Bir Kış Gecesi…



Karlı bir kış gecesinden merhaba, 

Bu defa arayı çok uzatmadım umarım. İyisiyle ve kötüsüyle bir seneyi daha yaşadık ve anılarımıza katmak üzere yüzümüzü gelmekte olan taze yıla ve umuda döndük. 2024’e şöyle bir bakmak için geleceğin perdesini aralıyorum, karşıma tüm planların ve görevlerin arasından bana göz kırpan dileklerim çıkıyor. Onları noel ağacına asmak isiyorum. Hem kendim hem de yine zor dönemlerden geçen insanlığımız için… Aralık ayında bir sınav projesi teslimi olduğu halde katıldığım etkinlikleri yoğun tutmak istedim. Hem şehirde yoğun bir etkinlik takvimi olduğu için hem de yılın en karanlık akşamlarını biraz ışıkla süslemek istediğimden… Geçen yaz Oslo Filarmoni Orkestra’sının toplu konser biletlerinden birini aldığım için, bu sene zaten düzenli şekilde konserlere gidiyorum (Oslo’daysanız ve hali hazırda takip etmiyorsanız Filarmoni’nin programına bir bakmanızı öneririm). Ay başında bu rutin konserlere iki farklı konser, bir masal etkinliği, bir bale ve sinemada gösterien klasik bir noel filmi de eklenince, Aralık ayının ilk iki haftası sanatla dolu geçmiş oldu. İzlediğim her şeyden söz etmeye zaman yetmeyeceği için size anlatmak üzere iki gösteri seçtim. Bunların ilki Nationalthreatret, yani Ulusal Tiyatro’daki noel konseri. İkincisi ise, bir sonraki blog yazısını ayırmayı planladığım ve kalbimde ayrı bir yeri olan Fındıkkıran Balesi.



Noel Konseri – Nationaltheatrets Julekonsert

Tiyatro’da verilen konserlere daha önce hiç katılmamıştım. Bu yüzden, biletimi alırken biraz heyecanlı biraz da meraklıydım. O akşam Oslo epeyce soğuktu. Tiyatro binası evime yakın sayılır aslında ama telefonda – havanın -9 derece olduğunu görünce biraz direnmiş olacağım ki kapıdan yine son anda çıkmayı becerdim. Eldivenlerimi giyecek vaktim bile olmadığından durağa geldiğimde elimde tuttuğum eldivenlerin birini düşürmüş olduğumu fark ettim. En az on senedir kullandığım emektar eldivenimimi kaybettiğim için üzülecek fırsatım bile olmamıştı; çünkü otobüsü kaçırdığımı anlamış, yeni otobüs saatlerine bakmaya dalmıştım. Yine de güzel bir akşam olacağını hissediyordum. Öyle de oldu. Öncelikle kapıların kapanmasına üç dakika kala konsere yetiştim. Sonra ilk sıradaki tek boş koltuk bana ait olacağı için (salona en geç ben girmiştim) yerimi bulmak kolay oldu. Ondan sonrasıysa hepten şahaneydi. Konser dediğime bakmayın, hem şarkılarla hem de hikayelerle dolu bir gösteriydi. Tiyatro sanatçıları sırayla ve bazen birlikte noel şarkıları söylediler, şiirler okudular ve masallar anlattılar. Biz seyirciler hem güldük hem ağladık. Ortamın güzelliğini hatırlayabilmek için bir fotoğraf çektim ama içerideki sıcaklığı ve samimiyeti kadrajım ne yazık ki almadı. Anlatılan ilk masal, Alf Prøysen’in Noel’i Unutan Küçük Köy masalıydı. Masal zaten çok sevimli, ama sanatçının sesi o kadar tatlıydı ki o anlattıkça ben küçüldüm, küçüldüm ve sonunda masaldaki kız gibi beş yaşında oldum. Böylece gösterinin devamını küçük çocuğun şaşkınlığı ve coşkusuyla izleme fırsatım oldu. Bu masalı ilerideki günlerde Türkçe’ye çevirerek bloga eklemeyi planlıyorum. 

Gösterinin ikinci masalıysa Lise Fjelstad’ın anlattığı Kibritçi Kız’dı. Sanatçı, bir kelimesini bile unutmadan ve bütün duygularını sesine vererek o masalı adeta biz seyirciye yaşattı. Tek bir kelimenin bile atlanmadığını biliyorum çünkü masalı sizin için Türkçe’ye çevirmiştim (Dilerseniz buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Fjelstad son cümlesini tamamladığında, salonda ağlayanların sayısı ağlamayanlardan fazlaydı. İki koltuk ötemde oturan seksen yaşlarındaki amcanın gözyaşları gösterinin sonuna dek kurumadı. Küçük bir çocuğun maruz kaldığı maddi manevi yoksulluğu ve içinde yaşadıkları dönemin acımasızlığını bu kadar gerçekçi bir şekilde masallaştırabilen Andersens’in karşısında tekrar saygıyla eğildim. Tabii soğuk ve sıradan bir kış gecesine o büyülü atmosferi veren yaratıcı tiyatro sanstçılarının da hakkını yememek gerek. Bir gösteriyi bu kadar içten ve iddiasız bir şekilde sunabilmenin çok büyük bir çaba ve çalışma gerektirdiğini anlamamak imkansız. Oslo’daysanız ve konsere gitmediyseniz tavsiye ediyorum. Gösteri 30 Aralık tarihine kadar devam edecek. Bu yıl için bilet bulmak zor olabilir; ama 2024’te belki gösteriyi birlikte izleriz? O akşama dönecek olursak, eski ve görkemli tiyatro binasında başlayan büyü, orada kalmadı. Nationaltheatret istasyonundan beni eve kadar takip etti.


Nasıl diye soracak olanlarınız için anlatayım. Eve dönmek için yola çıkmıştım. Tam metro binasına girmek için adımlarımı hızlandırdığım anda, biraz ileride, parke taş döşeli yolda şahane bir köpek gördüm. Kocaman, pofuduk kuyruğu olan kızıl bir köpekti bu. Onun iki adım ilerisinde genç bir adam yürüyordu. Akşam yürüyüşüne çıkmış olmalılardı. Adam belli ki şanslı biriydi. Keşke benim de böyle bir köpeğim olsa diye geçirdim içimden. Üstelik kuyruğunun ucunda tıpkı bir tilkininki gibi beyaz bir tüy öbeği vardı. Ben tam bunları düşünürken o güzel hayvan yolunu değistirdi ve önümden geçti. O an onun köpek değil, kocaman, besili bir tilki olduğunu anladım ve ben, tilkilere bayılırım. O saatte, şehrin en işlek noktalarından birinde bir tilkinin ne işi olabilirdi? Adını bilmediğim için arkasından “Tilki” diye seslendim, ama dönüp bakmadı. Biraz ilerideki sarayın bahçesinde mi yaşıyordu acaba? Nereye gidiyor olabilirdi? Hava çok soğuktu ve epeyce geç olmuştu. O yüzden kendimi her aklı başında yetişkinin yapacağını yapmak zorunda hissettim. Yolumu değiştirerek tilkinin peşine takıldım. O kadar çabuk gözden kaybolmuştu ki, onu epeyce bir zaman aramak zorunda kaldım. Bir zaman sonra eldivensiz kalan elim soğuktan kıpkırmızı olmuş, hissizleşmeye başlamıştı. Biraz kaybolan eldivenimi, biraz da küçük Kibritçi Kız’ı düşünerek çalıların arasında tilkiciği aramaya devam ettim; ama yoktu. Pırıltılı tüyleri sokak ışıklarına karışıp bu kadar çabuk kaybolabildiğine göre evi veya güvenli bölgesi bu yakınlarda olmalıydı. Kürkü çok sağlıklı ve bakımlı göründüğü, kilosu da yerinde olduğu için aslında içim rahat olmalıydı. Metro istasonuna geri dönmekten başka seçenek kalmamıştı elimde. Zaten tilkiyi bulsam da bir noktada geri dönmek zorunda kalacaktım. Durumu kabul edip eve geldiğimde kapının yanında, yerde küçük siyah bir eldivenin şekerleme yapmakta olduğunu farkettim. Emektar eldivenim kaybolmamıştı. Sadece soğuktan biraz gözü korkmuştu belki. Onu alıp eşiyle birlikte girişteki aynanın önüne koydum. Kim bilir belki de eşi ona o gece kaçırdığı güzel şarkıları söylemiş, küçük bir şiir okumuş ve tatlı bir iki masal anlatmıştır. Gecenin büyüsünün, beni eve kadar sadece kapıdan geri dönmek için takip etmiş olması mantıklı olmazdı zaten.



Ben size bunları anlatırken saat iyice ilerlemiş. Yarın sabah erken kalkmam gerekiyor. Zaman ayırıp okuduğunuz ve o güzel akşamı bu yazı üzerinden benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Bakmak isteyenleriniz için noel konseriyle ilgili bilgi veren linki ekleyeceğim. Bir dahaki blog yazısında buluşmak dileğiyle… 

Sevgiler, ❤️

Eylem Rosseland

https://www.nationaltheatret.no/forestillinger/julekonsert/


Nice Vedalar…



Merhaba

Bir önceki yazımda sizlere ölüm konusunu işleyen iki tane resimli kitaptan söz edeceğime değinmiştim. Bu kitapları kütüphaneden aldığımda en yakın arkadaşlarımdan biri olan Oya’nın canı gibi sevdiği ve on beş senedir gözü gibi baktığı köpeği Tilya’nın hayata veda etmek üzere olduğunu bilmiyordum. Dolayısıyla Oya’nın minik oğluna okumak için bu iki kitaptan birini satın almak üzere olduğunu da asla tahmin edemezdim. Sizden ayrı kaldığım bu bir ay boyunca ölüm ve yas her gün konuştuğumuz bir konu oldu. Sonbahar Norveç’te bu yıl gerçekten soğuk geçiyor ve senenin en karanlık günlerine doğru dörtnala koşarken bu konular biraz ağır gelse de yaşamın akışını reddetmenin bir faydası yok. Tabii ki acıdan beslenmek sağlıklı bir yaklaşım değil; ama bazen yaşadığımız en yoğun duygu yas olunca hayat da haliyle yasla akmaya devam ediyor. Şilili yazar Isabel Allende bir röportajında: ”Acı yüreğin toprağıdır”, der. Görünene göre bazen sanat eserleri de bu topraktan filizlenip yeşeriyor. Belki bazen onca kaosun içinde bizi en iyi anlayan ve dahası bir adım öteye gidip hiç tahmin etmediğimiz sembollerle deneyimlerimize ışık tutup onları bize olanca sadeliğiyle anlatanlar da bu eserler oluyor.

Ölüm gibi mümkün mertebe konuşmak ve düşünmek istemediğimiz bir konuyu yeri geliyor her şeyden korumak istediğimiz çocuklarımızla konuşmak zorunda kalıyoruz. Onların yaşama ve kayıplara dair sorularına içimize sinen yanıtlar vermek her zaman kolay olmayabiliyor. Böyle durumlarda bazı ebeveynler haklı olarak konuyu küçük çocuklarının rahat ve kendilerini güvende hissettikleri bir ortamda bir öykü yardımıyla ele almayı tercih ediyorlar. Bu sebeple blogumda kayıp konusunu işleyen ve hem kütüphane görevlileri hem de bazı uzmanlar tarafından önerildiğine tanık olduğum Ördek, Ölüm ve Lale‘ye yer vermek istedim. Seçtiğim diğer resimli kitap ise benim yıllar önce okuyup ilginçliği ve rengarenk resimleri sebebiyle bir türlü unutmadığım Ballade of the Death, yani Ölüm Baladı.


Ördek, Ölüm ve Lale

Ördek, Ölüm ve Lale her yaştan okura hitap edebilecek otuz sayfalık resimli bir kitap. Alman yazar Wolf Erlbruch (1948-2022) tarafından 2007 yılında yazılmış ve resimlendirilmiş. Bu sıradışı öykü bize kahramanlarımız Ördek ve Ölüm’ün tanışmalarını, arkadaş olmalarını, hayatın bir bölümünü paylaşmalarını ve sonunda Ördek’in Ölüm tarafından son yolculuğuna uğurlanmasını olabildiğince yalın şekilde anlatıyor. İlk başta illüstrasyonların büyüklüğüne ve metnin kısalığına aldanarak kolay okunabilecek basit bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu zannedebiliriz. Ancak yazar bize kısacık bir eserde her yaşamın ve ölümün biricikliğinin ve sıradanlığının yarattığı ikilemi, hayatının son günlerini yaşayan bir canlının ölüm fikrini kabul edip onunla yaşamayı öğrenmesini ve bir sevdiğimiz vefat ettiğinde yaşadığımız acıyı duygu sömürüsüne hiç yer vermeden anlatmayı başarmış.

Hikayenin sadeliği karşısında resimlerin baskın ve melankolik karakteri insanı belli belirsiz bir rahatsızlığa ve hüzne sürüklüyor. Ben kitabı ilk okuduğumda ne düşüneceğime veya ne hissedeceğime karar veremedim. Onu sevmiş miydim? Sanırım hayır. Öte yandan, sevmediği söylemem de mümkün değildi, çünkü en azından baş kahramanlardan Ördek’i sevmiş ve onun yaşamasını istemiştim. Yazara onu Ölüm’le bir araya getirdiği için tepki göstermiş olabilir miydim? Belki… Resimlerin bu kadar büyük ve soğuk yapıda olması, Ölüm’ün uzun kare desenli kışlık giysilerinin Ördek’in ömrünün kışına geldiğini anımsatması, Ölüm’ün gülümseyen yüzü ve dahası Ördek’e şefkat göstermesi, onun için üzülmesi bende gerçekten karmaşık duygular yarattı.

Ördek’çik son yolculuğuna çıktığında Ölüm de benim gibi üzüldü. Çünkü birini yitirdiğimizde sadece kendi kaybımız için yas tutmayız. Ölüm acısında yaşamını kaybeden için hissettiğimiz ama artık onunla paylaşamadığımız olabildiğince içten bir şefkat ve saf bir sevgi de vardır. Sevdiğimiz kişinin daha nice güzel hayat deneyiminin yanında, artık bizim sevgimizi paylaşamayacak olduğunu bilmek belki duygularımızın içimizde daha da büyüyüp derinlerde bir yerde akmasına neden olur. Ölüm’ün, arkadaşı Ördek’in tüylerini düzeltip onu bir lale ile uğurladıktan sonra hissettiği üzüntü onun da bu sevgiyi, ayrılık acısını ve şefkati hissettiğini, ama hayatın böyle olduğunu kabul etmek zorunda kaldığını anlatıyor bize.


Şimdi ben nasıl olur da bu kitabın güzel bir kitap olmadığını iddia edebilirim? Nasıl ölüm ve yas konusunu iyi işleyememiş olduğunu veya onu kimseye tavsiye etmediğimi söyleyebilirim? Elbette söyleyemem çünkü Ördek, Ölüm ve Lale ustalıkla yazılmış, ölüm sürecinden inançlara kadar birçok konuya değinmiş, ölüme hem ölecek kişinin hem de geride kalanın gözünden bakabilmiş ve bütün bunları olabildiğince az sözle yapıp okura düşünmesi ve yorumlaması için alan bırakmış değerli bir kitap. Sadece küçük yaştaki bir çocuk için seçildiğinde, onda uyandırabileceği duyguları hesaba katarak kitabı daha önceden okuyup değerlendirmek, birlikte okuma etkinliği için uygun koşulları önceden sağlamak ve böylece çocuktan gelecek sorulara hazırlıklı olmak yerinde olur diye düşünüyorum.

Ölüm Baladı

Ölüm Baladı, adından ve kapağından da anlaşılacağı ölüm temalı ve şiirsel bir dille yazılmış bir kitap. Deichman kütüphanesi bu kitabı okul öncesi ve okul çağı çocukları için önermiş. Öykü, Hollandalı yazar Koos Meinderts ve müzisyen Harrie Jekkers tarafından yazılmış. Resimler Güney Afrikalı ressam ve illüstratör Piet Grobler’e ait. Hikayeye göre büyük ve kudretli Aslan Kral ölümün kendisinin düşmanı olduğuna karar verir. Düşmanından kurtulmak istemektedir. Bu sebeple Ölüm’ü yakalatıp esir olarak tutmayı uygun görür. Böylece kendisi de dahil krallığındaki kimse ölmeyecektir. Planını harekete geçirir ve Ölüm’ü tutsak alır. O günden sonra o kadar uzun yaşar ki ölümsüzlüğün olumsuz yanlarına bir bir şahit olur. Yeni bebekler doğmaya devam ettiği için dünya da gittikçe kalabalıklaşmıştır. Hikayenin sonunda Ölüm’ü ve onun yaşamın döngüsü içindeki görevini anlar. Varsaymış olduğu gibi bir düşmanla karşı karşıya olmadığını anladığında onun tutsaklığına son verecek cesareti gösterir. Sonunda yüz yüze geldiklerinde kral onun sandığı kadar korkunç olmadığını farkeder.

Ölüm Baladı anladığım kadarıyla kaybın beraberinde getirdiği duygulara hitap eden bir yas öyküsü değil. Her iki okuyuşumda da ölümü acı ve korku penceresinden değil yaşam pencersinden gösteren bir kitap olduğunu düşündüm. Bence bu ölümün neden varolması gerektiğine, canlıların yaşamındaki yerine ve önemine değinen, bu kasvetli konuyu rengarek ve biraz da tuhaf resimlerle canlandırarak olabildiğince eğlenceli hale getirmiş, okunması kolay bir öykü. Belki büyük bir kayıp dönemi için ilk tercih olmayabilir. Bununla birlikte “ölüm nedir” veya “neden ölmek zorundayız” gibi sorular duymuya başladığımızda okumak için uygun olabilir. Bu sebeple çok sevdiği birini kaybettiği için yas tutan veya ölümcül bir rahatsızlıkla mücadele eden bir insan kitaba nasıl tepki verir, onda kendi hissettiği duyguların bir yansımasını bulur mu bilemiyorum.


Bir uzun blog yazısının daha sonuna geldik. Ölüm ve edebiyatı bir yazıda buluşturup Anton Cehov’un Acı adlı öyküsünü, Isabelle Allende’nin Paula‘sını, E.B. White’ın Örümcek Ağı‘nı es geçtiğim için biraz suçluluk hissetsem de onları başka bir zamana birakmak konusunda mantığım ağır basıyor. Konuyu uzatmak yerine yazının sonuna bana belki yirmi sene önce ilk kez abimin sevdirdiği bir albümden seçtiğim güzel ve özgün enstrümental bir parça ekleyeceğim. Umarım siz de seversiniz ve dinlerken mutlu olursunuz.

Yakında tekrar görüşmek üzere,

Sevgiler ❤️

Eylem R.