Bu fotoğrafa ne zaman baksam, kendimi küçük Alice gibi hissediyorum. Londra’ya gittiğimizde kaldığımız güzeller güzeli tarihi evin giriş katındaki koridorda çekmiştim bu fotoğrafı. O an Harikalar Diyarı’ndaki gül bahçesini gördüğümü sanmıştım. Minicik kapıdan giren ve sanki çiçeklerin nefesini iceriye taşıyan tazecik havayı, cep telefonuyla çekilmiş bu fotoğrafa ekleyemsem de, her baktığımda özlemle hatırlıyorum. Bu ev ve mekan benim için bütün karmaşalardan ve kötülüklerden kaçıp sığınılabilecek güzellik ve gizem dolu bir masal sahnesi gibi.
Bahçe elbette her mevsim bu kadar renkli görünmüyor. Kışları bütün semte bir hüzün yerleşmek istese de noel süsleri ve okul çocuklarının cıvıltıları bu melankolik havayı süpürüp götürmeye yetiyor. Ayrıca biz kışları çok daha karanlık bir coğrafyadan gittiğimiz için olacak, Londra bize her zaman biraz bahar gibi geliyor.
Aslında yaz sonunda doğum günümü kutlamak için gittiğimiz Londra’dan bir bavul kitapla döneli aylar oldu. Eve döner dönmez bizim evin en güzeli hemen kitapla dolu valizin içine yattı. Bize bir mesaj vermeye çalıştığı çok açıktı. Evden çıkacağı zamanlar gücünün son damlasına kadar direnme huyu olmasaydı, bir dahaki gezimizde bize katılmak istediğini düşünebilirdim. Sanırım sadece tekrar uzağa gitmemizi istemediğini anlatmaya çalışıyordu. Bu yazıyı uzun zaman önce yazmaya niyetlenmiştim; ancak yazacak diğer şeyler artınca, blog için zaman ayırmak lüks gibi gelmeye başladığı için Londra gezisi hakkında yazacaklarımı sürekli erteledim. Noel tatili gelince nihayet ihtiyacım olan motivasyonu da bulmuş oldum. Bu yıl kar taneleri, buralardan sıkılmış olacaklar, yeni yılı kutlamak için batı Turkiye’ye tatile gitmişler. Hava şu an buz gibi olsa da, burada tek bir beyaz kar tanesi bile yok. Karanlıkta en ufak bir ışık dokunuşuyla bile gümüş simler gibi ışıl ışıl ışıldayan karları özlemiyor değilim. Neyse ki çok yakında baharın ilk aylarına kadar dek gitmemek üzere geleceğinden eminim.
Londra bana tarihiyle, mimarisiyle, romantik park ve bahçeleriyle ve ucuz kitap satan sahaflarıyla bir masal şehri gibi geliyor. O sebeple Masal Penceresi bir gezi sayfası olmamasına rağmen bu güzel şehir bu sayfada kendisine yer açtı. Londra’ya gittiğimizde en çok peşine düştüğüm şey genellikle resimli kitaplar oluyor. Şimdiye kadar bu şehirden hep birbirinden güzel kitaplarla döndüm. Bu son gezi de farklı olmadı. Hem anılarım canlı kalsın hem de çektiğim fotoğrafların bazıları kaynak olarak burada dursun diye güzel Londra ile ilgili mütevazi ve kişisel bir yazı yazmaya karar verdim. Oslo’dan gidince Londra gerçekten çok kalabalık ve büyük geliyor insana. Yine de hem büyüklüğünü, hem karışıklığını hem de renklerini çok seviyorum. Biz hep gezmeye gittiğimiz için çalışan bir insan olarak orada yaşamanın nasıl olduğunu hayal etmekte zorlanıyorum. İnsanlar hep çok meşgul ve koşuşturma içindeymis gibi geliyor bana. Biz o karmaşanın içinde kendimize ayırdığımız kısıtlı süreyi mümkün olduğunca sakin ama verimli geçirmeye çalışıyoruz. Her ziyaretimizde rituel gibi aksatmadan yaptığımız etkinikler var.
Kaldığımız ev Kensington bölgesindeki Holland Park semtinde olduğu için en çok zaman geçirdiğimiz yer bu semt. Semt adını içindeki güzeller güzeli parktan alıyor. Bu park bizim favori mekanımız. Sadece içinden geçmek bile büyük bir keyif. Sonbaharda ve yağmurlu havalarda büründüğü hava ayrı güzel, kışın rengarenk kuşlarla ve sincaplarla neşelenen kuru dallı ağaçları ayrı güzel. Yazın yemyeşil ve insan cıvıltılarıyla dolu hali bambaşka bir güzellikte görünüyor. Parkın sakinleri olan sincapları beslemek için ceplerinı fındık fıstıkla doldurup gelen bir sürü insan var. O yüzden olacak, sincapların hemen hepsi tombişler ve aynı zamanda çok insancıllar. Bu güzel parkın içinde davet mekanı ya da sanat galerisi olarak kullanılan çok guzel eski bir sera, The Orangery, bulunuyor. Her gidişimizde kapalı olan bu mekanı bir gün ziyaret etmeyi ve kocaman bronz heykellerle süslenmiş bu güzel binanın havasını koklamayı çok istiyorum. Bu mekanla bitişik Belvedere adında bir adet Fransız restoranı ve parkın içinde yine büyükçe bir hostel var.
Aslında parkın büyük kısmı, daha önce Holland House ya da Cope Şatosu adıyla bilinen ve Alman saldırısından sonra harabeye dönen güzelim tarihi binaya aitmiş. Yazları burada Opera Holland Park’ın gösterilerini izlemek mümkün. Küçük ve güzel bir Japon bahçesi olan Kyoto Garden ve içindeki iri balıklar da bence buranın görülmeye değer noktalarından. Ayrıca parkın tam ortasında, Lord Holland’ın kocaman bir heykeli var. Bu heykel bir bakıma parkta kaybolmanızı önlüyor. Işıklandırılmaması ve akşamları girişlerin kapatılması buraya ayrı bir hava katıyor bence. Bir kere hava karardığında içinden geçtikten sonra neden akşam saatlerinde parkın kapılarını kapatmayı tercih ettiklerini anladım. Karanlık, ıssız ve kocaman bir orman gibi hem çok güzel hem de bir o kadar ürkütücü.
Holland Park’ın bir ucu, iki yanı mağazalarla kafe ve restoranlarla süslenmiş geniş bir cadde olan Kensington High Street’e çıkıyor. Burada aklımıza gelebilecek hemen hemen bütün mağazalar var. Caddede aynı zamanda bir metro durağı da mevcut. Metro bize çok kalabalık ve havasız geldiği için hemen hemen hiç kullanmıyoruz. Otobüste en azından etrafı görme şansımız oluyor. Holland Park, Notting Hill’e de çok yakın olduğu için bu semti gezmek ve Portobello Caddesi’ndeki Geil’s Artisan fırınına uğramak bizim rutinlerimizden biri oldu. O muhteşem brownielerden tatmak için daha uzağa da gidilir gerçi. Her ziyarette mutlaka George Orwell’in bu sokakta bulunan müstakil evinin önünden geçmek, taze çikolatalı ve muzlu krep yapan mekanlardan yayılan enfes kokuları duymamak için burnumuzdan nefes almamak ve başka yerlere bakmak, her defasında Oxfam’ın sadece kitap satan şubesinde en az bir saat harcamak bunlardan birkaçı. George Orwell evinin fotoğrafını aslında arkadaşım Duygu için çekmiştim. Seneler önce İzmir’de buluştuğumuzda yemek yemek için bir yere oturmuştuk. Duygu yemekte çantasından Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabını çıkarmıştı. O dönem onu okuduğu için çantasında her yere taşıyordu. Bu evi görünce aklıma hem o an hem de Eurythmics’in ‘1984’ filmi için hazırladığı 1984 adlı albümdeki parçalardan biri olan Sex Crime geliyor. Hatta şimdi yazarken yine aklıma geldiği için açtım ve bir yandan onu dinliyorum. Önceleri Portobello’daki antikacılardaki porselenlere bakmak için de zaman harcıyordum; ama artık bu huyumu bıraktım. Satılan her parça değerinin kat kat üzerinde fiyatlandırıldığı için insanın hevesi kırılıyor. Pazarda alışveriş yapmanın tadını alamadığımdan burada vakit kaybetmeyi sevmiyorum artık. O yüzden Notting Hill gezintisinin en önemli iki noktası sadece Oxfam’in kitapçısı ve leziz brownielerin mekanı Geil’s Artisan Bakery. Aslında güzel brownie yapan birçok yer bulunabilir Londra’da. Ben herhalde biraz da bazı mekanları anılarımla beraber sahiplenmeyi ve o mekanlara tekrar tekrar gitmeyi seviyorum.
Notting Hill Gate durağından başlayıp Kensington High Street’e inen Church Street’in üzerinde yine Royal Trinity Hospice’in bağış kitaplar satan güzel bir sahaf şubesi var. Buradan daha önce inanılmaz güzel resimli kitaplar almıştım. Son ziyaretimizde aradığımız tarzda bir kitap bulamadım; ama civarda kalanlar için arada bir uğranacak ve hazine avcılığı yapılabilecek güzel kitapçılardan biri.
Son iki Londra gezimizde Hampstead de uğramadan dönmediğimiz semtler arasına katıldı. Hampstead yemyeşil doğasi ve kızıl ateş tuğlasıyla kaplı tarihi binalarıyla tipik İngiliz kasabalarına benziyor. Şehirden uzaklaşmadan bakımlı, yeşil ve sakin bir yerleşim bölgesi görmek için çok uygun. Çarşısı çok büyük olmasa bile merkezde bulunan magazaların şubeleri burada da var. Gözlemlediğim kadarıyla bu semtte oturuyorsanız iş dışında merkeze inmenize gerek bile yok. Oxfam’in yalnızca bağış kitaplar satan şubelerinden bir tane de Hampstead’de var.
İkindi Çayı
İngiltere’ye gezmeye gidip meşhur afternoon tea yani ikindi çayına gitmemek olmaz herhalde. En azından bir kere denenmesi gerek bence. Aslında ikindi çayı dense de günün birçok saatinde ikindi çayı servisi yapan mekan bulmak mümkün. Büyük otellerin öğleden sonra başlayıp akşam saatlerine kadar devam eden servisleri oluyor. Daha önce çok sevdiğim arkadaşlarımdan biriyle Ritz Oteli’nin çayına gitmiştik. Aylar önce rezervasyon yapmamıza rağmen ikindi çayı için akşam dokuzdan önce yer bulamamıştık, ki daha çok akşam çayı olmuştu. Çay salonu (üstteki resim), canlı müzik, çaylar, kekler ve parmak sandviçler gerçekten lezizdi. Bir kere denediğim için memnunum; ama çok özel bir kutlama olmadıkça tekrar gideceğimi sanmıyorum. Onun yerine güzeller güzeli fincanlarda tazecik çay ve yanında scone ya da kremalı kek servisi yapan başka bir mekana gitmek bize daha cazip geliyor. Bu son gezimizde de rezervasyonla uğraşmak yerine ikindi çayımızı yürümekten yorulduğumuz bir anda, paylaştığımız bir dilim kekin yanında, en sevdiğimiz kafede içmeyi tercih ettik.
Londra büyük bir şehir olduğu için burada yapılacak etkinlikler tükenmiyor. Doğum günü gezisinde görmeyi çok isteğim iki yeri ziyaret etme fırsatım oldu. Bunlardan bir tanesi Tower of London yani Londra Kulesi’ydi. Aslında bu yapıya Londra Kalesi demek belki daha doğru olurdu. Biz bu mekana neredeyse tam bir gün ayırdık. Hem kaldığımız yerden çok uzak olduğu için gidip gelmek çok zaman aldı, hem de içeride görülecek çok şey vardı. Birkaç yıl önce okulla birlikte York şehrinde bir eğitim gezisine gitmiştik. Orada hem bir Shakespeare oyunu izlemiş hem de Londra Kulesi ile ilgili ilginç şeyler dinlemiştik. Londra Kulesi’ne karşı merakım aslında orada başladı. Sonra nedense Londra’ya gitsek de bir türlü denk getirip bu Kule’yi gezemedim. Burası zamanla girişin olduğu ama çıkışın olmadığı bir yer haline geldiği için hanedan üyeleri ve devlet adamlarının asla ziyaret etmeyi bile istemedikleri bir mekanmış. Ziyaret sırasında görebileceğiniz Kraliçe Anne Boleyn’in idam öncesi hapsedildiği binadan idam edildiği noktaya kadar, çeşitli tutsakların notlarından, kraliyet mücevherlerine ve kuzgunlara kadar İngiliz kültürü ve tarihi açısından kıymetli olabilecek çok şey var. Gezebildiğim, o atmosferi hissedebildiğim ve en sonunda binaların birinde kaybolmadan sapasağlam dışarı çıkabildiğim için çok memnunum. Doğum günü dileklerimden bir tanesi böylece gerçekleşmiş oldu. Geziden önce kaleyi anlatan birkaç belgesel ve tanıtım programı izlemiştim. İzlemek isteyen yetişkinler için yine yetişkinler için hazırlanmış ingilizce bir programın linkini ekliyorum.
Görmeyi uzun zamandır istediğim bir diğer mekan da Westminster Abbey’di. Bu yapıyı gezmeye onunla ilgili bir belgesel izledikten sonra karar verdik. Westminster Abbey müze gibi belirli bir ücret ödeyip gezebileceğiniz önemli tarihi mekanlardan biri. UNESCO’nun kültür mirası ilan ettiği bu yapının adına hanedan üyelerinin düğünleri ve cenazeleri sebebiyle aşinaydık. Ancak Westminster Abbey’e sadece büyük bir kilise deyip geçmek, birçok tarihi olayla yakın bağı bulunan bu görkemli yapıya haksızlıkmış. Yedi yüz yıllık geçmişi olan bu devasa binanın mermer koridorlarının altında, Charles Darwin’den, Charles Dickens ve Isaac Newton’a kadar nice önemli isim yatıyor. Yürürken kimlerin mezarının üzerinden geçtiğinizi farkettikten sonra başınızı bir süre yerden kaldıramıyorsunuz. Yürürken mermerlere yazılmıs adlara bakmamak onlara saygısızlık olacakmış gibi geldiğinden olacak, biz bir süre hep yerlere baktık. Burası yüzlerce insanın mezarı olduğu için içeride bunu yansıtan ağır bir atmosfer var. Kraliçe 1. Elizabeth de buraya gömülen önemli tarihi isimlerden biri. Mezarının üzerinde bulunan kendi boyutlarındaki mermer heykel son derece etkileyiciydi. İçerideki yüzlerce diğer sanat eseri gibi… Bu mekan sadece dini açıdan değil tarihi açıdan da İngiltere’nin en önemli simgelerinden biri. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için binanın içini gösteren herhangi bir resim ekleyemiyorum; ancak internette Westminster Abbey ile ilgili birçok resim ve belgesel bulmak mümkün. Binanın tarihiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz aşağıdaki youtube linki hoşunuza gidebilir.
https://www.youtube.com/watch?v=2388hTrKn3g
Son yolculuğumda doldurduğum kitap bavulumda elbette birçok kitap var. Bunların hepsinden söz etmek şu an için imkansız. O yüzden içlerinden sevdiğim bir tanesini, Kadife Tavşan‘i, sizin için seçtim ve bir sonraki yazımda ondan söz etmek istiyorum. Bu yazıyı yeni yılınızı tekrar kutlayarak bitirmek istiyorum. Umarım Noel Baba bu sene torbasında nice guzellikler getirmiştir. Bize de 2016’yı dolu dolu yaşarken o torbadan çıkacak surprizleri beklemek kalıyor. Bu blog yazısı tamamen Londra’ya adandığı için kapanışı da geçen sene yeni yılı karşıladığımız bu güzel şehirde çektiğim birkaç fotoğrafla yapıyorum.
Sevgiler…