın hemen yanında bulunan Accademia Köprüsü, yani Ponte dell’Accademia bence Venedik’in en güzel yerlerinden biri. Köprünün görüntüsünde herhangi bir çarpıcılık yoktu bana göre; ancak şehrin en muhteşem manzara fotoğraflarını çekebileceğimiz yerlerden bir tanesiymiş burası. Zaten kalabalığı görür görmez köprünün çok gözde bir nokta olduğunu anlıyor insan. Manzara buradan günün her saatinde farklı renklerde görünüyor. O yüzden Accademia Köprüsü’ne defalarca gelip sabah sisler içinde yüzen gondolları, kızıl akşam güneşini, yağmurla solmuş mavi gökyüzü altında hüzünlenen kubbeleri izlemek mümkün.
Venedik’te geçireceğimiz tek Cumartesi gününü değerlendirmek için pazara ayrılmıs alanın biraz ilerisinden ara sokaklara sapmaya karar verdik. Karşımıza çıkan bir fırından aldığımız güzel kurabiyelere eşlik etmesi için kahve alabileceğimiz bir yer ararken merkezden iyice uzaklaştığımızı fark etmeden, alışveriş eden genç çiftler, köpeklerini gezdiren orta yaşlı Venedikliler ve birkaç diğer turistle birlikte arka sokakları aştık. Venedik’in sokaklarında amaçsızca epey yürüdükten sonra geri dönüş yolunda hem dünyanın en eski Ghetto’suna hem de Castello bölgesinde bulunan ve Vivaldi’nin vaftiz edildiği San Giovanni in Bragora kilisesine uğradık. Aslında Vivaldi’nin doğduğu evi görmek istiyorduk; ama görülecek bir ev olmayınca ve kilise de yakınımızda olunca buraya uğramayı tercih ettik. Ghetto ise elbette daha etkileyici geldi bana. Şehrin fakir bölgelerinden biri olan bu mekanda farklı bi hüzün vardı. Gittikçe tenhalaşan sokaklar ve meydanlarda yapayalnız kalıp geçmişi hayal edebileceğimiz çokca fırsatımız oldu.
Venedik gezisinin son günü Sevgililer Günü’ne denk geliyordu. Amacımız bu özel günü Venedik’te başlatıp, Floransa’da bitirmekti. Bu sebeple Cafe Florian‘a özellikle o gün gitmek istedik. Sabahtan itibaren bütün gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığı için yaptığımız planın çok isabetli olduğunu görmüş olduk. Venedik’in her tarafı suya batmış gibiydi. Kanallar yetmezmiş gibi yer ve gök de suyla kaplanmıştı sanki ve dışarıda dolaşmak neredeyse imkansızdı. Dünyanin en eski kafesi olan Cafe Florian’a girmek için önce biraz sıra beklememiz gerekti; ama buna değdi. Servis ve sunulan her şey gerçekten çok kendine has ve lezzetliydi. Bu şehirde sıcak çikolatayı koyu kıvamlı olsun diye nişasta ile yapıyorlar. Florian’da içtiğimiz de bu yöntemle yapılmıştı; ama diğer yerlerde denediklerimize oranla çok daha koyu ve güzeldi . Soğuk ve yağmurlu bir günde her yanı fresklerle süslü bir mekanda bisküvi ve baharatlı çikolata ile servis edilen bir fincan cikolatalı içecek nasıl unutulmaz anılara eklenmez ki? Tarihi kimliği ve bozulmamış dokusu ile bu kendisine özgü kafeye yaptığımız ziyaret, bizim için tipik bir müze gezisi gibiydi.
Yine Castello bölgesinde bulunan ve dünyanın en güzel kitapçısı olmaya aday Libreria Acqua Alta bana zamandan soyutlandığım ve bir rüya bulutunun içinde gibi hissettiğim harika bir öğleden sonra yaşattı; ama buna dair ayrıntıları yazımın ikinci bölümünde paylaşacağım. Venedik ile ilgili seçtiğim iki resimli çocuk kitabına da yazımın ikinci bölümünde değinmeyi planlıyorum. Çok yakında yeniden görüşmek üzere…
Sevgiler