Ole Lukøje ile Rüyalar Ülkesinde




Sen içimdeki küçük mum
Hala sönmedin, yanıyor musun?
Gündüz aydınlıkta kaybolup
Gece yatınca karşımdasın

Bülent Ortaçgil


Merhaba,

Gece, iri ve güzel bir kuzgunun kanatlarında oturmuş usulca yeryüzüne inmekte. Dudaklarında daha önce duyduğumuz, ama hangisi olduğunu çıkaramadığımız tatlı ninnilere benzeyen cılız bir ıslık var. Ayaklarını ıslığının ritmine uydurmuş, gözlerindeyse bir mumun parlak alevi geziyor. Biliyoruz ki onun ayakları yere tam bastığında, bizimkiler yerden kesilmiş olacak. İşte böyle bir gece bu. Bense, sizinle bir süredir güzel masalları çağıran tılsımlı bir gecede buluşmayı diliyordum. Çünkü dünyaya açılan gözlerimizin yönünü artık içimize çevirmeye başlayıp, onlarla yalnızca kendimizi gördüğümüz anlara geçişimizi kolaylaştıran yardımcılardan biri de eksantrik masalcıların kaleminden çıkan bu gece masallarıdır. Biliriz ki onlar, gizemli atmosferleriyle bizi düşlerimizle buluştuğumuz o sürprizlerle dolu salona götürürler. Yani şu hiç bilet parası ödemeden girip kavuşmalardan kovulmalara uzanan geniş yelpazedeki gösterileri izlediğimiz, sadece bize ait olan rüyalar sahnesine.

Geçtiğimiz kış, Norveç’in ulusal tiyatrosu Nationaltheatret’te izlediğimiz gösteri beni böyle bir rüya gibi masalla tanıştırmış ve kendimi bir yıldız yağmurunun ortasında, Ole Lukøje’nin tuhaf şemsiyesinin altında bulmama neden olmuştu. Danimarkalı masalcı Hans Christian Andersen tarafından yazılmış ve dilimize daha önce Ole Yumgöz olarak çevrilmiş masalı burada bölümlere ayırarak, her güne bir adet düşecek şekilde paylaşacağım. Böylece kahramanımız küçük Hjalmar’ın Ole ile tanışmasına ve yedi gün boyunca sürecek olan uyku yolculuklarına birlike tanıklık etmiş oluruz.

Eylem Rosseland ❤️


Ole Lukøje

Dünya üzerinde Ole Lukøje kadar çok hikâye bilen başka kimse yoktur ve onları gerçekten çok güzel anlatır.

Akşam olduğunda, çocuklar hâlâ bir masanın etrafındaki küçük taburelerinde düzgün bir şekilde oturmaktayken Ole Lukøje gelir. Ayaklarında sadece çorap olduğu için hiç ses çıkarmadan yukarı çıkar. Yavaşça kapıyı açar ve çocukların gözlerine nazikçe tatlı bir süt serper. Öyle çok değil ama sadece biraz, onların gözlerini kapalı tutmaya yetecek kadar. Böylece çocuklar onu hiç göremezler. Parmaklarının ucuna basarak onların arkalarından yürür ve enselerine hafifçe üfler. Bu üfleme küçüklerin başlarını öne düşürür. Ah evet, Ole Lukøje bunu onlara hiç zarar vermeden yapar, çünkü çocukları pek sever. Tek isteği miniklerin yatağa girdiklerinde sessiz olmasıdır, çünkü hikâyelerini anlatabilmek için sessizlik gerekir.

Çocuklar uykuya dalar dalmaz, Ole Lukøje yatakta yanlarına oturur. Üzerinde şık giysiler vardır. Ceketi ipekten yapılmıştır. Hareket ettiğinde kırmızı, yeşil ya da mavi parıldadığı için tam olarak ne renk olduğunu söylemek mümkün değildir. Kollarının altında birer şemsiye vardır. Bunların birinin üzerinde resimler vardır. Onu uslu çocukların üzerine açar. Böylece çocuklar bütün gece boyunca düşlerinde öykülerin en güzellerini görürler. Diğeri ise üzerinde hiçbir şey bulunmayan sade bir şemsiyedir. Bu şemsiyeyi de yaramaz çocukların üzerine açar. Onlar da bütün gece huzursuz bir şekilde uyur ve sabah uyandıklarında hiç rüya görmemiş olurlar.

Şimdi Ole Lukøje’nin bir hafta boyunca her akşam Hjalmar adındaki küçük bir çocuğun yanına nasıl geldiğini ve ona neler anlattığını dinleyelim bakalım. Bir haftanın içinde yedi gün olduğu için öyküler de yedi tanedir.

Pazartesi

Akşam olup Hjalmar’ı yatağına yatırır yatırmaz Ole Lukøje “Dinle şimdi, önce şu etrafı bir düzenleyelim ” dedi.

O anda saksılardaki tüm çiçekler kocaman ağaçlara dönüştü, uzun dalları tavanın altından duvarlara doğru kıvrılarak odayı güzel bir çardağa dönüştürdü. Dallar, her biri güllerden bile daha güzel çiçeklerle doluydu ve kokuları o kadar tatlıydı ki, yiyecek olsanız reçelden bile daha tatlı olduklarını görürdünüz. Meyveler altın gibi parlıyordu, çöreklerin içinden kuş üzümleri fışkırıyordu . Her şey o kadar muhteşemdi ki!

Birdenbire, Hjalmar’ın okul kitaplarını koyduğu masanın çekmecesinden korkunç bir inilti yükseldi.

“Ne oluyor bakalım?” diye sordu Lukøje, çekmeceyi açarken. Çekmecedeki küçük yazı tahtası adeta sinir krizi geçirmekteydi. Üzerinde sonucu yanlış çıkmış bir matematik işlemi olduğu için öfkeden parçalarına ayrılmak üzereydi. Tahtaya bir iple bağlı olan tebeşirse bir köpek gibi zıp zıp zıplıyor, hatayı düzeltmeye çabalasa da yapamıyordu.

Bir başka yakınma da Hjalmar’ın yazı defterinden geldi. Aman Tanrım, dinlemeye katlanmak bile zordu! Her sayfasında alt alta dizilmiş büyük harfler vardı; yanlarında ise küçük harfler duruyordu. Büyük harfler örnek olmak için yazılmışlardı. Hemen yanlarında ise Hjalmar’ın yazdığı harfler bulunmaktaydı. Onlar da tıpkı ilk örnekler gibi göründüklerini sanıyorlardı ama çizgilerin üzerinde durmak yerine oraya buraya yuvarlanıp dağılmışlardı.

“Bakın, işte kendinizi şöyle tutmalısınız,” dedi örnekteki güzel yazılar. “Şöyle, yana doğru eğik ve kalın bir çizgiyle.”

“Ah, biz de öyle olmak isterdik!” diye cevap verdi Hjalmar’ın yazdığı harfler. “Ama yapamıyoruz. Çok zayıfız.”

“O zaman biraz çocuk ilacı içmeniz gerek,” dedi Lukøje.

“Ah, hayır!” diye haykırdı harfler ve hemen öyle bir dikeldiler ki onları öyle görmek bir zevkti.

“Artık öykü anlatacak zamanımız yok,” dedi Lukøje. “Bunlara antrenman yaptırmam gerekiyor. Bir, iki! Bir, iki!” Harfleri çalıştırmaya başladı; öyle ki, hepsi örneklerden bile daha düzgün, daha zarif bir şekilde dizildiler. Fakat Lukøje gidip Hjalmar sabah harflere baktığında, hepsinin yine eski perişan hallerine dönmüş olduğunu gördü.

Hans Christian Andersen


https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Çeviren: Eylem Rosseland

Ole Lukøje Masalı “Salı”



Salı

Hjalmar yatağına yatar yatmaz, Ole Lukøje küçük sihirli fısfısını alıp odadaki bütün mobilyalara dokundu ve birdenbire hepsi konuşmaya başladı. Her biri yalnızca kendisinden söz ediyordu; yalnızca köşedeki küçük çöp tabağı sessizdi. Diğerlerinin böylesine kibirli olup yalnızca kendilerinden söz etmelerine içerliyordu. Köşede öylece alçakgönüllü bir şekilde duruyor ve herkesin üzerine tükürmesine rağmen sessizliğini koruyordu.

Komodinin üzerinde altın varaklı bir çerçevesi olan büyük bir manzara tablosu asılıydı. Yaşlı, uzun ağaçlar, çimenler arasında çiçekler ve ormanın arkasından geçip pek çok şatonun önünden dolaşarak uzaklardaki vahşi denize ulaşan bir nehir ile geniş bir göl görünüyordu. Ole Lukøje sihirli fısfısıyla tabloya dokununca, içindeki kuşlar şakımaya, ağaçların dalları kıpırdanmaya, bulutlar gökyüzünde hareket etmeye başladı. Onların gölgelerinin manzaranın üzerinden geçtiği bile görülebiliyordu.

Şimdi Ole Lukøje küçük Hjalmar’ı kaldırıp çerçevenin önüne getirdi; çocuk bacaklarını doğrudan resmin içine, yüksek otların arasına uzattı ve orada durdu. Güneş dalların arasından parlayarak ona kadar ulaşıyordu. Hjalmar suyun kıyısına koştu, orada duran kırmızı ve beyaz boyalı küçük kayığa bindi. Kayığın yelkenleri gümüş gibi ışıldıyordu. Başlarında altın birer taç, alınlarında parlak mavi birer yıldız olan altı tane kuğu, kayığı yemyeşil ormanların arasından çekerek götürüyordu. Ağaçlar haydutlardan ve cadılardan, çiçekler ise sevimli küçük elflerden ve kelebeklerin anlattıklarından söz ediyordu.

Pulları altın ve gümüş gibi parlayan güzeller güzeli balıklar kayığın ardından yüzmekteydi. Arada bir sıçradıktan sonra “şap” diye suya düşüyorlardı. Büyüklü küçüklü kırmızı ve mavi kuşlar iki uzun sıra hâlinde kayığın ardından uçuyordu. Sinekler dans ediyor, mayıs böcekleri vız vız ötüyordu. Hepsi Hjalmar’ın peşinden gitmek istiyordu ve her birinin anlatacak ayrı bir öyküsü vardı.

Ne muhteşem bir yolculuktu bu! Bazen orman öylesine sık ve karanlıktı ki… Bazen de güneşli, çiçeklerle bezenmiş en güzel bahçeye dönüşüyordu. Göğe doğru balkonlarında prensesler olan cam ve mermerden yapılmış saraylar yükseliyordu. Hepsi Hjalmar’ın daha önceden çok iyi tanıdığı kızlardı, çünkü birlikte oyunlar oynamışlardı. Her biri ona uzattığı ellerinde pastacıların yapabileceği domuz şeklindeki en lezzetli badem ezmesini tutuyordu. Hjalmar geçerken elini uzatıp domuzcuğun bir ucundan tutunca, prenses de diğer ucundan tutmakta olduğu için her ikisi de şekerlemeden birer parça alabiliyordu. Prensesinkine küçük, Hjalmar’ın payına ise büyük olan parça düşüyordu! Bütün sarayların önünde nöbet tutan küçük prensler vardı. Kılıçlarıyla selam veriyor ve gökten kuru üzümler ile kurşun askerler yağmasına neden oluyorlardı. Yaptıkları hareketlerden gerçek birer prens oldukları o kadar belliydi ki…

Hjalmar bazen ormanlardan, bazen koca salonlardan, bazen de bir kasabanın ortasından geçiyordu. Dadısının yaşadığı kasabaya da uğramışlardı. O dadı ki Hjalmar minicik bir çocukken onu kucağında taşımış, onu hep sevmişti. Kadın Hjalmar’a başıyla selam verdi, ona el salladı ve kendisinin yazıp gönderdiği güzel bir şarkıyı söyledi:

Seni sık sık düşünürüm,
Benim sevgili Hjalmar’ım, tatlım!
Senin minicik alnını öpmüştüm.
Pespembe yanaklarını…
Senin ilk sözlerini duymuş,
Sana erkenden veda etmek zorunda kalmıştım.
Tanrımız seni bu dünyada korusun.
Sen onun cennetinden gelen bir meleksin

Sanki Ole Lukøje onlara da masal anlatıyormuş gibi bütün kuşlar bu şarkıya katıldılar. Çiçekler sapları üzerinde dans ettiler ve yaşlı ağaçlar başlarını salladılar.

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Ole Lukøja Masalı “Çarşamba”




Çarşamba

Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Hjalmar, uykusunda bile yağmurun sesini duyabiliyordu. Ole Lukøje pencereyi açtığında, su yükselerek pencere pervazına kadar ulaşmıştı. Dışarıda gerçek bir göl vardı ve evin hemen yanında güzel bir gemi duruyordu.

“Benimle yelken açmak ister misin, küçük Hjalmar?” dedi Ole Lukøje. “Bu gece uzak ülkelere yolculuk edebilir, sabah olunca yine evine dönebilirsin.”

Hjalmar bir anda üzerinde pazar günleri giydiği özenli giysileri ile bu görkemli geminin güvertesinde belirdi. Aynı anda yağmur dindi, bulutlar aralandı. Sokaklardan ve kilisenin etrafından geçerek denize açıldılar. Artık her yer engin ve coşkun bir deniz olmuştu. Öylece yol aldılar ki kara çok gerilerde kaldı. Uzakta bir leylek sürüsü gördüler. Onlar da yurtlarından ayrılmışlardı ve sıcak ülkelere gitmek istiyorlardı. Leylekler tek sıra hâlinde, biri diğerinin arkasında olacak şekilde uçuyordu. Zaten uzun bir yol katetmişlerdi. İçlerinden biri öylesine yorgundu ki kanatları artık onu taşımakta zorlanıyordu. En arkada uçuyordu ve çok geçmeden diğerlerinden epey geride kaldı. Sonunda, kanatlarını güçsüzce çırpa çırpa, gittikçe daha alçalarak gemiye doğru indi. Ayağı geminin yelken direğine takıldı, sonra yelkenin üzerinden kayarak pat diye güverteye düştü. Denizcilerden biri onu alıp kümese, tavukların, ördeklerin ve hindilerin arasına koydu. Zavallı leylek şimdi onların ortasında büsbütün mahcup bir halde duruyordu.

“Ne tuhaf şey!” dedi bütün tavuklar.

Hindilerden biri olanca gücüyle kabardı ve ona kim olduğunu sordu; ördekler ise geriye çekilip birbirlerini dürterek, “Vak, vak!” dediler.

Leylek onlara sıcak Afrika kıtasından, piramitlerden ve çölde bir yaban atı gibi koşan devekuşundan söz etti; ama ördekler onun söylediklerini anlamadılar. Birbirlerini dürterek, “Onun bir budala olduğunda hemfikiriz, değil mi?” dediler.

“Evet tabii ki budala!” diye bağırdı hindi ve gevezelik etmeye başladı. Bunun üzerine leylek sustu, sessizce durdu ve Afrika’sını düşündü.

“Ne güzel ince bacaklarınız var!” dedi hindi. “Acaba bir metresi kaç lira?”

“Vak, vak, vak!” diye güldü bütün ördekler; fakat leylek onları duymuyormuş gibi davrandı.

“Siz de bizimle birlikte gülebilirsiniz!” dedi hindi ona. “Çünkü bu çok nükteli bir söz! Yoksa sizin anlayışınıza biraz ağır mı geldi? Ah, ah! O kadar da zeki değilmiş! Biz kendi kendimizle ilgilenmeye devam edelim!” Bunun üzerine tavuklar gıdakladı, ördekler vak vak diye ses çıkardı. Korkunç şekilde eğleniyorlardı.

Hjalmar kümese geldi, kapıyı açtı, leyleğe seslendi. Leylek de dışarı sıçrayarak güverteye geldi. Artık dinlenmişti ve sanki Hjalmar’a teşekkür etmek ister gibi başını salladı. Sonra kanatlarını açtı ve sıcak ülkelere doğru uçup gitti. Tavuklar gıdakladı, ördekler vakladı, hindi ise baştan aşağı kıpkırmızı kesildi.

“Yarın sizden çorba yapacağız!” dedi Hjalmar. Bunu der demez uyandı ve kendisini yine küçücük yatağında buluverdi. O gece Ole Lukøje’nin onu çıkardığı yolculuk gerçekten harikuladeydi!

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Ole Lukøja Masalı “Perşembe”


Perşembe

“Bak ne diyeceğim,” dedi Ole Lukøje. “Sana küçük bir fare gösterirsem sakın korkma.” Sonra içinde o sevimli küçük hayvan olan elini uzattı. “Seni bir düğüne davet etmeye geldi. Bu gece evlenmeye hazırlanan iki küçük fare var. Sizin evin kilerinin altında bir dairede yaşıyorlar, evlerinin pek güzel olduğu söyleniyor.”

“Peki ama, ben yerdeki o küçücük fare deliğinden nasıl geçeceğim?” diye sordu Hjalmar.

“Onu bana bırak!” dedi Ole Lukøje. “Seni küçülteceğim!” Sonra sihirli fısfısıyla Hjalmar’a dokundu, çocuk gitgide küçüldü, küçüldü, sonunda bir parmak kadar kaldı. “Artık kurşun askerin elbiselerini ödünç alabilirsin. Sana tam gelecektir, hem davetlerde üniforma giymek çok şık olur!”

“Evet tabii!” dedi Hjalmar ve bir anda en sevimli kurşun asker giysilerine büründü.

“Annenizin dikiş yüksüğüne oturmaz mısınız?” diye sordu küçük fare, “Sizi bu yüksük arabayla çekmek benim için büyük bir onur olur.”

“Aman Tanrım, hanımefendi siz kendiniz mi zahmet edeceksiniz?” dedi Hjalmar. Böylece fare düğününe doğru yola çıktılar.

Önce döşemenin altında bulunan uzun bir geçide girdiler. Burası öyle alçaktı ki ancak yüksükle geçilebiliyordu. Çürümüş parkelerin üstündeki parlak mantar tabakası tüm geçiti aydınlatıyordu.

“Burası mis gibi kokuyor değil mi?” dedi fare. “Tüm yol bir domuz yağı tabakasıyla kaplı! Bundan daha güzeli olamazdı!”

Gelin odasına ulaştıklarında sağ tarafta toplanmış birbirleriyle alay eder gibi fısıldaşarak kıkırdayan dişi fareler duruyordu. Sol tarafta ise pençeleriyle bıyıklarını düzelten erkek fareler vardı. Tam ortadaysa, içi oyulmuş bir peynirin içinde gelinle damat durmaktaydı. Herkesin gözü önünde birbirlerini öptüler, çünkü nişanlanmışlardı ve evlenmek üzereydiler.

Düğüne durmadan daha çok konuk geliyordu. Fareler neredeyse kalabalıktan birbirini ezecekti. Gelinle damat kapının ortasına yerleştiler. Böylece artık içeri kimse girip çıkamıyordu. Tüm oda tıpkı geldikleri geçit gibi domuz yağından bir tabakayla kaplıydı. Tatlı olarak da bir bezelye getirilmişti. Ailenin küçük farelerinden bir tanesi, bu bezelyeye kemirerek gelinle damadın adlarının ilk harfini yazmıştı. Bu, bambaşka bir incelikti.

Bütün fareler bunun çok güzel bir düğün olduğunu, herkesin çok hoş ve keyifli vakit geçirdiğini söylediler.

Sonra Hjalmar yeniden eve döndü. Gerçekten de çok seçkin bir davete katılmıştı, ama bunu yapabilmek için küçücük olup bir kurşun askerin üniformasına sığmak zorunda kalmıştı.


Hans Christian Andersen

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Çeviren: Eylem Rosseland

Ole Lukøja Masalı “Cuma”




Cuma

Bana ne kadar çok yaşlı insanın ulaşmak istediğine inanamazsın!” dedi Ole Lukøje. “Özellikle de kötü şeyler yapmış olanlar bana, ‘Sevgili küçük Ole, gözlerimizi kapatamıyoruz; çünkü kapatırsak bütün gece yaptığımız kötülükleri görüyoruz. Onlar çirkin birer küçük troll gibi yatağımızın kenarına oturup üzerimize kaynar su püskürtüyorlar. Gelip onları kovsan da bir rahat uyusak olmaz mı?’ derler. Sonra derin derin iç çekerek ‘Ücreti de neyse öderiz. İyi geceler Ole! Paralar pencerenin pervazında duruyor.’ diye eklerler, fakat ben para için böyle bir şey yapmam” dedi Ole Lukøje.

“Peki bu gece ne olacak?” diye sordu Hjalmar.

“Bilmem! Bu gece yine bir düğüne gitmek ister miydin? Bu, dünkünden farklı bir düğün olacak yalnız. Bu defa kardeşinin oyuncak bebeği, hani şu erkek ve adı Herman olan, diğer oyuncak bebek Bertha ile evlenecek. Ayrıca bugün Bertha’nın doğum günü. Bu yüzden kendisine birçok hediye de verilecek!”

“Evet biliyorum,” dedi Hjalmar. “Ne zaman oyuncak bebeklerin yeni giysilere ihtiyacı olsa, kız kardeşim ya bir doğum günü düzenler ya da bir düğün! Bu en az yüz kere olmuştur!”

“Evet, ama bu geceki düğün yüz birincisi olacak ve yüz bir tamamlanınca her şey bitecek! Bu yüzden de bu düğün olağanüstü olacak. Baksana!”

Hjalmar masaya baktı. Orada pencerelerinde ışık olan kartondan yapılmış küçük ev duruyordu. Hemen dışarıda durmakta olan bütün kurşun askerler tüfeklerini selam duruşuna kaldırmışlardı. Gelinle damat masanın ayağına yaslanmış şekilde yerde oturuyorlardı. Odukça düşünceliydiler ve bunun bir nedeni vardı. Ole Lukøje ise, büyükannenin siyah giysisini giymişti. Oyuncak bebekleri o evlendirdi! Nikâh kıyıldıktan sonra odadaki tüm mobilyalar; kurşun kalem tarafından yazılmış olan ve “tapto” melodisiyle söylenen şu güzel şarkıya eşlik ettiler:

Şarkımız esecek rüzgâr gibi,
Girecek içeri gelinle damadın yanına şimdi;
İkisi de dimdik durur birer sopa gibi,
Eldiven derisinden yapılmışlar sanki!
Yaşasısn sopayla deri!
Bunu söyleriz yüksek sesle, rüzgârla fırtına gibi!

Sonra hediyeler verildi; ama çift kendilerine sunulan bütün yiyecekleri reddetmişti. Çünkü zaten sevgileri onlara yetiyordu.

“Peki biz şimdi köyde mi yaşayalım, yoksa yurtdışına mı gidelim?” diye sordu damat. Bunun üzerine çok seyahat etmiş olan kırlangıçın ve beş kez civcivi olmuş yaşlı çiftlik tavuğunun da fikri soruldu. Kırlangıç, dallarını iri üzümlerin süslediği ağır salkımlarla dolu bağların olduğu, havası yumuşak, dağları buralarda hiç bilinmeyen renklerde görünen o sıcak ve güzel ülkelerden söz etti.

“Fakat onların bizimki gibi yeşil yapraklı lahanası yok ki!” dedi tavuk. “Ben bir yaz boyunca bütün civcivlerimle birlikte köyde kaldım; orada gidip eşelenebileceğiniz bir çakıl ocağı da vardı. Ayrıca lahana bahçesine de girebiliyorduk! Ah, ne kadar da yeşildi o bahçe! Daha güzelini düşünemiyorum!”

“Fakat bütün lahanalar birbirine benzer,” dedi kırlangıç, “Hem burada havalar sık sık kötü gider!”

“Evet ama buna alışılır!” dedi tavuk.

“Ama burada soğuk var, don oluyor!” dedi kırlangıç

“Bu lahanaya iyi gelir!” dedi tavuk. “Üstelik burada da bazen hava çok sıcak olabiliyor! Dört yıl önce tam beş hafta süren bir yaz olmamış mıydı? O kadar sıcaktı ki nefes bile alamıyorduk! Hem bizde onlardaki gibi zehirli hayvanlar yok. Haydutlar da yok. Bizim ülkemizin en iyisi olduğunu kabul etmeyen biri tam bir sefildir ve burada yaşamayı hiç hak etmiyor!” dedikten sonra tavuk ağlamaya başladı ve ekledi, “Ben de seyahat ettim! On iki mil boyunca bir kovanın içinde yolculuk ettim. Seyahat dediğin kesinlikle keyifli bir şey değil!”.

“Evet, bu tavuk akıllı bir hanım!” dedi oyuncak bebek Bertha. “Ben de dağlara gitmeyi sevmem; tek yaptığın aşağı yukarı inip çıkmaktır! Hayır, biz çakıl ocağının olduğu yere taşınacağız ve lahana bahçelerinde yürüyüşe çıkacağız!”

Ve öyle de oldu.

Hans Christian Andersen

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Çeviren: Eylem Rosseland

Ole Lukøje Masalı “Cumartesi”




Cumartesi

Ole Lukøje onu uyutur uyutmaz, “Hikaye anlatacak mısın?” diye sordu küçük Hjalmar.

“Bu akşam bunun için zamanımız yok,” dedi Ole ve güzel şemsiyesini onun üzerine açtı. “Şu Çinlilere bak,” dedi. Şemsiye, mavi ağaçlar ve sivri köprülerle süslü, Çin porseleninden yapılmış kocaman bir kâse gibi görünüyordu. Köprülerin üzerinde başlarını sallayan küçük Çinliler vardı.

“Yarın günlerden pazar ve bu bizim için kutsal bir gün. Bu yüzden bütün dünyayı temizleyip parlatmalıyız,” dedi Ole. “Ben kilise kulelerine gidip küçük kilise cinlerinin güzel ses çıkarmaları için çanlarını cilalayıp cilalamadıklarını kontrol edeceğim. Sonra tarlalara giderek rüzgârların, otların ve yaprakların üzerindeki tozu silkeleyip silkelemediklerine bakacağım. En büyük işim ise bütün yıldızları indirip parlatmak olacak! Onları önlüğüme dolduracağım; fakat önce her birine birer numara vermem gerek. Gökteki yerlerini de işaretlemeliyim ki tekrar doğru yere yerleşebilsinler. Yoksa tutunamadıkları için arka arkaya kayıp düşerler. Böylece çok fazla yıldız kayması olur.“

“Bay Lukøje, bir bakar mısınız?” dedi Hjalmar’ın uyuduğu odanın duvarında asılı durmakta olan eski bir portre. “Ben Hjalmar’ın büyük dedesiyim. Çocuğa hikâyeler anlattığınız için çok teşekkür ederim; fakat onun kafasını karıştırmamalısınız. Yıldızlar öyle sizin dediğiniz gibi indirilip parlatılamaz! Onlar da tıpkı bizim dünyamız gibi gök cisimleridir. Onları değerli yapan da budur.”

“Teşekkür ederim, ihtiyar büyük dede!” dedi Ole Lukøje. “Gerçekten çok teşekkür ederim! Siz bu ailenin başısınız. Yani en yaşlısısınız; ancak ben sizden çok daha yaşlıyım! Ben çok eski, pagan çağlarda bile vardım. Romalılar ve Yunanlılar bana rüya tanrısı derdi. En soylu evlere girdim ve girmeye de devam ederim. Hem küçüklere hem büyüklere nasıl yaklaşacağımı iyi bilirim. Şimdi siz anlatın bakalım!” dedikten sonra şemsiyesini alıp gitti.

“Artık insan kendi fikrini söylemeye bile cesaret edemiyor,” diye söylendi yaşlı resim.

Ve sonra Hjalmar uyandı.


Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Ole Lukøje Masalı “Pazar”



Pazar

“İyi akşamlar!” dedi Ole Lukøje. Hjalmar başını eğerek selam verdi. Sonra hemen koşarak büyük dedesinin portresini dün yaptığı gibi konuşmaya başlamaması için duvara doğru çevirdi. “Şimdi bana, bir bezelye kabuğunda yaşayan beş yeşil bezelyenin, tavuğz kur yapan horozun ve çok becerikli olduğu için kendisini dikiş iğnesi sanan yorgan iğnesinin öyküsünü anlatmalısın!” dedi

“En güzel şeylerin bile fazlası iyi değildir!” dedi Ole Lukøje, “Sana bir şeyler göstermeyi tercih ettiğimi biliyorsun. Şimdi sana kardeşimi göstermek istiyorum. Onun adı da Ole Lukøje; ama kendisi kimsenin yanına bir kereden fazla uğramaz. Geldiği zaman insanları atına bindirir ve onlara öyküler anlatır. Bildiği sadece iki öykü vardır. Biri dünyada kimsenin hayal edemeyeceği kadar güzel, diğeri ise tarif edilemeyecek kadar çirkin ve korkunç!” Bunu dedikten sonra Ole Lukøje küçük Hjalmar’ı pencereye kaldırdı ve ekledi: “İşte kardeşimi, diğer Ole Lukøje’yi görüyorsun. Ona ölüm de derler! Görüyorsun ya, aslında hiç de kötü değil. Öyle kitaplarda resmedildiği gibi sadece kemiklerden ibaret bir iskelete benzemiyor! Elbisesindeki gümüş işlemelere bak! Giysisi pek güzel ve hafif bir süvari üniforması. Atının arkasından siyah kadife bir pelerin uçuşuyor! Bak nasıl da dörtnala gidiyor.”

Hjalmar, Ole Lukøje’nin genç ve yaşlı herkesi atına nasıl bindirdiğini gördü. Bazılarını öne bazılarınıysa arkaya oturtuyordu. Bunu yapmadan önce hep “Karnen nasıl bakalım?” diye soruyordu. Hepsi de iyi diye yanıtlıyorlardı. “Evet, bir de kendim göreyim!” yanıtını duyduklarında ise hayat boyu yaptıkları iyi ve kötü şeylere dair aldıkları notu ona göstermek zorunda kalıyorlardı. Karnesinde pekiyi veya iyi yazanlar ata binip güzel hikayeyi dinliyorlardı. Orta veya kötü olmış olanlar ise arkaya binip korkunç hikayeyi titreyerek ve ağlayarak dinliyorlardı. Atlayıp kaçmak isteseler de yapamıyorlardı; çünkü ata yapışmışlardı.

“Ama en güzel Ole Lukøje ölüm olan,” dedi Hjalmar. “Ben ondan korkmuyorum!”

“Korkmamalısın da. Yeter ki karnenin iyi olduğundan emin ol” dedi Ole Lukøje.

“Evet, bu gerçekten eğiticiydi!” diye mırıldandı büyükbabanın portresi. “Demek ki insanın fikrini söylemesinin faydası oluyormuş!” diye ekledi. Keyfi yerine gelmişti.

İşte Ole Lukøje’nin hikayesi böyle! Daha fazlasını ise bu gece sana belki kendisi anlatır.

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Norveç’ten Bir Kış Masalı

Yeni yılın ilk ayından merhaba,

Öncelikle, 2025’in hepimiz için sağlık, sevgi, mutluluk ve huzur dolu bir yıl olmasını diliyorum. Umarım bu yıl, kalplerimizde sakladığımız en güzel dileklerin gerçekleştiği, verimli, neşeli ve ışıltılı bir yıl olur.

Üç aylık bir aradan sonraki ilk buluşmamız yeni yıla denk geldiği için, konumuz bu güzel kış günlerine dair sıcak bir masal olsun istiyorum. Hatırlarsanız bir önceki yazımızda Selanik’e özgü bir efsaneyi paylaşmıştık. Aslında ondan sonraki ilk konuğumuz, Küçük Deniz Kızı olacaktı. Ancak, onun acıklı öyküsünün, yılın bu içimizi karın aydınlığına ve pırıltısına açmak istediğimiz soğuk dönemi için biraz ağır kaçacağına karar verdim. Bu sebeple de 2025’i Norveç’te pek sevilen bir masal olan Noel’i Unutan Küçük Köy masalı ile karşılamamızın daha yerinde olacağını düşünüyorum.

Orjinal adı “Den Vesle Bygda Som Glømte At Det Var Jul” olan masalımız Norveç’te oldukça sevilen, okullarda, noel etkinliklerinde anlatılan, tiyatro sahnelerine ve ekranlara taşınmış bir masal. Ünlü yazar, şair ve oyun yazarı Alf Prøysen (1914–1970) tarafından kaleme alınan bu kısa eser hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap ediyor.

Alf Prøysen, çocukluğunu ve gençliğini bir çiftlikte geçirmiş, Norveç’in köy yaşamından esinlendiği birçok eser vermiş sevilen bir yazar. Doğup büyüdüğü yörenin konuşma dilini eserlerine taşıyan Pøysen, Norveç’in kırsal bölgelerindeki yaşamla birlikte insan ilişkilerine dair gözlemlerini eserlerine içten ve akıcı üslup ile aktarmayı başarmış. Yaşamı boyunca yalnızca çocuk edebiyatına değil, genel olarak Norveç kültürüne olan katkıları sebebiyle, bu toprakların yetiştirdiği en değerli sanatçılardan kabul ediliyor. Umarım onun bloğumuz için seçtiğim bu tatlı masalıni seversiniz. Onu orjinal dilinde okumayı tercih edecek olanlarınız için ilgili linki yazının sonuna ekleyeceğim.

Yakında yeniden görüşmek dileği ile…

Sevgiler,

Eylem Rosseland❤️


Den Vesle Bygda Som Glømte At Det Var Jul

Yüksek bir tepenin yamacında kendi halinde küçük bir köy vardı.

Bu köyde yaşayan insanlar tıpkı diğer köylerdeki insanlar gibiydi. Bazıları büyük, bazıları küçüktü; bazıları çalışkan, bazıları tembeldi; bazıları balık köftesini kıymadan yapılan köfteden daha çok sever, bazıları ise kıymadan yapılan köfteyi balık köftesine tercih ederdi. Yani oldukça farklıydılar, ama bir konuda hepsi birbirine çok benziyordu: Hepsi korkunç derecede unutkandı ve hepsi aynı anda en tuhaf şeyleri unutabiliyordu.

Bir seferinde ayakkabı giymeyi unutmuşlardı. Yaz boyunca hava çok sıcak olduğu için herkes yalınayak dolaşmıştı. Sonbahar geldiğinde ise ayakkabı giymeyi tamamen unutmuşlardı. Birbirlerine:

“Ah, ne kadar soğuk oldu!”

“Eğer hava daha da soğursa nasıl dayanacağız, bilmiyorum”.

“Kar yağarsa, durum daha da kötü olacak.” dediler.

Sonunda kar yağdığında, yalınayak dışarı çıkıp, “Aman tanrım, bugün gerçekten çok soğuk!” dedikten sonra öylece üşümeye devam ettiler.

Bir gün, köy yolunun kavşağında iki kadın ayakları donarak sohbet ediyordu. O sırada bir çocuğun demirciye ata neden nal takıldığını sorduğunu gördüler. İşte tam o anda kadınlar, ayakkabı giymeyi unuttuklarını anladılar. Hemen evlerine koşup ayakkabılarını giydiler. Sonra biri doğuya, diğeri batıya giderek, herkese ayaklarının neden üşüdüğünü anlattılar. Böylece köydeki herkes ayakkabılarını giydi.

Başka bir sefer de yemek yemeyi unuttular. Günlerce hiçbir şey yememişler, sonunda hepsi birden hastalanmışlar; yataklara düşmüş ve doktoru çağırmak zorunda kalmışlardı. Ancak doktorun kendisi de yemek yemeyi unuttuğu için diğerleri kadar hasta olmuştu.

Bir gün doktor, ağzında bir peynir parçası olan bir fare yavrusu gördü. İşte o anda, yemek yemeyi unutmuş olduklarını anladı. Ayağa kalktı, yemek yedi ve sonra köydeki tüm hastaları ziyaret ederek, “Sadece yemek yemeyi unutmuşsunuz.” dedi. Böylece herkes yataktan kalktı, yemek yedi ve tekrar sağlığına kavuştu. Bundan daha kötüsü ise, Noel’i unuttukları zamandı.

Noel arifesi geldiğinde köyde kimse evini temizlememiş, yeni perdeler asmamış, hiç kimse evine bir Noel ağacı getirmemişti. Mağaza vitrinlerinde tek bir Noel Baba maskesi bile yoktu. Okuldaki çocuklar ise Noel şarkıları yerine “Gel, ey güzel Mayıs” şarkısını söylüyordu. Köydeki kurabiye kutularının hiçbirinde tek bir kurabiye veya çörek yoktu.

Köyün en tepesinde, ormanın hemen kıyısındaki küçük bir kulübede küçük bir kız sürekli düşünüp durmaktaydı. Henüz beş yaşında olduğu için normal zamanlarda zıplar, oynar, güler ve neşe içinde vakit geçirirdi. Ama şimdi yalnızca düşünüp duruyordu. Böylece ormana gitti ve küçük çam ağaçlarına bakmaya başladı.

“Yine bir şeyi unuttuk” dedi kendi kendisine. “Bir şey var, sanki küçük bir çam ağacı ile ilgili, ama ne olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum.”

Sonra eve gidip bir makasla biraz saman kâğıdı buldu. “Bu makasla ilgili de bir şey var,” diye düşündü küçük kız, “Ama ne olduğunu hatırlayamıyorum.”

Ardından ahıra gitti ve babasının tavana, farelerin ulaşamayacağı bir yere asmış olduğu buğday demetini gördü.

“Bu buğday demetiyle ilgili de bir şey var sanki,” diye düşündü. Orada durdu, şöyle bir etrafına bakınca uzun bir sırık gördü. Bu sırık Noel için hazırlanmış buğday demetini asmak için kullanılırdı. İşte o anda, küçük kız Noel’in yaklaştığını hatırladı!

“Ah, bugün Noel arifesi, bugün Noel arifesi!” diye bağırarak annesiyle babasına haber vermek için eve koştu, ama içeride kimse yoktu.

“Ah, bütün köye Noel’in yaklaştığını nasıl haber vereceğim? Herkese Noel arifesinin bugün olduğunu nasıl söyleyeceğim?” dedi kız.

Uzun sırığı alıp buğday demetini tepesine takmaya çalıştıysada başaramadı. Sonra ne yapması gerektiğini anladı! Bayrak direği! Buğday demetini bayrak direğine asacaktı!

Küçük kız bunu başardı. Buğday demetini bayrak direğine asmasından hemen sonra, en yüksek çam ağacının en tepesindeki dalından küçük bir baştankara kuşu uçtu ve kar dallardan aşağıya dökülmeye başladı.

“Nereye gidiyorsun, nereye gidiyorsun?” diye cıvıldadı, dalların arasında yarı uyur halde oturan diğer baştankaralar.

“Noel geldi, Noel geldi. Küçük kız buğday demetini astı!” dedi minik bir baştankara. “Biz de geliyoruz, biz de geliyoruz!” diye şakıdı diğer baştankaralar ve hep birlikte havalandılar.

“Nereye gidiyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu telefon tellerine tüneyen serçeler.

“Noel geldi, Noel geldi! Küçük kız buğday demetini astı!” diye şarkı söyledi baştankaralar.

“Biz de geliyoruz, biz de geliyoruz!” diye öttü serçeler ve bir anda hep birlikte telefon tellerinden uçtular. Öyle ki telefon santralinde çalışan kadınların kulakları çınladı.

Tam o sırada, bahçede bulunan kuşburnu çalılarındaki bayağı şakrak kuşlarının hepsi birden havalandı.

Telefon santralinde çalışan kadınlar kuşların nereye gittiğini görmek için pencereye koştular ve bayrak direğindeki buğday demetini gördüler. Sonra hemen tüm köye telefon etmeye başladılar. Herkese Noel’in yaklaştığını unutmuş olduklarını söylediler.

Köydeki herkes telaşla işe koyuldu. Kimisi hamur işi yaptı, yemek pişirdi, evi temizledi ve yeni perdeler astı. Kimisi ormana gidip bir Noel ağacı buldu, daha önce sakladıkları hediyeleri paketledi ve kimisi de pencerelerine Noel yıldızları astı.

En sonunda köydeki herkes, marangozun Noel hazırlıkları sırasında yaptığı devasa küvete tırmandı ve topluca suya atlayarak temizlendi. Tam herkes banyosunu bitirip temiz giysilerini giydiğinde, köyün en tepesindeki evde küçük kızın annesi, onun saçına kırmızı bir kurdele bağlamaktaydı.

İŞTE TAM O ANDA KİLİSE ÇANLARI ÇALDI VE NOEL GELDİ.

Alf Prøysen

Kaynaklar:

https://www.kreativhverdag.no/2017/12/03/vesle-bygda-glemte-jul-alf-proysen/

https://snl.no/Alf_Prøysen

Çam Ağacı

Silent Night by Viggo Johansen

Please scroll down to read the fairy tale in English.

Çam Ağacı

Ormanda, küçük, güzel bir çam ağacı vardı. Güneş alan, havası bol bir yerde yetişiyordu. Etrafında nice büyük çam ve köknar arkadaşı vardı; ama küçük Çam Ağacı’nın tek derdi bir an önce büyümekti. Sıcacık güneşi ve tertemiz havayı hiç düşünmüyor, ormana çilek ve ahududu toplamaya geldiklerinde laflayan çiftçi çocuklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Çocuklar, kovalarını tıkabasa çilekle doldurduktan veya onları sıra sıra dizdikten sonra dinlenmek için küçük Çam Ağacı’nın yanına oturduklarında “Şu küçük ağaç ne kadar da güzel. Değil mi?” derlerdi; fakat o bu sözleri duymak bile istemezdi.
Küçük ağaç ertesi yıl boy attı. Bir sonraki yıl daha da uzadı. Gövdesindeki boğumları sayarak, bir çam ağacının kaç yaşında olduğu söylemek mümkündür.

-Ah, şu diğerleri gibi kocaman bir ağaç olsaydım! diye içini çekiyordu. “O zaman dallarımı dört bir yana uzatır, tepemle de uzakları ve hatta bütün dünyayı görebilirdim! Kuşlar yuvalarını dallarımın arasına yapardı. Rüzgar estiği zaman diğer ağaçlar gibi zarifçe eğilirdim.” Ne güneş mutluluk veriyordu ona, ne kuşlar, ne de sabah akşam üzerinden süzülen kızıl bulutlar.

Derken kış geldi. Kar ışıltılı beyazlığıyla her yeri kapladı. Bir tavşan sık sık hoplayarak gelip ağacın tepesinden atlamaya başlamıştı. Ne sinir bozucu bir şeydi bu böyle! İki kış böylece geçti, üçüncü kış küçük ağaç öyle uzamıştı ki, tavşan artık üstünden atlayamıyordu. “Ah, büyümek, büyümek, kocaman ve yaşlı olmak, işte dünyadaki tek güzel şey bu!” diye düşünüyordu ağaç.
Sonbahar geldiğinde, keresteciler en büyük ağaçlardan bazılarını kesmeye gelirlerdi. Bu her yıl böyle devam ederdi. Artık bayağı büyümüş olan genç Çam Ağacı korkuyla titriyordu, çünkü kocaman ağaçlar çatır çatır yere devriliyor, dalları baltayla kesiliyor, bedenleri çıplak ve incecik kalarak neredeyse tanınmaz hale geliyordu. Sonra arabalara yükleniyor, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülüyorlardı. Nereye gidiyorlardı böyle? Onlara neler oluyordu?

İlkbaharda kırlangıçlar ve leylekler gelince, ağaç onlara sordu: “Siz bu ağaçların nereye götürüldüklerini bilmiyor musunuz? Onlara hiç rastlamadınız mı?” Kırlangıçlar hiçbir şey bilmiyorlardı. Leylek ise oldukça düşünceli görünüyordu. Başını salladı ve “Evet, sanırım ben biliyorum. Mısır’dan dönerken pek çok yeni gemiye rastladım. Gemilerde çok gösterişli direkler vardı. Bu direkler, senin sözünü ettiğin ağaçlar olabilir; çünkü çam kokuyorlardı. Onlarla pek çok kez karşılaştım, çok uzun ve görkemlilerdi.”
-Keşke ben de denize gidebilecek kadar büyük olsaydım! Nasıl bir şeydir bu deniz, neye benzer?”
-Hmm, anlatması biraz uzun sürer! dedi Leylek ve uçup gitti.
-Gençliğinin değerini bil! dedi Gün Işığı. “Büyüyor olmanın, tazeliğinin değerini bil!”

Rüzgar ağacı öptü, çiğ taneleri onu gözyaşlarıyla suladı; ama Çam Ağacı bunları anlamadı.
Noel’e doğru, sadece içi içine sığmayan, ormanı terk edip gitmek isteyen Çam Ağacı kadar büyük olanları değil, çok daha genç ağaçları bile keserlerdi. Bu genç ağaçlar, ki özellikle güzel oldukları için seçilirlerdi, dalları kesilmeden at arabalarına yüklenir, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülürlerdi.

-Nereye gidiyorlar? diye sordu Çam Ağacı. “Benden daha uzun değiller ki, hatta bir tanesi benden çok daha küçüktü? Niye hiçbirinin dallarını kesmediler? Nereye gidiyorlar?”

-Biz biliyoruz! Biz biliyoruz!” diye şakıdı serçeler. “Aşağı kasabadaki evlerin camlarından içeriye baktık ve onların nereye götürüldüklerini biliyoruz. Aklının almayacağı kadar büyük bir pırıltıya ve görkeme kavuşuyorlar! Pencerelerden içeriye baktık ve onların sıcak salonların ortasına dikildiğini, şahane süslerle, altın yaldızlı elmalarla, ballı kurabiyelerle, oyuncaklarla ve yüzlerce mumla donatıldıklarını gördük.”

-Peki ya sonra? diye sordu Çam Ağacı bütün dalları titreyerek. “Sonra? Sonra ne oluyor?”
-Bundan başka bir şey görmedik! Ama eşsizdi!”
-Ben de böyle ışıltılı bir gelecek için mi yaratıldım acaba?” diye çığlık attı küçük ağaç. “Denizleri aşmaktan çok daha güzel bir şey bu! Bu istek içimi kemiriyor! Şu Noel bir gelseydi!

-Uzadım artık, geçen yıl götürdükleri ağaçlar kadar da büyüdüm. Ben de bir arabaya konsaydım! O sıcacık salonda, o ihtişam ve şaşaa içinde olsaydım! Ya sonra? Elbet ardından daha iyi, daha güzel şeyler gelir, yoksa beni niye öyle süslesinler ki? Mutlaka daha büyük, daha muhteşem şeyler olur! Değil mi? Ah, nasıl da acı ve özlem duyuyorum. Bana neler oluyor böyle bilmiyorum ki?

-Bizim kıymetimizi bil! dedi hava ve gün ışığı. “Burada, özgürken tazeliğinin ve gencliğinin tadını çıkar. Ama bunlar küçük ağacı hiç mutlu etmiyordu. Büyüdü, büyüdü… Her mevsim yemyeşildi. Koyu yeşil… Yanından geçen insanlar, “Burada çok güzel bir ağaç var!” dediler.

Noel geldiğinde, hepsinden önce o kesildi! Balta bedenine derin bir darbe vurdu. Ağaç inleyerek yere devrildi. Bir acı hissetti. Güçsüzlük… Mutluluğu filan düşünecek hali kalmamıştı. Yurdundan, büyüyüp yeşerdiği topraklardan ayrıldığı için üzgündü. Sevgili eski arkadaşlarını, etrafını saran küçük çalıları ve çiçekleri, evet belki kuşları bile bir daha göremeyeceğini biliyordu. Bu gidiş, hiç de keyifli bir gidiş değildi.
Ağaç kendisine ancak diğer ağaçlarla birlikte çiftlikte arabadan indirilip bir adamın, “Bu mükemmel! Başka ağaca gerek yok!” dediğini duyduğunda geldi. Sonra, iki kentli hizmetkar gelip çam ağacını kocaman, şahane bir salona götürdüler. Duvarlarda boydan boya yağlıboya portreler asılıydı, büyük çini sobanın yanında, kapakları aslan şeklinde Çin vazoları duruyordu. Salonda sallanan sandalyeler, ipek koltuklar, üzeri resimli kitaplar ve paha biçilmez oyuncaklarla, en azından çocukların fikri buydu, dolu büyük masalar vardı.

Çam Ağacı, içi kumla dolu büyük bir fıçıya dikildi. Bunun bir fıçı olduğu anlaşılmıyordu; çünkü yeşil bir kumaşla kaplanmıştı ve altında da geniş, renkli bir halı vardı. Ağaç nasıl da titriyordu! Şimdi ne olacaktı acaba? Hem uşaklar hem de genç hanımlar etrafında dönüyor, onu süslüyorlardı. Dallarına renkli kağıtlardan kesilmiş, içi şekerlemelerle dolu küçük fileler astılar. Her tarafından sanki oracıkta yetişmiş gibi duran altın yaldızla kaplı elmalar ve cevizler sarkıyordu. Dallarına yüzlerce kırmızı, mavi, beyaz mum tutturdular. Yeşil iğne yapraklarının arasında tıpkı canlı insana benzeyen oyuncak bebekler, ki ağaç böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti,  sallanıyordu. En tepesine ise altın simden yapılmış büyük bir yıldız konmuştu. Çok güzeldi. Eşi benzeri görülmedik derecede görkemliydi. “Bu akşam,” dedi herkes hep birlikte, “Bu akşam ışıl ışıl ışıldayacak!”

-Ah, bir akşam olsa! diye düşündü ağaç. Mumlar hemen yakılsa! Sonra ne olur acaba? Ağaçlar ormandan gelip beni izlerler mi? Serçeler pencerelerin önünde uçuşurlar mı? Ben burada kök salarak büyür, yaz kış böyle süslü durur muyum?”

Evet, öyle olacağını çok iyi biliyordu! Ama kabuğunda özlemden kaynaklanan ciddi bir ağrı vardı. Ağaçlar için kabuk ağrısı biz insanlardaki baş ağrısı kadar acı vericidir.
Derken mumları yaktılar. O ne ışıltı ve ihtişamdı öyle! Ağaç bütün dallarıyla birlikte öyle bir titredi ki, mumlardan biri yeşil çam iğnelerini tutuşturuverdi. Canı çok yandı. Genç hanımların hepsi “İmdat!” diye bağrıştılar ve alevler çabucak söndürüldü.

Ağacın artık kıpırdamaya cesaret kalmamıştı. Ne dehşet bir şeydi bu! Bütün bu güzellikleri kaybedeceğinden öylesine korkuyordu ki; kendi parıltısı onu serseme döndürmüştü. Artık salonun iki kanatlı kapısı açılmış, çocuklar içeriye hızla koşmuşlardı, neredeyse ağacı devireceklerdi. Onların peşinden sakince büyükler geldi. Çocuklar bir an için sessizliğe büründüler, ama bu gerçekten sadece bir an sürdü, sonra yine coşkuyla bağırarak koşuştular. Ağacın çevresinde dans ettiler ve hediyeleri birbiri ardına topladılar.

-Ne yapmaya çalışıyor bunlar böyle? diye düşündü ağaç. “Neler oluyor?” Mumlar yanıp eriyor, dallara kadar küçülünce söndürülüyordu ve sonunda çocuklar ağacı talan etme iznini kopardılar. Ağacın üstüne öyle bir atıldılar ki, bütün dalları çatırdadı. Tepesindeki altın yıldızdan tavana bağlanmış olmasaydı yere yıkılırdı.

Çocuklar ellerindeki güzel oyuncaklarla etrafta dans edip duruyorlardı. Yaşlı dadıdan başka ağaçla ilgilenen kimse kalmamıştı artık. O da sadece, dalların arasında bir incir veya elma unutulmuş mu diye bakıyordu.

Çocuklar, “Hikaye isteriz, hikaye isteriz!” diye bağrıştılar ve ufak tefek, şişman bir adamı ağacın yanına doğru çekiştirdiler. Adam ağacın altına oturdu, “Şimdi yeşillikler içindeyiz ve anlatacaklarımı dinlemek bu ağaç için de çok faydalı olabilir; fakat yalnızca tek bir masal anlatacağım. Ivedy-Avedy masalını mı istersiniz, yoksa merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Yumurta Adam Humpty-Dumpty’i mi?”

Çocukların bazıları, “Ivedy-Avedy!” diye bağrıştı, bazıları ise “Yumurta Adam!”diye. Bir şamatadır gidiyordu. Yalnızca Çam Ağacı susuyor ve düşünüyordu: “Benim fikrim sorulmayacak mı? Ben hiçbir şey yapmayacak mıyım?” Ama artık onun işlevi bitmişti. Ağaç kendisinden bekleneni yerine getirmişti, hepsi buydu! Adam, merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Humpty-Dumpty’nin hikayesini anlattı. Çocuklar el çırpıp bağrıştılar: “Anlat, bir tane daha anlat!” Ivedy-Avedy masalını da dinlemek istiyorlardı ama Yumurta Adam ile yetinmek zorunda kaldılar. Çam Ağacı durgun ve düşünceliydi, ormandaki kuşlar hiç böyle bir şeyden söz etmemişlerdi. Yumurta Adam merdivenlerden düşmüş ve prensesle evlenmiş ha! “Evet, bu dünya böyle işte!” diye düşündü Çam Ağacı ve masalı anlatan adam kibar biri olduğu için anlattıklarını gerçek sandı. “Tabii, kim bilir belki ben de merdivenden düşerim ve ben de bir prensesle evlenirim,” dedi kendi kendisine. Sonra da, ertesi gün tekrar mumlarla, oyuncaklarla, yaldızlar ve meyvelerle donatılacağını düşünüp sevindi.

-Yarın titremeyeceğim! diye düşündü. “Güzelliğimin keyfini süreceğim. Yarın yine Yumurta Adam’ın hikayesini dinleyeceğim. Belki Ivedy-Avedy’ninkini bile… Böylece bütün gece boyunca sessiz ve düşünceli şekilde dikildi.
Ertesi sabah, uşak ile hizmetçi geldi.

-İhtişam yeniden başlıyor işte!” diye düşündü ağaç, ama gelenler onu sürükleyerek salondan ve sonra merdivenlerden çıkarıp tavan arasında ışıksız, kapkaranlık bir köşeye terk ettiler. “Bu da ne demek oluyor!” dedi. “Ben burada ne işim var! Burada ne dinleyeceğim şimdi?”

Duvara dayanıp öylece durdu. Düşündü, düşündü… Düşünmek için bolca zamanı vardı, çünkü günler ve geceler öylece akıp geçiyordu. Yukarı hiç kimse çıkmadı, sonunda biri göründüyse de, o da büyük kasaları bir köşeye koymak için gelmişti. Ağaç iyice arkada kalmıştı ve nerdeyse tamamen unutulmuştu.“Şimdi dışarıda kış var!” diye düşündü Çam Ağacı. “Toprak serttir ve karla kaplıdır, insanlar beni toprağa dikemezler; herhalde bu yüzden bahara kadar burada kalacağım. Ne kadar ince düşünceliler! Ne kadar da iyi insanlar! Ama keşke burası bu kadar karanlık ve ıssız olmasaydı! Küçük bir tavşan bile yok! Ormanda her yer karla kaplandığında, tavşan ne güzel zıplayarak yanımdan geçerdi. Gerçi üzerimden de atlardı ve ben o zamanlar ben bundan hiç hoşlanmazdım. Şimdi burada ne kadar korkunç bir yalnızlık var.”

O anda, minik bir fare “Mik, mik!” diyerek geldi. Peşinden bir tane daha… Çam Ağacı’nı burunlarıyla kokladılar ve sonra dallarının arasına giriverdiler.

-Feci soğuk! dedi fareler. “Burası gayet iyi sayılır! Öyle değil mi, yaşlı Çam Ağacı?”

-O kadar da yaşlı değilim! diye karşılık verdi Çam Ağacı. “Benden çok daha yaşlı olanlar var!”
-Nerelisin?” diye sordu fareler. “Neler bilirsin?” Çok meraklıydılar. “Bize dünyanın en güzel yerini anlatsana! Oraya hiç gittin mi? Hani o raflarında peynirlerin yığılı durduğu, tavanlarından jambonlar sarkan, donyağında dansettiğin ve cılız girip şişman çıktığın kiler?”

-Ben orayı bilmiyorum, dedi ağaç, “Ama güneşin pırıl pırıl parladığı, kuşların öttüğü ormanı biliyorum!

Sonra onlara gençliğinde gördüklerini anlattı . Minik fareler daha önce hiç böyle şeyler duymamışlardı. İlgiyle dinlediler ve ‘Ne çok şey görmüşsün, ne kadar da mutluymuşsun!” dediler.

-Ben mi? diye karşılık verdi Çam Ağacı ve kendi anlattıkları üzerinde şöyle bir düşündü. “Evet, aslında gerçekten çok eğlenceli günlerdi!” dedi. Sonra, kurabiyelerle ve mumlarla süslendiği o yılbaşı gecesini anlattı.

-Ooo, yaşlı Çam Ağacı, ne kadar da mutluymuşsun! dedi minik fareler.
-Hiç de yaşlı değilim!” diye cevap verdi Çam Ağacı. “Ormandan daha bu kış geldim! En güzel çağımdayım, şu an için gelişimim durmuş olsa da!”
-Her şeyi ne kadar da güzel anlatıyorsun! dedi fareler ve ertesi gece ağacın anlatacaklarını dinlemeleri için dört küçük fare daha getirdiler. Ağaç anlattıkça her şeyi daha net hatırlıyordu ve düşünüyordu: “Ne mutlu günlerdi! O zamanlar yine geri gelebilir. Yumurta Adam merdivenlerden düştüğü halde prensesle evlendi; belki ben de bir prensesle evlenebilirim!” Bunları düşünürken, ormanda yetişen küçük ve çok hoş bir huş ağacını anımsadı. Çam Ağacı için o, güzeller güzeli bir prensesti.

-Kimdir bu Yumurta Adam? diye sordu fareler.

Bunun üzerine Çam Ağacı, her kelimesini hatırladığı masalı anlattı. Fareler zevkten neredeyse ağacın tepesine sıçrayacak gibi oldular. Ertesi gece daha çok fare toplandı, hatta Pazar günü iki de büyük sıçan geldi. Ama sıçanlar, masalı hiç komik bulmadıklarını söylediler. Bu durum küçük fareleri çok üzdü, artık onlar da masalı eskisi kadar güzel bulmuyorlardı.
-Siz bir tek bu hikayeyi mi biliyorsunuz? diye sordu sıçanlar.
-Bir tek bunu biliyorum. Diye cevap verdi ağaç, “Bu benim hayatımın en mutlu akşamına ait; ama o zamanlar ne kadar mutlu olduğumu hiç düşünmemiştim.”
-Çok sıkıcı bir masal bu! Şöyle içinde et ve donyağı olan bir masal bilmiyor musunuz ya da kilerler hakkında hikayeler?”
-Hayır!” dedi ağaç.
-Peki teşekkürler öyleyse! diye cevap verdi sıçanlar ve evlerine döndüler.

Sonunda küçük fareler de gelmez oldular. Ağaç içini çekerek:

-Minik fareler etrafımda oturup anlattıklarımı dinlerken her şey ne kadar hoştu! Artık bu da geçip gitti! Ama beni buradan çıkaracakları günü hatırlayıp yeniden sevinebilirim!

Peki bu ne zaman oldu? Bir sabah vakti… İnsanlar gelip çatı katında ortalığı didiklediler. Kasaların yeri değiştirildi ve ağaç öne çekildi. Gerçi adamlar onu zemine biraz sertçe ittiler, ama hemen bir hizmetkar gelerek ağacı gün ışığının görüldüğü merdivene sürükledi.“İşte hayat yeniden başlıyor!” diye düşündü ağaç.Temiz havayı, gün ışığını hissetti.

Artık dışarıda, avludaydı. Her şey çok çabuk olmuş, ağaç kendine şöyle bir bakmayı bile unutmuştu. Etrafta göze atılacak öyle çok şey vardı ki. Avlu bir bahçeye bitişikti ve burada her şey çiçek açmıştı. Küçük çitin üzerindekı güller taptazeydiler ve mis gibi kokuyorlardı, ıhlamur ağaçları çiçek açmıştı ve kırlangıçlar etrafta ”Cik cik, sevdiğim geldi.” Diyerek uçuşuyorlardı. Söz ettikleri kişi ağaç değildi. “Yeniden yaşamaya başlayacağım!” dedi ağaç sevinçle ve dallarını yaymaya çalıştı. Ah, ne yazık ki hepsi kuruyup sararmış ve kırılganlaşmıştı. Isırganlar ile otların üzerinde bir köşede öylece yatıyordu. Altın yıldızı hala tepesinde duruyor, berrak gün ışığının altında parlıyordu.

Avluda birkaç neşeli çocuk oynuyordu, Noel gecesi ağacın etrafında danseden ve ağacın etrafında çok mutlu görünen çocuklardan bazılarıydı bunlar. En küçüklerinden biri gelip ağacın tepesindeki yıldızı çekerek kopardı.“Bakın şu eski ve çirkin Noel ağacında ne buldum!” diye bağırarak ağacın dalları üzerinde tepindi. Dallar çocuğun çizmelerinin altında çatırdıyordu. Ağaç, bahçede açan tazecik çiçeklere baktı, sonra kendine bir baktı ve çatı katındaki karanlık köşesinde olmayı diledi. Ormandaki gençliğini, o şen Noel akşamını ve Yumurta Adam’ın hikayesini keyifle dinleyen küçük fareleri…

-Geçti! Geçti gitti! dedi zavallı ağaç. “Keşke yapabiliyorken tadını çıkarsaydım bunların! Geçti artık!”

Derken bir çalışan geldi ve baltasıyla ağacı küçük parçalara böldü. Artık orada bir odun yığını vardı. Kocaman bir kazanın altında alev alev yanmaya başlamıştı. Derin derin iç çekiyor, her inleyişi küçük bir vuruşu andırıyordu. O yüzden oynarken bu sesleri duyan çocuklar koşup geldiler ve ateşin önüne oturdular. Ona bakarak “Çat! Pat!” diye bağrıştılar. Aslında çektiği her bir ah ile ağaç, ormandaki bir yaz gününü, yıldızların ışıldadığı bir kış gecesini düşünüyordu. O Noel akşamını, dinlediği ve anlatabildiği tek masal olan Yumurta Adam’ı düşündü. Böylece yandı, bitti, kül oldu.

Çocuklar avluda oynuyorlardı. En küçükleri göğsüne, ağacın hayatının en mutlu gecesinde taşıdığı altın yıldızı takmıştı. O gece çoktan geçmişti, ağaç artık yoktu ve onunla birlikte hikayesi de sona ermişti. Bütün hikayeler gibi…

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

Kaynak: https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/grantraeet

 

sallanan at

 

The Fir Tree

Out in the woods stood such a pretty little fir tree. It grew in a good place, where it had plenty of sun and plenty of fresh air. Around it stood many tall comrades, both fir trees and pines.

The little fir tree was in a headlong hurry to grow up. It didn’t care a thing for the warm sunshine, or the fresh air, and it took no interest in the peasant children who ran about chattering when they came to pick strawberries or raspberries. Often when the children had picked their pails full, or had gathered long strings of berries threaded on straws, they would sit down to rest near the little fir. “Oh, isn’t it a nice little tree?” they would say. “It’s the baby of the woods.” The little tree didn’t like their remarks at all.

Next year it shot up a long joint of new growth, and the following year another joint, still longer. You can always tell how old a fir tree is by counting the number of joints it has.

“I wish I were a grown-up tree, like my comrades,” the little tree sighed. “Then I could stretch out my branches and see from my top what the world is like. The birds would make me their nesting place, and when the wind blew I could bow back and forth with all the great trees.”

It took no pleasure in the sunshine, nor in the birds. The glowing clouds, that sailed overhead at sunrise and sunset, meant nothing to it.

In winter, when the snow lay sparkling on the ground, a hare would often come hopping along and jump right over the little tree. Oh, how irritating that was! That happened for two winters, but when the third winter came the tree was so tall that the hare had to turn aside and hop around it.

“Oh, to grow, grow! To get older and taller,” the little tree thought. “That is the most wonderful thing in this world.”

In the autumn, woodcutters came and cut down a few of the largest trees. This happened every year. The young fir was no longer a baby tree, and it trembled to see how those stately great trees crashed to the ground, how their limbs were lopped off, and how lean they looked as the naked trunks were loaded into carts. It could hardly recognize the trees it had known, when the horses pulled them out of the woods.

Where were they going? What would become of them?

In the springtime, when swallows and storks came back, the tree asked them, “Do you know where the other trees went? Have you met them?”

The swallows knew nothing about it, but the stork looked thoughtful and nodded his head. “Yes, I think I met them,” he said. “On my way from Egypt I met many new ships, and some had tall, stately masts. They may well have been the trees you mean, for I remember the smell of fir. They wanted to be remembered to you.”

“Oh, I wish I were old enough to travel on the sea. Please tell me what it really is, and how it looks.”

“That would take too long to tell,” said the stork, and off he strode.

“Rejoice in your youth,” said the sunbeams. “Take pride in your growing strength and in the stir of life within you.”

And the wind kissed the tree, and the dew wept over it, for the tree was young and without understanding.

When Christmas came near, many young trees were cut down. Some were not even as old or as tall as this fir tree of ours, who was in such a hurry and fret to go traveling. These young trees, which were always the handsomest ones, had their branches left on them when they were loaded on carts and the horses drew them out of the woods.

“Where can they be going?” the fir tree wondered. “They are no taller than I am. One was really much smaller than I am. And why are they allowed to keep all their branches? “Where can they be going?”

“We know! We know!” the sparrows chirped. “We have been to town and peeped in the windows. We know where they are going. The greatest splendor and glory you can imagine awaits them. We’ve peeped through windows. We’ve seen them planted right in the middle of a warm room, and decked out with the most splendid things-gold apples, good gingerbread, gay toys, and many hundreds of candles.”

“And then?” asked the fir tree, trembling in every twig. “And then? What happens then?”

“We saw nothing more. And never have we seen anything that could match it.”

“I wonder if I was created for such a glorious future?” The fir tree rejoiced. “Why, that is better than to cross the sea. I’m tormented with longing. Oh, if Christmas would only come! I’m just as tall and grown-up as the trees they chose last year. How I wish I were already in the cart, on my way to the warm room where there’s so much splendor and glory. Then-then something even better, something still more important is bound to happen, or why should they deck me so fine? Yes, there must be something still grander! But what? Oh, how I long: I don’t know what’s the matter with me.”

“Enjoy us while you may,” the air and sunlight told him. “Rejoice in the days of your youth, out here in the open.”

But the tree did not rejoice at all. It just grew. It grew and was green both winter and summer-dark evergreen. People who passed it said, “There’s a beautiful tree!” And when Christmas time came again they cut it down first. The ax struck deep into its marrow. The tree sighed as it fell to the ground. It felt faint with pain. Instead of the happiness it had expected, the tree was sorry to leave the home where it had grown up. It knew that never again would it see its dear old comrades, the little bushes and the flowers about it-and perhaps not even the birds. The departure was anything but pleasant.

The tree did not get over it until all the trees were unloaded in the yard, and it heard a man say, “That’s a splendid one. That’s the tree for us.” Then two servants came in fine livery, and carried the fir tree into a big splendid drawing-room. Portraits were hung all around the walls. On either side of the white porcelain stove stood great Chinese vases, with lions on the lids of them. There were easy chairs, silk-covered sofas and long tables strewn with picture books, and with toys that were worth a mint of money, or so the children said.

The fir tree was planted in a large tub filled with sand, but no one could see that it was a tub, because it was wrapped in a gay green cloth and set on a many-colored carpet. How the tree quivered! What would come next? The servants and even the young ladies helped it on with its fine decorations. From its branches they hung little nets cut out of colored paper, and each net was filled with candies. Gilded apples and walnuts hung in clusters as if they grew there, and a hundred little white, blue, and even red, candles were fastened to its twigs. Among its green branches swayed dolls that it took to be real living people, for the tree had never seen their like before. And up at its very top was set a large gold tinsel star. It was splendid, I tell you, splendid beyond all words!

“Tonight,” they all said, “ah, tonight how the tree will shine!”

“Oh,” thought the tree, “if tonight would only come! If only the candles were lit! And after that, what happens then? Will the trees come trooping out of the woods to see me? Will the sparrows flock to the windows? Shall I take root here, and stand in fine ornaments all winter and summer long?”

That was how much it knew about it. All its longing had gone to its bark and set it to arching, which is as bad for a tree as a headache is for us.

Now the candles were lighted. What dazzling splendor! What a blaze of light! The tree quivered so in every bough that a candle set one of its twigs ablaze. It hurt terribly.

“Mercy me!” cried every young lady, and the fire was quickly put out. The tree no longer dared rustle a twig-it was awful! Wouldn’t it be terrible if it were to drop one of its ornaments? Its own brilliance dazzled it.

Suddenly the folding doors were thrown back, and a whole flock of children burst in as if they would overturn the tree completely. Their elders marched in after them, more sedately. For a moment, but only for a moment, the young ones were stricken speechless. Then they shouted till the rafters rang. They danced about the tree and plucked off one present after another.

“What are they up to?” the tree wondered. “What will happen next?”

As the candles burned down to the bark they were snuffed out, one by one, and then the children had permission to plunder the tree. They went about it in such earnest that the branches crackled and, if the tree had not been tied to the ceiling by the gold star at top, it would have tumbled headlong.

The children danced about with their splendid playthings. No one looked at the tree now, except an old nurse who peered in among the branches, but this was only to make sure that not an apple or fig had been overlooked.

“Tell us a story! Tell us a story!” the children clamored, as they towed a fat little man to the tree. He sat down beneath it and said, “Here we are in the woods, and it will do the tree a lot of good to listen to our story. Mind you, I’ll tell only one. Which will you have, the story of Ivedy-Avedy, or the one about Humpty-Dumpty who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess?”

“Ivedy-Avedy,” cried some. “Humpty-Dumpty,” cried the others. And there was a great hullabaloo. Only the fir tree held its peace, though it thought to itself, “Am I to be left out of this? Isn’t there anything I can do?” For all the fun of the evening had centered upon it, and it had played its part well.

The fat little man told them all about Humpty-Dumpty, who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess. And the children clapped and shouted, “Tell us another one! Tell us another one!” For they wanted to hear about Ivedy-Avedy too, but after Humpty-Dumpty the story telling stopped. The fir tree stood very still as it pondered how the birds in the woods had never told it a story to equal this.

“Humpty-Dumpty tumbled downstairs, yet he married the Princess. Imagine! That must be how things happen in the world. You never can tell. Maybe I’ll tumble downstairs and marry a princess too,” thought the fir tree, who believed every word of the story because such a nice man had told it.

The tree looked forward to the following day, when they would deck it again with fruit and toys, candles and gold. “Tomorrow I shall not quiver,” it decided. “I’ll enjoy my splendor to the full. Tomorrow I shall hear about Humpty-Dumpty again, and perhaps about Ivedy-Avedy too.” All night long the tree stood silent as it dreamed its dreams, and next morning the butler and the maid came in with their dusters.

“Now my splendor will be renewed,” the fir tree thought. But they dragged it upstairs to the garret, and there they left it in a dark corner where no daylight ever came. “What’s the meaning of this?” the tree wondered. “What am I going to do here? What stories shall I hear?” It leaned against the wall, lost in dreams. It had plenty of time for dreaming, as the days and the nights went by. Nobody came to the garret. And when at last someone did come, it was only to put many big boxes away in the corner. The tree was quite hidden. One might think it had been entirely forgotten.

“It’s still winter outside,” the tree thought. “The earth is too hard and covered with snow for them to plant me now. I must have been put here for shelter until springtime comes. How thoughtful of them! How good people are! Only, I wish it weren’t so dark here, and so very, very lonely. There’s not even a little hare. It was so friendly out in the woods when the snow was on the ground and the hare came hopping along. Yes, he was friendly even when he jumped right over me, though I did not think so then. Here it’s all so terribly lonely.”

“Squeak, squeak!” said a little mouse just then. He crept across the floor, and another one followed him. They sniffed the fir tree, and rustled in and out among its branches.

“It is fearfully cold,” one of them said. “Except for that, it would be very nice here, wouldn’t it, you old fir tree?”

“I’m not at all old,” said the fir tree. “Many trees are much older than I am.”

“Where did you come from?” the mice asked him. “And what do you know?” They were most inquisitive creatures.

“Tell us about the most beautiful place in the world. Have you been there? Were you ever in the larder, where there are cheeses on shelves and hams that hang from the rafters? It’s the place where you can dance upon tallow candles-where you can dart in thin and squeeze out fat.”

“I know nothing of that place,” said the tree. “But I know the woods where the sun shines and the little birds sing.” Then it told them about its youth. The little mice had never heard the like of it. They listened very intently, and said, “My! How much you have seen! And how happy it must have made you.”

“I?” the fir tree thought about it. “Yes, those days were rather amusing.” And he went on to tell them about Christmas Eve, when it was decked out with candies and candles.

“Oh,” said the little mice, “how lucky you have been, you old fir tree!”

“I am not at all old,” it insisted. “I came out of the woods just this winter, and I’m really in the prime of life, though at the moment my growth is suspended.”

“How nicely you tell things,” said the mice. The next night they came with four other mice to hear what the tree had to say. The more it talked, the more clearly it recalled things, and it thought, “Those were happy times. But they may still come back-they may come back again. Humpty-Dumpty fell downstairs, and yet he married the Princess. Maybe the same thing will happen to me.” It thought about a charming little birch tree that grew out in the woods. To the fir tree she was a real and lovely Princess.

“Who is Humpty-Dumpty?” the mice asked it. So the fir tree told them the whole story, for it could remember it word by word. The little mice were ready to jump to the top of the tree for joy. The next night many more mice came to see the fir tree, and on Sunday two rats paid it a call, but they said that the story was not very amusing. This made the little mice to sad that they began to find it not so very interesting either.

“Is that the only story you know?” the rats asked.

“Only that one,” the tree answered. “I heard it on the happiest evening of my life, but I did not know then how happy I was.”

“It’s a very silly story. Don’t you know one that tells about bacon and candles? Can’t you tell us a good larder story?”

“No,” said the tree.

“Then good-by, and we won’t be back,” the rats said, and went away.

At last the little mice took to staying away too. The tree sighed, “Oh, wasn’t it pleasant when those gay little mice sat around and listened to all that I had to say. Now that, too, is past and gone. But I will take good care to enjoy myself, once they let me out of here.”

When would that be? Well, it came to pass on a morning when people came up to clean out the garret. The boxes were moved, the tree was pulled out and thrown-thrown hard-on the floor. But a servant dragged it at once to the stairway, where there was daylight again.

“Now my life will start all over,” the tree thought. It felt the fresh air and the first sunbeam strike it as if it came out into the courtyard. This all happened so quickly and there was so much going around it, that the tree forgot to give even a glance at itself. The courtyard adjoined a garden, where flowers were blooming. Great masses of fragrant roses hung over the picket fence. The linden trees were in blossom, and between them the swallows skimmed past, calling, “Tilira-lira-lee, my love’s come back to me.” But it was not the fir tree of whom they spoke.

“Now I shall live again,” it rejoiced, and tried to stretch out its branches. Alas, they were withered, and brown, and brittle. It was tossed into a corner, among weeds and nettles. But the gold star that was still tied to its top sparkled bravely in the sunlight.

Several of the merry children, who had danced around the tree and taken such pleasure in it at Christmas, were playing in the courtyard. One of the youngest seized upon it and tore off the tinsel star.

“Look what is still hanging on that ugly old Christmas tree,” the child said, and stamped upon the branches until they cracked beneath his shoes.

The tree saw the beautiful flowers blooming freshly in the garden. It saw itself, and wished that they had left it in the darkest corner of the garret. It thought of its own young days in the deep woods, and of the merry Christmas Eve, and of the little mice who had been so pleased when it told them the story of Humpty-Dumpty.

“My days are over and past,” said the poor tree. “Why didn’t I enjoy them while I could? Now they are gone-all gone.”

A servant came and chopped the tree into little pieces. These heaped together quite high. The wood blazed beautifully under the big copper kettle, and the fir tree moaned so deeply that each groan sounded like a muffled shot. That’s why the children who were playing near-by ran to make a circle around the flames, staring into the fire and crying, “Pif! Paf!” But as each groans burst from it, the tree thought of a bright summer day in the woods, or a starlit winter night. It thought of Christmas Eve and thought of Humpty-Dumpty, which was the only story it ever heard and knew how to tell. And so the tree was burned completely away.

The children played on in the courtyard. The youngest child wore on his breast the gold star that had topped the tree on its happiest night of all. But that was no more, and the tree was no more, and there’s no more to my story. No more, nothing more. All stories come to an end.

http://www.andersen.sdu.dk/vaerk/hersholt/TheFirTree_e.html

sallanan at