Dilek Ağacı ile yıllardır defalarca yeniden başlayan ve bir türlü mutlu sona ulaşamayan enteresan bir ilişkimiz vardı. Noel tatilinde ailemi görmek için Türkiye’ye gittiğimde, onunla tekrar karşılaşacağımı bilmiyordum. Bir akşam minik yeğenim Deniz’e okumak için kitap ararken annemin çalışma odasında yeniden karşıma çıktığında zaman tünelinden geçip çocukluğuma geri döndüm sanki. Gözümde yüzlerce anı canlandı. Geçtiğimiz asırda okuduğum onlarca şahane kitabın arasında Dilek Ağacı bütün esrarıyla duruyor, yıpranmış kapağı ve sararmış sayflarına sinmiş eski kitap kokusu beni, o sonu hep sır olarak kalmış hikayeyi okumaya davet ediyordu. Bu sebeple ilk blog yazım, sekiz yaşındayken okumaya başlayıp nihayet geçen ay bitirebildiğim bu enteresan kitapla ilgili olsun istedim.
Dilek Ağacı, hem adı, hem kapak illüstrasyonu hem de ilk sayfalarındaki anlatımıyla aklımda hep bir rüya gibi kalmıştı. Anlattığı hikayenin sonunu asla öğrenemediğim için de bu kitap benim için esrarını hep korudu. Annemin kitaplığındaki son karşılaşmamızda onu bu kez bitirmeye karar verdim. Kitapları çok seven Deniz de o akşam okumak için Dilek Ağacı’nı seçtigi için yine en baştan okumaya başladım. Yaklaşık elli sayfa kadar okuduktan sonra Deniz’in uykusu geldi ve tam da tahmin ettiğiniz gibi kitap yine yarım kaldı; ancak bu defa kendime verdiğim sözü tuttum ve başını unutmaya fırsat vermeden, bu rüyaya benzer hikayenin tamamını okumayı başardım. Annem, bloga koymak üzere kitabın ön ve arka kapak fotoğraflarını çektiğimi görünce, onu bana vermek için ısrar etti. Bu fikir önce aklıma yatmadı. Sanki Dilek Agacı’nı kökünden söküp ait olmadığı bir yere dikecekmişim gibi geldi. Onu yerinden edip sonra da hakkettiği gibi bakamayabileceğimi düşünüp ikilemde kalsam da annemin de ısrarıyla, kitap benimle uzun bir yolculuk yaparak Oslo’ya kadar geldi. Şimdilerde yeni yerine alışmış gibi görünüyor. Kendisi gibi çocuklara adanmış yüzlerce güzel kitabın arasında, köklerini salmaya başlamış ve yeniden okunmak üzere seçilecegi günü bekliyor.
Seksen sayfalık bir kitap olan Dilek Ağacı, Nobel ödüllü Amerikalı yazar William Faulkner tarafından 1927 yılında yazılmış; ancak basılmak için 1964 yılına kadar beklemesi gerekmiş. Yazarın çocuklar için yazdığı tek kitap olan Dilek Ağacı’nın düşsel hikayesi birçok kişi tarafından Alice Harikalar Diyarında’ya benzetilse de, bence bu güzel hikayelerin farkları benzerliklerinden daha fazla. Biz yetiskinler, sahip olduğumuz uzun hayat tecrübesi yüzünden karşımıza çıkan her şeyi önceki tecrübelerimizle karşılaştırıp sınıflandırmayı seviyoruz. Ben Dilek Agacı’na ilk kez çocuk gözlerle bakma şansını yakaladığım için onun diğer kitaplara benzetip sınıflandıramıyorum.
Hikaye, Dulcie’nin doğum günü sabahı hiç tanımadığı Maurice (Moris) adlı bir çocuk tarafından uyandırılmasıyla başlıyor. Kızıl saçları ve sarı benekli gözleriyle tuhaf bir çocuk olan Maurice, daha ilk sayfalarda, hem Dulcie’ye hem de biz okurlara o günün ne kadar ilginç ve mecara dolu geçecegini hissettiriyor. Dilek Ağacı’nı aramak üzere birlikte çıktıkları yolculukta onlara eşlik edenler, yol boyunca karşılaştıkları insanlar ve diğer varlıklar bu tuhaf masala tuhaflık katıyor.
Kitabın bendeki baskısı Can Yayınları Çocuk Dizisi’ne ait. En son ne zaman basıldığını bilemiyorum; ama internete şöyle bir göz atınca, dünya genelinde ne kadar nadir bulunan bir kitap olduğunu farkettim. Yine de okumamış olanların, kitabı sahaflarda kolayca bulabileceklerini düşünüyorum.
Benim dileğim, Dilek Ağacı’nın çocuk edebiyatını seven bizleri bu blog sayesinde bir araya getirmesi. Eğer siz de bu ilginçliklerle dolu kitabı okuduysanız lütfen bana bir iki satır yazmaktan çekinmeyin. Kim bilir belki dileğim gerçek olur?
Sevgiler