Noel Tatili Başladı

Fındıkkıran'ı Okurken

Noel tatili başladı. Kedimiz Pusu omurgasını incittigi ve yeni ameliyat olduğu için bu seneki tatil planlarımı ertelemek zorunda kaldım. Günlerim merhem, kafalık, mama, kontrol, bandaj ve ilaç kelimelerinin özeti gibi olsa da, arada okuyacak ve arkadaşlarımla sohbet edecek zamanı bulduğum için gerçekten şanslıyım. Kedimin iyileşmesi benim için en güzel yılbaşı hediyesi olacak.

Pusu İyileşiyorNoel tatili süresince Masal Penceresi’nde iki güzel masal yayımlamayı hedefliyorum. Çevirileri henüz bitirmediğim için adları şimdilik gizli kalsın. Aslında Changeling masallarıyla ilgili yazımın ikinci bölümünü hazırlamak istiyordum, ama araya giren Noel burada gerçekten çok önemli bir bayram. Hem hayatımızın akışını etkilediği hem de bu bayrama ve yılbaşına dair es geçmek istemediğim çok güzel masallar olduğu için araya birkaç yazı sıkıştırmak uygun olur diye düşündüm.Pinokyo Çelenk Yaparken

Noel’i kutlayan ya da bu dönemde tatil yapan herkese en iyi dileklerimi gönderiyorum. Umarım güzel bir tatil geçiriyorsunuzdur. Sürpriz masalları okumak istiyorsanız önümüzdeki günlerde Masal Penceresi’ne bakmayı unutmayın.

Yakında Görüşmek Üzere,

Eylem Rosseland <3

Fındıkkıran ve Sallanan At

 

Not: Tatlı Muppet Show kuklaları ve melek sesli Andrea Bocelli’nin birlikte hazırladıkları gösteri gerçekten harika. Sizlerle paylaşmadan edemedim. Umarım seversiniz.

 

 

Kadife Tavşan / The Velveteen Rabbit

 

The Velveteen Rabbit / Kadife Tavşan

the velteteen rabbit

Alıntı:

Bir gün Nana odayı toplamaya gelmeden önce, şömine paravanasının yanında uzanırlarken Tavşan sordu:

“GERÇEK olmak ne demek? İçinde vızıldayan şeylerin ya da bir kontrol kolunun olması mı? ”

“Gerçek olmak nasıl yapıldığınla ilgili değil, başına gelen bir şeydir” dedi Oyuncak At. “Bir çocuk çok ama çok uzun bir zaman seni sevdiğinde; ama sadece seninle oynamayı değil, GERÇEKTEN seni sevdiğinde, Gerçek olursun.”

“Canın acır mı? ” diye sordu Tavşan.

Oyuncak At her zaman doğru sözlü olduğundan, “Bazen” dedi. “Ama Gerçek olduğun zaman canın acımasını önemsemezsin.”

“Kurulmuş olduğundaki gibi birdenbire mi olur, yoksa yavaş yavaş mı?” diye sordu Tavşan.

“Birden bire olmaz,” dedi Oyuncak At. Gerçeğe dönüşmen uzun zaman alır. O yüzden kolay kırılan, köşeleri keskin veya özenle korunması gereken şeylerin başına pek gelmez. Genellikle Gerçek olana kadar tüylerinin çoğu okşanmaktan dökülmüş olur, gözlerin düşer, eklemlerin gevşer, iyice eski püskü olursun. Ama tüm bunların hiç önemi yoktur; çünkü bir kere Gerçek olduğunda, bunu anlamayan insanların dışında hiçkimseye çirkin görünemezsin.”

robinSize uzun zamandır Kadife Tavşan’dan bahsetmek istiyordum. Bu yazıya en güzel kitaptan bir alıntıyla, yazarının müşfik anlatımına bir örnek vererek başlanır diye düşündüm. İngiliz yazar Margery Williams (Margery Williams Bianco) tarafından yazılan The Velveteen Rabbit yanı Kadife Tavşan, ilk kez 1922 yılında yayımlanmış ve zamanla en çok sevilen çocuk klasiklerinden birı haline gelmiş. Bu güzelim kitabı küçük yaşta okumak eminim insanda çok daha derin izler bırakıyordur. Ben Kadife Tavşan’ı bir yetişkin olarak bile çok sevdim. Pinokyo gibi sonradan canlanan oyuncak kahramanlardan biri olan bu güzel tavşancık adeta insanın ruhuna dokunuyor. Kitabın bendeki ilk kopyası İngilizce, ama küçük bir araştırmayla Kadife Tavşan’ın Can Yayınları tarafından basılmış olduğunu gördüm. Ben bu çeviriyi, kitaptaki bazı önemli noktaları tam yansıtmadığını düşündüğüm için çok kendime yakın bulmadım. Örneğin Skin Horse, Sıska At diye adlandırılmamalıydı bence. Aslında muhtemelen gercek tüylü deriden yapılmış ve zamanla kelleşmis bir oyuncaktı Deri At. Deri At küçük çocuklar için uygunsuz bir seçim diye düşünülebilir elbette; öyleyse en azından Oyuncak At diye adlandırılabilirdi. Yine de çocuklar kitaba ya da çeviriye çok daha açık bir kalple ve yepyeni gözlerle bakacaları için, onların bu çeviriyi seveceklerini ve benimseyeceklerini düşünüyorum. Bazı eleştirmenlerin Kadife Tavşan’ı fazla duygusal bulduklarını okusam da, bence bu olumsuz bir durum değil. Hatta belki tam da bu yüzden, damağımızda buruk ama hoş bir tat bırakan bu küçük hikaye, film ve tiyatro eseri olarak da defalarca kez yorumlanmış. Çocuklar ve biz çocuk ruhlular, zaten oyuncaklarımızı, kitaplarımızı, gözde filmlerimizi, aldığımız ve verdiğimiz hediyeleri ve çoğu kişisel eşyamızı onlarla duygusal bağlantı kurduğumuz için ya da duygusal ilişki kurabildiğimiz oranda sevmiyor muyuz? İçimizde hiçbir duygu uyandırmayan sanat eserlerinden ömür boyu izler taşımamız ne kadar mümkün?

Kadife Tavşan, her okuyuşunuzda yaşama ve kendi hayatlarınıza dair birçok şey bulacağınız kısa ve tatlı bir masal. Sevilmek için bekleyen ve sevginin gücüyle değişen küçük bir oyuncağın hikayesinde her insan kendisinden bir parça bulabilir. Tavşanın sorduğu mecazi anlamlarla dolu soruları düşünürsek, bu kitabın neden küçükler kadar büyükler tarafından da sevildiğini daha iyi anlayabiliriz. Kadife Tavşan ve oynanmaktan yer yer tüyleri dökülerek kelleşmiş Oyuncak At, sevildikleri için gerçek olurlarken, bazıları da böyle güzel hikayeler yüzünden sevilip gerçeğe dönüşüyorlar. En azından bizim Charlie’nin hikayesi tam da bu duruma bir örnek.robin

Tavşan Charlie

Tavşan Charlie

Bir yaz günü Londra’yı terkedip, bavulumda benimle Norveç’e uçan Kadife Tavşan’ı okuyalı henüz çok olmamıştı. Okullar yeni açılmış, her yıl olduğu gibi, okul bandoları ve etkinlik kolları için para toplama amaçlı kermesler yapılmaya başlanmıştı. Bilenler bilir, Oslo’da merkez sayılacak bir yerde birbirinden güzel tarihi binalarıyla ünlü Uranienborg adında bir semt var. Sarayın hemen arkasında kalan bu semtte, kendisiyle aynı adı taşıyan tarihi bir okul bulunmakta. Biz de Sonbahar’ın güneşli ve güzel Cumartesilerinden birinde bu okulun yakınında bulunan Åpent Bakeri adlı kafeye gitmeye karar vermiştik. Tarihi bir apartmanın giriş katındaki bu minik kafe, çikolatalı kahvesi ve kuruyemiş ve meyvelerle dolu yulaflı ekmekleri sebebiyle bizim en sevdiğimiz mekanlardan biri.Åpent Bakeri Inkognito Terrasse Åpent Bakeri 1

Åpent Bakeri aslında birden fazla şubesi olan bir kurum. Bu kafeler unlu mamülleri ve kahve çeşitleriyle Oslo’nun gözde duraklarından. Biz Inkognito Terasse’deki şubesine sabah kahvesi için gittiğimizde, Uranienborg Okulu’ndaki kermese de uğramak istedik. Eski mobilyalardan, Murano camlarına kadar aklınıza gelebilecek hemen her şeyin satıldığı bu kermeste kitap salonunu ararken kendimizi oyuncakların içinde bulduk. Kalabalıkla beraber standların arasından akarken, yerde eski karton bir kutunun kenarından sarkan bir adet peluş tavşan kulağı gördüm. Kadife Tavşan’ı okumasaydım, uzun bacakları ve kolları birbirine dolanmış, tüyleri yoluk yoluk görünen bu peluş tavşana bir kez daha bakar mıydım bilmiyorum. Kitapta sevilmekten tüyleri dökülmüş Oyuncak At ‘Bir kere gerçek oldun mu artık bu sonsuza dek surer, geriye dönüşü yoktur.’ diyordu. Aynı durum okuduklarımız için de geçerli olmalıydı.Uranienborg Okulu Okuduğumuz kelimelerin, anladığımız cümlelerin ve metinlerin beynimizde kendilerine açtığı yer, kalbimizde dokundukları her nokta bu geriye dönüşü imkansızlaştırıyor sanırım. Bunları düşünürken, uzun kulaklı tavşanı, kutuda alınmak için umutsuzca bekleyen eski püskü bebeklerin ve diğer birkaç peluş hayvanın arasından çekip çıkardım. Biraz yorgun biraz da üzgün görünüyordu. Uzun kıvırcık tüylerinin arasında kaybolmuş minik ağzı, sevgi dolu bir evde yaşamayı özlediğini fısıldar gibiydi.

Önce kafede otururken biraz hava alsın diye cıkarıp kocaman pencerenin önüne koyduk onu. Güneşe çıkınca ne kadar kirlenmiş olduğunu daha da net görebiliyorduk. Eve gelir gelmez, bu yıpranmış tavşancığı yünlüler için yapılmış bir şampuanla yıkadım ve çiçek kokulu bir yumuşatıcıyla duruladım. Tavşancık radyatörün üzerinde kururken biz onun adını düşünüyorduk. Aslında onu okulda ilk gördüğümüz anda adının Charlie olduğunu anlamıştık, o yüzden değiştirmemeye karar verdik. Tamemen kuruduktan sonra tavçancığın tüyleri ışıl ışıl oldu. Sağında solunda tamir edilecek bir yeri var mı diye baktım; ama herhangi bir yırtık ya da sökük bulamadım. Biraz bakımla neredeyse yepyeni bir tavşan olmuştu Tavşan Charlie ve Bıyıklı KedicikCharlie. Mis gibi kokmaya başladıktan sonra evin baş köşesine oturdu. Kediciğimiz başlarda ondan biraz çekinse de, sonra ikisi de yan yana gelmekten keyif almaya başladılar. Biz evde yokken aralarında nasıl konuşmalar geçiyor, birbirlerine eski evlerini ve arkadaşlarını anlatıyorlar mı bilmiyorum. Tek bildiğim Charlie’nin yeniden kendisini çok sevecek ve asla bırakmak istemeyecek bir çocuğun olmak istediği. O yüzden onu çok isteyen bir çocuğa vermeye karar verdim. Bundan sonra sevgiye ihtiyacı olan minik bir oyuncak gördüğümde onu görmezlikten gelmeyip, sevgisiyle sararak gerçek bir arkadaşa dönüştürecek bir çocuğa ulaştırmaya çalışacağım. Kim bilir belki Tavşan Charlie’nin yeni evi sizinki olur? Eğer onu çok seveceğinizden ve onunla bol bol oynayacağınızdan eminseniz ya da bunları yapmaya can atan bir çocuk tanıyorsanız, bu sayfadan Tavşan Charlie’ye güzel bir mesaj yazmayı ve onu evinize davet etmeyi unutmayın!

Yazının sonuna, okumak isteyenler olabileceğini düşünerek, Kadife Tavşan’ın İngilizce aslını ekliyorum. Umarım siz de onu benim kadar seversiniz.

Karlı bir kış gününden hepinize kucak dolusu sevgiler gönderiyorum.

Yakında tekrar görüşmek üzere…

 

robin

 

THE
Velveteen Rabbit

OR
HOW TOYS BECOME REAL

by Margery Williams

THERE was once a velveteen rabbit, and in the beginning he was really splendid. He was fat and bunchy, as a rabbit should be; his coat was spotted brown and white, he had real thread whiskers, and his ears were lined with pink sateen. On Christmas morning, when he sat wedged in the top of the Boy’s stocking, with a sprig of holly between his paws, the effect was charming.

There were other things in the stocking, nuts and oranges and a toy engine, and chocolate almonds and a clockwork mouse, but the Rabbit was quite the best of all. For at least two hours the Boy loved him, and then Aunts and Uncles came to dinner, and there was a great rustling of tissue paper and unwrapping of parcels, and in the excitement of looking at all the new presents the Velveteen Rabbit was forgotten.

For a long time he lived in the toy cupboard or on the nursery floor, and no one thought very much about him. He was naturally shy, and being only made of velveteen, some of the more expensive toys quite snubbed him. The mechanical toys were very superior, and looked down upon every one else; they were full of modern ideas, and pretended they were real. The model boat, who had lived through two seasons and lost most of his paint, caught the tone from them and never missed an opportunity of referring to his rigging in technical terms. The Rabbit could not claim to be a model of anything, for he didn’t know that real rabbits existed; he thought they were all stuffed with sawdust like himself, and he understood that sawdust was quite out-of-date and should never be mentioned in modern circles. Even Timothy, the jointed wooden lion, who was made by the disabled soldiers, and should have had broader views, put on airs and pretended he was connected with Government. Between them all the poor little Rabbit was made to feel himself very insignificant and commonplace, and the only person who was kind to him at all was the Skin Horse.

The Skin Horse had lived longer in the nursery than any of the others. He was so old that his brown coat was bald in patches and showed the seams underneath, and most of the hairs in his tail had been pulled out to string bead necklaces. He was wise, for he had seen a long succession of mechanical toys arrive to boast and swagger, and by-and-by break their mainsprings and pass away, and he knew that they were only toys, and would never turn into anything else. For nursery magic is very strange and wonderful, and only those playthings that are old and wise and experienced like the Skin Horse understand all about it.

“What is REAL?” asked the Rabbit one day, when they were lying side by side near the nursery fender, before Nana came to tidy the room. “Does it mean having things that buzz inside you and a stick-out handle?”

“Real isn’t how you are made,” said the Skin Horse. “It’s a thing that happens to you. When a child loves you for a long, long time, not just to play with, but REALLY loves you, then you become Real.”

“Does it hurt?” asked the Rabbit.

“Sometimes,” said the Skin Horse, for he was always truthful. “When you are Real you don’t mind being hurt.”

“Does it happen all at once, like being wound up,” he asked, “or bit by bit?”

“It doesn’t happen all at once,” said the Skin Horse. “You become. It takes a long time. That’s why it doesn’t happen often to people who break easily, or have sharp edges, or who have to be carefully kept. Generally, by the time you are Real, most of your hair has been loved off, and your eyes drop out and you get loose in the joints and very shabby. But these things don’t matter at all, because once you are Real you can’t be ugly, except to people who don’t understand.”

“I suppose you are real?” said the Rabbit. And then he wished he had not said it, for he thought the Skin Horse might be sensitive. But the Skin Horse only smiled.

“The Boy’s Uncle made me Real,” he said. “That was a great many years ago; but once you are Real you can’t become unreal again. It lasts for always.”

The Rabbit sighed. He thought it would be a long time before this magic called Real happened to him. He longed to become Real, to know what it felt like; and yet the idea of growing shabby and losing his eyes and whiskers was rather sad. He wished that he could become it without these uncomfortable things happening to him.

There was a person called Nana who ruled the nursery. Sometimes she took no notice of the playthings lying about, and sometimes, for no reason whatever, she went swooping about like a great wind and hustled them away in cupboards. She called this “tidying up,” and the playthings all hated it, especially the tin ones. The Rabbit didn’t mind it so much, for wherever he was thrown he came down soft.

One evening, when the Boy was going to bed, he couldn’t find the china dog that always slept with him. Nana was in a hurry, and it was too much trouble to hunt for china dogs at bedtime, so she simply looked about her, and seeing that the toy cupboard door stood open, she made a swoop.

“Here,” she said, “take your old Bunny! He’ll do to sleep with you!” And she dragged the Rabbit out by one ear, and put him into the Boy’s arms.

That night, and for many nights after, the Velveteen Rabbit slept in the Boy’s bed. At first he found it rather uncomfortable, for the Boy hugged him very tight, and sometimes he rolled over on him, and sometimes he pushed him so far under the pillow that the Rabbit could scarcely breathe. And he missed, too, those long moonlight hours in the nursery, when all the house was silent, and his talks with the Skin Horse. But very soon he grew to like it, for the Boy used to talk to him, and made nice tunnels for him under the bedclothes that he said were like the burrows the real rabbits lived in. And they had splendid games together, in whispers, when Nana had gone away to her supper and left the night-light burning on the mantelpiece. And when the Boy dropped off to sleep, the Rabbit would snuggle down close under his little warm chin and dream, with the Boy’s hands clasped close round him all night long.

And so time went on, and the little Rabbit was very happy–so happy that he never noticed how his beautiful velveteen fur was getting shabbier and shabbier, and his tail becoming unsewn, and all the pink rubbed off his nose where the Boy had kissed him.

Spring came, and they had long days in the garden, for wherever the Boy went the Rabbit went too. He had rides in the wheelbarrow, and picnics on the grass, and lovely fairy huts built for him under the raspberry canes behind the flower border. And once, when the Boy was called away suddenly to go out to tea, the Rabbit was left out on the lawn until long after dusk, and Nana had to come and look for him with the candle because the Boy couldn’t go to sleep unless he was there. He was wet through with the dew and quite earthy from diving into the burrows the Boy had made for him in the flower bed, and Nana grumbled as she rubbed him off with a corner of her apron.

“You must have your old Bunny!” she said. “Fancy all that fuss for a toy!”

The Boy sat up in bed and stretched out his hands.

“Give me my Bunny!” he said. “You mustn’t say that. He isn’t a toy. He’s REAL!”

When the little Rabbit heard that he was happy, for he knew that what the Skin Horse had said was true at last. The nursery magic had happened to him, and he was a toy no longer. He was Real. The Boy himself had said it.

That night he was almost too happy to sleep, and so much love stirred in his little sawdust heart that it almost burst. And into his boot-button eyes, that had long ago lost their polish, there came a look of wisdom and beauty, so that even Nana noticed it next morning when she picked him up, and said, “I declare if that old Bunny hasn’t got quite a knowing expression!”

That was a wonderful Summer!

Near the house where they lived there was a wood, and in the long June evenings the Boy liked to go there after tea to play. He took the Velveteen Rabbit with him, and before he wandered off to pick flowers, or play at brigands among the trees, he always made the Rabbit a little nest somewhere among the bracken, where he would be quite cosy, for he was a kind-hearted little boy and he liked Bunny to be comfortable. One evening, while the Rabbit was lying there alone, watching the ants that ran to and fro between his velvet paws in the grass, he saw two strange beings creep out of the tall bracken near him.

They were rabbits like himself, but quite furry and brand-new. They must have been very well made, for their seams didn’t show at all, and they changed shape in a queer way when they moved; one minute they were long and thin and the next minute fat and bunchy, instead of always staying the same like he did. Their feet padded softly on the ground, and they crept quite close to him, twitching their noses, while the Rabbit stared hard to see which side the clockwork stuck out, for he knew that people who jump generally have something to wind them up. But he couldn’t see it. They were evidently a new kind of rabbit altogether.

 

They stared at him, and the little Rabbit stared back. And all the time their noses twitched.

“Why don’t you get up and play with us?” one of them asked.

“I don’t feel like it,” said the Rabbit, for he didn’t want to explain that he had no clockwork.

“Ho!” said the furry rabbit. “It’s as easy as anything,” And he gave a big hop sideways and stood on his hind legs.

“I don’t believe you can!” he said.

“I can!” said the little Rabbit. “I can jump higher than anything!” He meant when the Boy threw him, but of course he didn’t want to say so.

“Can you hop on your hind legs?” asked the furry rabbit.

That was a dreadful question, for the Velveteen Rabbit had no hind legs at all! The back of him was made all in one piece, like a pincushion. He sat still in the bracken, and hoped that the other rabbits wouldn’t notice.

“I don’t want to!” he said again.

But the wild rabbits have very sharp eyes. And this one stretched out his neck and looked.

“He hasn’t got any hind legs!” he called out. “Fancy a rabbit without any hind legs!” And he began to laugh.

“I have!” cried the little Rabbit. “I have got hind legs! I am sitting on them!”

“Then stretch them out and show me, like this!” said the wild rabbit. And he began to whirl round and dance, till the little Rabbit got quite dizzy.

“I don’t like dancing,” he said. “I’d rather sit still!”

But all the while he was longing to dance, for a funny new tickly feeling ran through him, and he felt he would give anything in the world to be able to jump about like these rabbits did.

The strange rabbit stopped dancing, and came quite close. He came so close this time that his long whiskers brushed the Velveteen Rabbit’s ear, and then he wrinkled his nose suddenly and flattened his ears and jumped backwards.

“He doesn’t smell right!” he exclaimed. “He isn’t a rabbit at all! He isn’t real!”

“I am Real!” said the little Rabbit. “I am Real! The Boy said so!” And he nearly began to cry.

Just then there was a sound of footsteps, and the Boy ran past near them, and with a stamp of feet and a flash of white tails the two strange rabbits disappeared.

“Come back and play with me!” called the little Rabbit. “Oh, do come back! I know I am Real!”

But there was no answer, only the little ants ran to and fro, and the bracken swayed gently where the two strangers had passed. The Velveteen Rabbit was all alone.

“Oh, dear!” he thought. “Why did they run away like that? Why couldn’t they stop and talk to me?”

For a long time he lay very still, watching the bracken, and hoping that they would come back. But they never returned, and presently the sun sank lower and the little white moths fluttered out, and the Boy came and carried him home.

Weeks passed, and the little Rabbit grew very old and shabby, but the Boy loved him just as much. He loved him so hard that he loved all his whiskers off, and the pink lining to his ears turned grey, and his brown spots faded. He even began to lose his shape, and he scarcely looked like a rabbit any more, except to the Boy. To him he was always beautiful, and that was all that the little Rabbit cared about. He didn’t mind how he looked to other people, because the nursery magic had made him Real, and when you are Real shabbiness doesn’t matter.

And then, one day, the Boy was ill.

His face grew very flushed, and he talked in his sleep, and his little body was so hot that it burned the Rabbit when he held him close. Strange people came and went in the nursery, and a light burned all night and through it all the little Velveteen Rabbit lay there, hidden from sight under the bedclothes, and he never stirred, for he was afraid that if they found him some one might take him away, and he knew that the Boy needed him.

It was a long weary time, for the Boy was too ill to play, and the little Rabbit found it rather dull with nothing to do all day long. But he snuggled down patiently, and looked forward to the time when the Boy should be well again, and they would go out in the garden amongst the flowers and the butterflies and play splendid games in the raspberry thicket like they used to. All sorts of delightful things he planned, and while the Boy lay half asleep he crept up close to the pillow and whispered them in his ear. And presently the fever turned, and the Boy got better. He was able to sit up in bed and look at picture-books, while the little Rabbit cuddled close at his side. And one day, they let him get up and dress.

It was a bright, sunny morning, and the windows stood wide open. They had carried the Boy out on to the balcony, wrapped in a shawl, and the little Rabbit lay tangled up among the bedclothes, thinking.

The Boy was going to the seaside to-morrow. Everything was arranged, and now it only remained to carry out the doctor’s orders. They talked about it all, while the little Rabbit lay under the bedclothes, with just his head peeping out, and listened. The room was to be disinfected, and all the books and toys that the Boy had played with in bed must be burnt.

“Hurrah!” thought the little Rabbit. “To-morrow we shall go to the seaside!” For the boy had often talked of the seaside, and he wanted very much to see the big waves coming in, and the tiny crabs, and the sand castles.

Just then Nana caught sight of him.

“How about his old Bunny?” she asked.

That?” said the doctor. “Why, it’s a mass of scarlet fever germs!–Burn it at once. What? Nonsense! Get him a new one. He mustn’t have that any more!”

And so the little Rabbit was put into a sack with the old picture-books and a lot of rubbish, and carried out to the end of the garden behind the fowl-house. That was a fine place to make a bonfire, only the gardener was too busy just then to attend to it. He had the potatoes to dig and the green peas to gather, but next morning he promised to come quite early and burn the whole lot.

That night the Boy slept in a different bedroom, and he had a new bunny to sleep with him. It was a splendid bunny, all white plush with real glass eyes, but the Boy was too excited to care very much about it. For to-morrow he was going to the seaside, and that in itself was such a wonderful thing that he could think of nothing else.

And while the Boy was asleep, dreaming of the seaside, the little Rabbit lay among the old picture-books in the corner behind the fowl-house, and he felt very lonely. The sack had been left untied, and so by wriggling a bit he was able to get his head through the opening and look out. He was shivering a little, for he had always been used to sleeping in a proper bed, and by this time his coat had worn so thin and threadbare from hugging that it was no longer any protection to him. Near by he could see the thicket of raspberry canes, growing tall and close like a tropical jungle, in whose shadow he had played with the Boy on bygone mornings. He thought of those long sunlit hours in the garden–how happy they were–and a great sadness came over him. He seemed to see them all pass before him, each more beautiful than the other, the fairy huts in the flower-bed, the quiet evenings in the wood when he lay in the bracken and the little ants ran over his paws; the wonderful day when he first knew that he was Real. He thought of the Skin Horse, so wise and gentle, and all that he had told him. Of what use was it to be loved and lose one’s beauty and become Real if it all ended like this? And a tear, a real tear, trickled down his little shabby velvet nose and fell to the ground.

And then a strange thing happened. For where the tear had fallen a flower grew out of the ground, a mysterious flower, not at all like any that grew in the garden. It had slender green leaves the colour of emeralds, and in the centre of the leaves a blossom like a golden cup. It was so beautiful that the little Rabbit forgot to cry, and just lay there watching it. And presently the blossom opened, and out of it there stepped a fairy.

She was quite the loveliest fairy in the whole world. Her dress was of pearl and dew-drops, and there were flowers round her neck and in her hair, and her face was like the most perfect flower of all. And she came close to the little Rabbit and gathered him up in her arms and kissed him on his velveteen nose that was all damp from crying.

“Little Rabbit,” she said, “don’t you know who I am?”

The Rabbit looked up at her, and it seemed to him that he had seen her face before, but he couldn’t think where.

“I am the nursery magic Fairy,” she said. “I take care of all the playthings that the children have loved. When they are old and worn out and the children don’t need them any more, then I come and take them away with me and turn them into Real.”

“Wasn’t I Real before?” asked the little Rabbit.

“You were Real to the Boy,” the Fairy said, “because he loved you. Now you shall be Real to every one.”

And she held the little Rabbit close in her arms and flew with him into the wood.

It was light now, for the moon had risen. All the forest was beautiful, and the fronds of the bracken shone like frosted silver. In the open glade between the tree-trunks the wild rabbits danced with their shadows on the velvet grass, but when they saw the Fairy they all stopped dancing and stood round in a ring to stare at her.

“I’ve brought you a new playfellow,” the Fairy said. “You must be very kind to him and teach him all he needs to know in Rabbit-land, for he is going to live with you for ever and ever!”

And she kissed the little Rabbit again and put him down on the grass.

“Run and play, little Rabbit!” she said.

But the little Rabbit sat quite still for a moment and never moved. For when he saw all the wild rabbits dancing around him he suddenly remembered about his hind legs, and he didn’t want them to see that he was made all in one piece. He did not know that when the Fairy kissed him that last time she had changed him altogether. And he might have sat there a long time, too shy to move, if just then something hadn’t tickled his nose, and before he thought what he was doing he lifted his hind toe to scratch it.

And he found that he actually had hind legs! Instead of dingy velveteen he had brown fur, soft and shiny, his ears twitched by themselves, and his whiskers were so long that they brushed the grass. He gave one leap and the joy of using those hind legs was so great that he went springing about the turf on them, jumping sideways and whirling round as the others did, and he grew so excited that when at last he did stop to look for the Fairy she had gone.

He was a Real Rabbit at last, at home with the other rabbits.

Autumn passed and Winter, and in the Spring, when the days grew warm and sunny, the Boy went out to play in the wood behind the house. And while he was playing, two rabbits crept out from the bracken and peeped at him. One of them was brown all over, but the other had strange markings under his fur, as though long ago he had been spotted, and the spots still showed through. And about his little soft nose and his round black eyes there was something familiar, so that the Boy thought to himself:

“Why, he looks just like my old Bunny that was lost when I had scarlet fever!”

But he never knew that it really was his own Bunny, come back to look at the child who had first helped him to be Real.

Kaynak: http://digital.library.upenn.edu/women/williams/rabbit/rabbit.html

Londra’dan bir bavul kitapla döndüm!

Holland Park'ta bir gül bahçesi 0

Holland Park’ta bir gül bahçesi

Bu fotoğrafa ne zaman baksam, kendimi küçük Alice gibi hissediyorum. Londra’ya gittiğimizde kaldığımız güzeller güzeli tarihi evin giriş katındaki koridorda çekmiştim bu fotoğrafı. O an Harikalar Diyarı’ndaki gül bahçesini gördüğümü sanmıştım. Minicik kapıdan giren ve sanki çiçeklerin nefesini iceriye taşıyan tazecik havayı, cep telefonuyla çekilmiş bu fotoğrafa ekleyemsem de, her baktığımda özlemle hatırlıyorum. Bu ev ve mekan benim için bütün karmaşalardan ve kötülüklerden kaçıp sığınılabilecek güzellik ve gizem dolu bir masal sahnesi gibi.

Holland Park'ta arka bahçe 2

Arka bahçe

 

Bahçe elbette her mevsim bu kadar renkli görünmüyor. Kışları bütün semte bir hüzün yerleşmek istese de noel süsleri ve okul çocuklarının cıvıltıları bu melankolik havayı süpürüp götürmeye yetiyor. Ayrıca biz kışları çok daha karanlık bir coğrafyadan gittiğimiz için olacak, Londra bize her zaman biraz bahar gibi geliyor.

Holland Park'ta bahçe 3

Arka bahçe

robin

Bavuldaki Kedi1

Bavuldaki Kedi

Aslında yaz sonunda doğum günümü kutlamak için gittiğimiz Londra’dan bir bavul kitapla döneli aylar oldu. Eve döner dönmez bizim evin en güzeli hemen kitapla dolu valizin içine yattı. Bize bir mesaj vermeye çalıştığı çok açıktı. Evden çıkacağı zamanlar gücünün son damlasına kadar direnme huyu olmasaydı, bir dahaki gezimizde bize katılmak istediğini düşünebilirdim. Sanırım sadece tekrar uzağa gitmemizi istemediğini anlatmaya çalışıyordu. Bu yazıyı uzun zaman önce yazmaya niyetlenmiştim; ancak yazacak diğer şeyler artınca, blog için zaman ayırmak lüks gibi gelmeye başladığı için Londra gezisi hakkında yazacaklarımı sürekli erteledim. Noel tatili gelince nihayet ihtiyacım olan motivasyonu da bulmuş oldum. Bu yıl kar taneleri, buralardan sıkılmış olacaklar, yeni yılı kutlamak için batı Turkiye’ye tatile gitmişler. Hava şu an buz gibi olsa da, burada tek bir beyaz kar tanesi bile yok. Karanlıkta en ufak bir ışık dokunuşuyla bile gümüş simler gibi ışıl ışıl ışıldayan karları özlemiyor değilim. Neyse ki çok yakında baharın ilk aylarına kadar dek gitmemek üzere geleceğinden eminim.

London Eye Dönerken

London Eye Dönerken

 

Swiss Chalet in St James's Park London

Swiss Chalet – St James’ Park

St James Park

St James’ Park

Londra bana tarihiyle, mimarisiyle, romantik park ve bahçeleriyle ve ucuz kitap satan sahaflarıyla bir masal şehri gibi geliyor. O sebeple Masal Penceresi bir gezi sayfası olmamasına rağmen bu güzel şehir bu sayfada kendisine yer açtı. Londra’ya gittiğimizde en çok peşine düştüğüm şey genellikle resimli kitaplar oluyor. Şimdiye kadar bu şehirden hep birbirinden güzel kitaplarla döndüm. Bu son gezi de farklı olmadı. Hem anılarım canlı kalsın hem de çektiğim fotoğrafların bazıları kaynak olarak burada dursun diye güzel Londra ile ilgili mütevazi ve kişisel bir yazı yazmaya karar verdim. Oslo’dan gidince Londra gerçekten çok kalabalık ve büyük geliyor insana. Yine de hem büyüklüğünü, hem karışıklığını hem de renklerini çok seviyorum. Biz hep gezmeye gittiğimiz için çalışan bir insan olarak orada yaşamanın nasıl olduğunu hayal etmekte zorlanıyorum. İnsanlar hep çok meşgul ve koşuşturma içindeymis gibi geliyor bana. Biz o karmaşanın içinde kendimize ayırdığımız kısıtlı süreyi mümkün olduğunca sakin ama verimli geçirmeye çalışıyoruz. Her ziyaretimizde rituel gibi aksatmadan yaptığımız etkinikler var.

robinHolland Park

Holland Park 2

Holland Park

Kaldığımız ev Kensington bölgesindeki Holland Park semtinde olduğu için en çok zaman geçirdiğimiz yer bu semt. Semt adını içindeki güzeller güzeli parktan alıyor. Bu park bizim favori mekanımız. Sadece içinden geçmek bile büyük bir keyif. Sonbaharda ve yağmurlu havalarda büründüğü hava ayrı güzel, kışın rengarenk kuşlarla ve sincaplarla neşelenen kuru dallı ağaçları ayrı güzel. Yazın yemyeşil ve insan cıvıltılarıyla dolu hali bambaşka bir güzellikte görünüyor. Parkın sakinleri olan sincapları beslemek için ceplerinı fındık fıstıkla doldurup gelen bir sürü insan var. O yüzden olacak, sincapların hemen hepsi tombişler ve aynı zamanda çok insancıllar. Bu güzel parkın içinde davet mekanı ya da sanat galerisi olarak kullanılan çok guzel eski bir sera, The Orangery, bulunuyor. Her gidişimizde kapalı olan bu mekanı bir gün ziyaret etmeyi ve kocaman bronz heykellerle süslenmiş bu güzel binanın havasını koklamayı çok istiyorum. Bu mekanla bitişik Belvedere adında bir adet Fransız restoranı ve parkın içinde yine büyükçe bir hostel var.

Holland Park'ta tombiş bir sincap

Holland Park’ta tombiş bir sincap

Kyoto Garden - Holland Park 2

Kyoto Garden – Holland Park

Kyoto Garden - Holland Park 3

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

Kyoto Garden - Holland Park 5

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

 

 

 

Lord Holland'ın heykeli - Holland ParkAslında parkın büyük kısmı, daha önce Holland House ya da Cope Şatosu adıyla bilinen ve Alman saldırısından sonra harabeye dönen güzelim tarihi binaya aitmiş. Yazları burada Opera Holland Park’ın gösterilerini izlemek mümkün. Küçük ve güzel bir Japon bahçesi olan Kyoto Garden ve içindeki iri balıklar da bence buranın görülmeye değer noktalarından. Ayrıca parkın tam ortasında, Lord Holland’ın kocaman bir heykeli var. Bu heykel bir bakıma parkta kaybolmanızı önlüyor. Işıklandırılmaması ve akşamları girişlerin kapatılması buraya ayrı bir hava katıyor bence. Bir kere hava karardığında içinden geçtikten sonra neden akşam saatlerinde parkın kapılarını kapatmayı tercih ettiklerini anladım. Karanlık, ıssız ve kocaman bir orman gibi hem çok güzel hem de bir o kadar ürkütücü.

Kensington High Street

Kensington High Street

Cafe Aubaine'de kahve molası- Kensington High Street

Cafe Aubaine’de kahve molası- Kensington High Street

Holland Park’ın bir ucu, iki yanı mağazalarla kafe ve restoranlarla süslenmiş geniş bir cadde olan Kensington High Street’e çıkıyor. Burada aklımıza gelebilecek hemen hemen bütün mağazalar var. Caddede aynı zamanda bir metro durağı da mevcut. Metro bize çok kalabalık ve havasız geldiği için hemen hemen hiç kullanmıyoruz. Otobüste en azından etrafı görme şansımız oluyor. Holland Park, Notting Hill’e de çok yakın olduğu için bu semti gezmek ve Portobello Caddesi’ndeki Geil’s Artisan fırınına uğramak bizim rutinlerimizden biri oldu. O muhteşem brownielerden tatmak için daha uzağa da gidilir gerçi. Her ziyarette mutlaka George Orwell’in bu sokakta bulunan müstakil evinin önünden geçmek, taze çikolatalı ve muzlu krep yapan mekanlardan yayılan enfes kokuları duymamak için burnumuzdan nefes almamak ve başka yerlere bakmak, her defasında Oxfam’ın sadece kitap satan şubesinde en az bir saat harcamak bunlardan birkaçı. George Orwell evinin fotoğrafını aslında arkadaşım Duygu için çekmiştim. Seneler önce İzmir’de Portobello Road - George Orwell Evibuluştuğumuzda yemek yemek için bir yere oturmuştuk. Duygu yemekte çantasından Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabını çıkarmıştı. O dönem onu okuduğu için çantasında her yere taşıyordu. Bu evi görünce aklıma hem o an hem de Eurythmics’in ‘1984’ filmi için hazırladığı 1984 adlı albümdeki parçalardan biri olan Sex Crime geliyor. Hatta şimdi yazarken yine aklıma geldiği için açtım ve bir yandan onu dinliyorum. Önceleri Portobello’daki antikacılardaki porselenlere bakmak için de zaman harcıyordum; ama artık bu huyumu bıraktım. Satılan her parça değerinin kat kat üzerinde fiyatlandırıldığı için insanın hevesi kırılıyor. Pazarda alışveriş yapmanın tadını alamadığımdan burada vakit kaybetmeyi sevmiyorum artık. O yüzden Notting Hill gezintisinin en önemli iki noktası sadece Oxfam’in kitapçısı ve leziz brownielerin mekanı Geil’s Artisan Bakery. Aslında güzel brownie yapan birçok yer bulunabilir Londra’da. Ben herhalde biraz da bazı mekanları anılarımla beraber sahiplenmeyi ve o mekanlara tekrar tekrar gitmeyi seviyorum.

Notting Hill Gate durağından başlayıp Kensington High Street’e inen Church Street’in üzerinde yine Royal Trinity Hospice’in bağış kitaplar satan güzel bir sahaf şubesi var. Buradan daha önce inanılmaz güzel resimli kitaplar almıştım. Son ziyaretimizde aradığımız tarzda bir kitap bulamadım; ama civarda kalanlar için arada bir uğranacak ve hazine avcılığı yapılabilecek güzel kitapçılardan biri.

robinHampstead

Hampstead Londra

Hampstead Londra

Son iki Londra gezimizde Hampstead de uğramadan dönmediğimiz semtler arasına katıldı. Hampstead yemyeşil doğasi ve kızıl ateş tuğlasıyla kaplı tarihi binalarıyla tipik İngiliz kasabalarına benziyor. Şehirden uzaklaşmadan bakımlı, yeşil ve sakin bir yerleşim bölgesi görmek için çok uygun. Çarşısı çOxfam-Hampsteadok büyük olmasa bile merkezde bulunan magazaların şubeleri burada da var. Gözlemlediğim kadarıyla bu semtte oturuyorsanız iş dışında merkeze inmenize gerek bile yok. Oxfam’in yalnızca bağış kitaplar satan şubelerinden bir tane de Hampstead’de var.robin

İkindi Çayı

The Ritz-Londra

İngiltere’ye gezmeye gidip meşhur afternoon tea yani ikindi çayına gitmemek olmaz herhalde. En azından bir kere denenmesi gerek bence. Aslında ikindi çayı dense de günün birçok saatinde ikindi çayı servisi yapan mekan bulmak mümkün. Büyük otellerin öğleden sonra başlayıp akşam saatlerine kadar devam eden servisleri oluyor. Daha önce çok sevdiğim arkadaşlarımdan biriyle Ritz Oteli’nin çayına gitmiştik. Aylar önce rezervasyon yapmamıza rağmen ikindi çayı için akşam dokuzdan önce yer bulamamıştık, ki daha çok akşam çayı olmuştu. Çay salonu (üstteki resim), canlı müzik, çaylar, kekler ve parmak sandviçler gerçekten lezizdi. Bir kere denediğim için memnunum; ama çok özel bir kutlama Kensington Sarayı'nda çay saatiolmadıkça tekrar gideceğimi sanmıyorum. Onun yerine güzeller güzeli fincanlarda tazecik çay ve yanında scone ya da kremalı kek servisi yapan başka bir mekana gitmek bize daha cazip geliyor. Bu son gezimizde de rezervasyonla uğraşmak yerine ikindi çayımızı yürümekten yorulduğumuz bir anda, paylaştığımız bir dilim kekin yanında, en sevdiğimiz kafede içmeyi tercih ettik.

robinTower of London

https://en.wikipedia.org/wiki/Tower_of_London#/media/File:Tower_of_London_viewed_from_the_River_Thames.jpg

Tower of London / Wikipedia

Londra büyük bir şehir olduğu için burada yapılacak etkinlikler tükenmiyor. Doğum günü gezisinde görmeyi çok isteğim iki yeri ziyaret etme fırsatım oldu. Bunlardan bir tanesi Tower of London yani Londra Kulesi’ydi. Aslında bu yapıya Londra Kalesi demek belki daha doğru olurdu. Biz bu mekana neredeyse tam bir gün ayırdık. Hem kaldığımız yerden çok uzak olduğu için gidip gelmek çok zaman aldı, hem de içeride görülecek çok şey vardı. Birkaç yıl önce okulla birlikte York şehrinde bir eğitim gezisine gitmiştik. Orada hem bir Shakespeare oyunu izlemiş hem de Londra Kulesi ile ilgili ilginç şeyler dinlemiştik. Londra Kulesi’ne karşı merakım aslında orada başladı. Sonra nedense Londra’ya gitsek de bir türlü denk getirip bu Kule’yi gezemedim. Burası zamanla girişin olduğu ama çıkışın olmadığı bir yer haline geldiği için hanedan üyeleri ve devlet adamlarının asla ziyaret etmeyi bile istemedikleri bir mekanmış. Ziyaret sırasında görebileceğiniz Kraliçe Anne Boleyn’in idam öncesi hapsedildiği binadan idam edildiği noktaya kadar, çeşitli tutsakların notlarından, kraliyet mücevherlerine ve kuzgunlara kadar İngiliz kültürü ve tarihi açısından kıymetli olabilecek çok şey var. Gezebildiğim, o atmosferi hissedebildiğim ve en sonunda binaların birinde kaybolmadan sapasağlam dışarı çıkabildiğim için çok memnunum. Doğum günü dileklerimden bir tanesi böylece gerçekleşmiş oldu. Geziden önce kaleyi anlatan birkaç belgesel ve tanıtım programı izlemiştim. İzlemek isteyen yetişkinler için yine yetişkinler için hazırlanmış ingilizce bir programın linkini ekliyorum.

robinWestminster Abbey

Westminster Abbey

Westminster Abbey

Görmeyi uzun zamandır istediğim bir diğer mekan da Westminster Abbey’di. Bu yapıyı gezmeye onunla ilgili bir belgesel izledikten sonra karar verdik. Westminster Abbey müze gibi belirli bir ücret ödeyip gezebileceğiniz önemli tarihi mekanlardan biri. UNESCO’nun kültür mirası ilan ettiği bu yapının adına hanedan üyelerinin düğünleri ve cenazeleri sebebiyle aşinaydık. Ancak Westminster Abbey’e sadece büyük bir kilise deyip geçmek, birçok tarihi olayla yakın bağı bulunan bu görkemli yapıya haksızlıkmış. Yedi yüz yıllık geçmişi olan bu devasa binanın mermer koridorlarının altında, Charles Darwin’den, Charles Dickens ve Isaac Newton’a kadar nice önemli isim yatıyor. Yürürken kimlerin mezarının üzerinden geçtiğinizi farkettikten sonra başınızı bir süre yerden kaldıramıyorsunuz. Yürürken mermerlere yazılmıs adlara bakmamak onlara saygısızlık olacakmış gibi geldiğinden olacak, biz bir süre hep yerlere baktık. Burası yüzlerce insanın mezarı olduğu için içeride bunu yansıtan ağır bir atmosfer var. Kraliçe 1. Elizabeth de buraya gömülen önemli tarihi isimlerden biri. Mezarının üzerinde bulunan kendi boyutlarındaki mermer heykel son derece etkileyiciydi. İçerideki yüzlerce diğer sanat eseri gibi… Bu mekan sadece dini açıdan değil tarihi açıdan da İngiltere’nin en önemli simgelerinden biri. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için binanın içini gösteren herhangi bir resim ekleyemiyorum; ancak internette Westminster Abbey ile ilgili birçok resim ve belgesel bulmak mümkün. Binanın tarihiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz aşağıdaki youtube linki hoşunuza gidebilir.

https://www.youtube.com/watch?v=2388hTrKn3g

robin

Son yolculuğumda doldurduğum kitap bavulumda elbette birçok kitap var. Bunların hepsinden söz etmek şu an için imkansız. O yüzden içlerinden sevdiğim bir tanesini, Kadife Tavşan‘i, sizin için seçtim ve bir sonraki yazımda ondan söz etmek istiyorum. Bu yazıyı yeni yılınızı tekrar kutlayarak bitirmek istiyorum. Umarım Noel Baba bu sene torbasında nice guzellikler getirmiştir. Bize de 2016’yı dolu dolu yaşarken o torbadan çıkacak surprizleri beklemek kalıyor. Bu blog yazısı tamamen Londra’ya adandığı için kapanışı da geçen sene yeni yılı karşıladığımız bu güzel şehirde çektiğim birkaç fotoğrafla yapıyorum.

Sevgiler…

robin

 

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası – Londra

 

Noel süsleriyle Covent Garden

Noel süsleriyle Covent Garden

 

Noel Ağacı

Evden bir kare: Noel Ağacı

 

Noel Yıldızı Londra

Mutfaktaki Noel Yıldızı-Londra

robin

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

-Yeni Eski Kitaplar- (2. Bölüm)

HISTORIEN OM DEN LILLE KATTEN TIGERLINE BY IDA ELISABETH

Historien Om Den Lille Katten Tigerline by Ida Elisabeth

Üç hafta aradan sonra dersler yeniden başladı ve sınav dönemine iki ay kaldığı için olacak, ödevlerin biri bitmeden öbürü başlıyor. Nihayet geçen hafta aldığım eski kitapları tanıtmaya devam etmek için vakit bulabildim. Aradan o bir hafta hiç geçmemiş gibi… Dışarıda masmavi bir gökyüzü var. Henüz ısıtmaya başlamamış olsa da güneş artık bize de gülümsüyor ve her gün yakında gelmesini umduğumuz baharın sözünü veriyor. Hava açık ve güzel olduğu için evin karşısındaki kreşe devam eden çocukları bahçeye çıkardılar. Kreş binası olarak hizmet veren kocaman ahşap köşk, yaşlılığını unutmuş ve gençliğindeki heyecanı ve neşeyi yeniden bulmuş gibi görünüyor. Bahçesinden yükselen çocuk seslerini çoğaltıp bütün mahallaye yayarken, çatırdayan merdivenlerinin ağrılarını, eski pencerelerinin sebep olduğu bir türlü geçmeyen soğuk algınlıklarını, gıcırdayan kapılarının şikayetlerini unutmuş gibi mutlu görünüyor. Kedim karşı koltuka uykuya daldı. Bebek mavisi tasmasının ucundaki parlak lacivert süs balığı eksik kalır mı? O da fırsatını bulmuşken kedinin yanına uzanmış uyuyor. Bana sorarsanız şu an huzurumuza huzur katacak eski kitaplardan söz etmenin tam zamanı.

Godnatt: Fortellinger fra vide verden, özellikle uyku öncesinde okumak için hazırlanmış, on bir hikayeden ve renkli illüstrasyonlardan oluşan bir kitap. Bu on bir hikaye, farklı ülkelerden olup Norveç’te yaşayan yazarlara ait. Kitabı resimleyen sanatçı ise Türkiye’de doğmuş; ancak yaşamını Norveç’te sürdüren Akın Düzakın… Kitabı alırken hem kapak resminin güzelliği hem de bu Türkçe ad dikkatimi çekmişti. Çizerin tarzı çok özgün ve güzel. Hikayelerin neredeyse tamamını okudum. Elbette bazıları diğerlerinden daha çok hoşuma gitti. Her farklı yazarla başka bir dünyaya yolculuk yaptığınız için hepsini tek günde okusanız bile sıkılmıyorsunuz.

Norveç kültüründe çocuklara kitap okumanın çok büyük bir önemi var. Anne ve babaların çocuklarına uyku öncesi kitap okumaları, neredeyse yemek yemek, diş fırçalamak kadar normal ve gerekli bir rutin halini almış durumda. Kitapların, sıradan bir çocuğun günlük yaşamının bu kadar vazgeçilmez bir parçası olması, elbette güzel kitapların yazılmasına, basılmasına, okunmasına ve çoğalmasına neden oluyor. Bu kitapların yazarlarının ve çizerlerinin hakettikleri değeri ve saygıyı görmelerine de bu yüzden şaşırmamak gerek.

Godnatt: Fortellinger fra vide verden‘de hikayesi bulunan yazarlar sırasıyla şöyle:

Jafar Jafarnejad

Gro Dahle

Walid al-Kubaisi

Merima Maja Brkic

Abdirahman Gaileh Mirreh

Philominammah George

Elyas Poorgholam

Thorvald Steen

Nirmal Brahmachari

Zakia Khairhoum

GODNATT Fortellinger fra vide verden Akın Düzakın & Thorvald Steen

GODNATT: Fortellinger fra vide verden

 

Historien om den lille katten Tigerline yani ‘Minik Kedi Tigerline’nin Hikayesi’, adından da anlaşılacağı gibi yavru bir kedinin başından geçenleri anlatıyor. Kitabı yazan ve resimleyen sanatçı Ida Elisabeth. Hikayeye eşlik eden resimlerin hepsi aslında birer tablo gibi capcanlı. O kadar güzeller ki insan onlara bakarken hayran oluyor. Sayfalardan fışkıran rengarenk çiçekler, kocaman ağaç dalları, sivri kulaklı tavşanlar, ipek tüylü kediler, masmavi fiyortlar etrafınızı sarıyor.

Kitabın kahramanı Tigerline, deniz kenarında eski bir evde yaşlı sahibiyle birlikte güzel bir hayat sürüyor. Hayatta tek başına kalmanın nasıl bir şey olduğunu bilmeyen minik kedicik, iyi kalpli sahibinin birden bire ortadan kaybolmasıyla açlıkla, yalnızlıkla ve evsizlikle tanışıyor. Hikaye yer yer o kadar acıklı ki, okurken burnumun direği sızladı. Tigerline’nin hikayesini okurken, kedi köpek deyip geçtiğimiz ve her karşılaşmamızda yüzümüze acıklı bir umutla bakan bütün evsiz hayvanların acısını hissettim. Bu kitap çocuguna sadece hayvan sevgisini değil, genel anlamda empati duygusunu öğretmeyi amaçlayan herkesin tercih edebileceği bir kitap. Açlık, yalnızlık, terk edilmişlik, sevgisizlik hayvanlar için de insanlar için olduğu kadar korkunç. Sadece çoğumuz için bilmemek, öğrenmemek ve hissetmemek daha kolay. Neyse ki kitap mutlu sonla bitiyor ve son sayfalara doğru burnumdaki sızlama yerini bütün yüzüme yayılan mutlu bir gülümsemeye bırakıyor. Keşke Türkçe’ye çevrilse ve bu güzel resimli kitabı Türkiye’de yaşayan çocuklar da okuyabilse.

HISTORIEN OM DEN LILLE KATTEN TIGERLINE BY IDA ELISABETH

Historien Om Den Lille Katten Tigerline by Ida Elisabeth

 

Son bir haftam derste işlemek üzere okuduğumuz kitaplarla geçti. Bu kitapların içinde Where the Wild Things Are (Vahşi Şeyler Ülkesinde), The Lorax (Loraks), Alice’s Adventures in Wonderland (Alice Harikalar Diyarında) gibi klasiklerin yanında, Coraline gibi daha yeni ve farklı kitaplar da var. Coraline hakkında çok bir bilgim olmadığı için satın almak yerine kütüphaneden ödünç almayı tercih ettim. Açıkçası daha önce hiç böyle karanlık atmosfere sahip ürkütücü bir çocuk kitabı okumamıştım. O yüzden biraz şaşkınım. Gerçi yüz altmış sayfalık bir kitabın ilk yüz on sayfasını bir oturuşta okuyabildiğime göre en azından akıcılığından emin olabiliriz. Bu sabah uyandığımda günlerden Cuma olduğunu ve tarihin de ayın on üçünü gösterdiğini farkettim. Bu ürkünç kitabı bitirmek için daha uygun bir zaman olamaz sanırım. Gün tamamen geçip gitmeden Coraline ile birlikte güzel bir kafenin yolunu tutsak iyi olacak. Haftaya son okuduğum kitaplarla ilgili bir yazı yazmayı planlıyorum. O zaman dek kendinize iyi bakın.

Sevgiler Butterfly-Scrap-Vintage-Image-GraphicsFairy21-1024x676

-Yeni Eski Kitaplar- (1. Bölüm)

Dolaptaki Kedi

Dolaptaki Kedi

Dün benim için mutlu bir gündü; çünkü akşamüstü gezmesinden bir kucak resimli kitapla döndüm. Bu kitaplara eski demek yerinde mi bilemiyorum; çünkü hem benim için yeniler hem de hepsi daha önce seçilmiş ve okunmuş olmalarına rağmen yepyeni kitaplardan ayıramayacağım kadar iyi durumdalar. Sahaflardan ya da eski kitap satan dükkanlardan alışveriş etmeyi sevmemin birçok nedeni var. Bunların en önemlisi, bu kitapçılardaki koleksiyonların farkı. Eğer sahafa aklınızdaki özel bir kitabı aramaya gitmiyorsanız, bakıp beğenerek alışveriş yapmayı istiyorsanız, o ziyaret sırasında orada gördüğünüz kitapları muhtemelen başka bir yerde veya hatta bir dahaki ziyaretinizde aynı yerde bile bir arada göremeyecek olmanız. Her uğradığımda farklı kitaplarla karşılaşacağımı bilmek, kitapların hemen hiçbirinin aynı baskısından iki tane göremeyecek olmak, artık yeni baskısı ya da dağıtımı yapılmadığı için başka yerlerde göremeyeceğim ve bu sebeple belki varlığını bile hiç bilemeyeceğim kitaplarla karşılaşma olasılığını düşünmek, eski kitap satan mekanları benim için çok cazip hale getiriyor. Çok kitap satın alan insanlar için yeni bir kitap fiyatına iki, hatta belki üç eski kitap alabilmek de avantaj sayılabilecek başka bir nokta elbette. En sevdiğim eski kitapçılar sanırım Londra’daki yardım kuruluşlarına ait olanlar. Bu kitapçılara ne zaman gitsem hep harika şeyler buluyorum. Londra’ya gittiğimde, eğer her gün bir iki tanesine girmemişsem ya da yeni gelen bir şeyler var mı diye bakmak için her gün aynı yerlere uğramamışsam içim rahat etmez; çünkü neler kaçırıyor olabileceğimi düşünüp hayıflanırım.

Yeni Eski Kitaplarım

Yeni Eski Kitaplarım

 

Dün aldığım kitapların hepsi Norveççe. Hepsi kocaman resimli ve az sayfalı kitaplar oldukları için çabucak okunuyorlar. O yüzden çoğunu eve gelir gelmez okuyup bitirdim. Bu yazıda biraz bu kitaplardan söz etmeyi planladığım için onları kitaplıktan çıkarıp resimlerini çekmek istedim. Tam dolabın kapaklarını açmıştım ki, kediciğimizin raflara tırmanmaya çalıştığını farkettim. En üst rafa çıkıp oturmasına yardım edince, kendisi çok memnun oldu. Ben bir yandan çayımı yudumlayıp bir yandan bu yazıyı hazırlarken, o da yukarıdan beni ve odamızı keyifle izliyor.

Dolaptaki Kedi (2)

Dolaptaki Kedi (2)

 

Godnattsangboka bir şarkı, daha doğrusu bir ninni kitabı. Ninnilerin ve çocuk şarkılarının, tıpkı masallar gibi bir toplumun kültüründe önemli bir rolu olduğunu düşünüyorum. Şimdilik akşamları bu ninnileri söyleyeceğim biri olmasa da, bu kadar güzel resimleri olan, ninnilerin çoğununun notalarını da gösteren böyle harika bir kitabı almadan duramadım. Resimler ödüllü sanatçı Sigrun Sæbø Kapsberger tarafından yapılmış ve hepsi rüya gibi. Troll bebekler ve anneleri, ormanda rengarenk çiçekler arasında uyuyan minikler, kırmızı çatılı Norveç evleri, aslında Danimarka kültürüne ait olan ve şemsiyesiyle çocukları rüya ülkesine uçuran Şemsiyeli Minik Ole bunlardan bazıları… Akşam, ninnilerin sözlerine şöyle bir bakınca kitabı daha çok sevdim. Her biri o kadar tatlı, o kadar yumuşak ki, insana adeta birkaç sayfa çevirerek küçük çocukların masum dünyasına bakma fırsatı veriyor. Keşke bu güzel kitabın her sayfasını burada sizinle paylaşabilseydim; ama eserin telif haklarına sahip olmadığım için ne yazık ki böyle bir şansım yok.

GODNATTSANGBOKA by Sigrun Sæbø Kapsberger

GODNATTSANGBOKA by Sigrun Sæbø Kapsberger

 

Kong Kresen, yani Türkçe adıyla, Kral Müşkülpesent, çok zor beğenen ve ülkesinin bütün kaynaklarını her şeyin en iyisine sahip olmak için kullanan bir kralın hikayesi. Her ülkenin uzak ya da yakın tarihinde kendisini ülkesinin insanlarından üstün zanneden ve bir türlü doymak bilmeyen, onlara hizmet etmekle yükümlü olmasına rağmen halkından çalan yöneticiler varolmuştur. Bu masaldaki kral da bunlara bir örnek. Hikayeye göre Kral Müşkülpesent’in hayatta en önemsediği şey farklı lezzetlerde güzel yemekler yemekmiş. Yılın her günü yeni tariflerle hazırlanmış yepyeni bir yemek yediği için tam üç yüz altmış dört aşçısı ve bir de küçük aşçı yamağı varmış. Kral, tadına bakabileceği bütün farklı yemek tarifleri tükenince, mecburen aynı tarifleri kullanmak zorunda kalan aşçılarını teker teker zindana atmaya başlamış. Bütün aşcılar zindana atılıp sıra küçük yamağa gelince olayların seyri değişmiş. Bundan sonrasını, kitabı okumak isteyenler olabileceğini düşünerek anlatmıyorum. Hikayeyi yazan ve resimleyen sanatçı Çek Cumhuriyeti’nden Jindra Čapek.

Kong Kresen by Jindra Čapek

Kong Kresen – Jindra Čapek

 

Den Strålende Perlen, yani ‘Işıldayan İnci’ eski Çin masallarından bir tanesi. Çok eskiden doğuda, çok uzakta bir okyanusta ejderha bir kral, siyah saçlı güzel kızı ile birlikte yaşarmış. Adı Prenses Mai Li olan kız, büyüyüp evlenme çağına gelince kimseyi beğenmemeye başlamış; çünkü zengin ve güçlü değil, dürüst ve cesur bir gençle evlenmek istiyormuş. Bir prenses için böyle bir damat adayıyla tanışmak ve ona güvenmek çok kolay olmayacağından, Mai Li, geceleri ışık saçan parlak inciyi bulan ve kendisine getiren aday ile evleneceğini bildirmiş… Bu tatlı masalı yazıya döken kişi, Betty L. Torre. Resimler ise Carol Inouye’ye ait.

Den Strålende Perlen by Betty L. Torre and Carol Inouye

Den Strålende Perlen by Betty L. Torre and Carol Inouye

 

Kongsdotteren og Røverne, yani Türkçe ‘Kralın kızı Ve Korsanlar, Norveç yerlileri Laponlara (Samer) ait bir halk masalı. Masalı kitaplaştıran ve resimleyenler ise Arnljot Eggen ve Anne Cecilie Røgeberg. Kitap, daha önce resimli kitaplar ile ilgili yazdığım yazıda söz ettiğim metni kısa, resimleri büyük ve ayrıntılı kitaplara güzel bir örnek teşkil etiyor (yazıyı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz), Kitaptaki her bir resim iki sayfaya yayılıyor ve her resme sadece üç ya da dört cümle eşlik ediyor. Resimlerin her biri tablo gibi capcanlı renklerle yapılmış ve kimisi gerçekten çok ayrıntılı.

Kongsdatteren og Røverne by Arnljot Eggen & Anne Cecilie Røgerberg

Kongsdatteren og Røverne by Arnljot Eggen & Anne Cecilie Røgerberg

 

Diğer kitapları tanıtmayı başka bir güne bıraksam daha yerinde olacak sanıyorum; çünkü tahmin ettiğimden çok daha uzun bir yazı oldu. Çayım bitti, kediciğim bile dolaptan çıkıp arka odalardan birine kaçtı. Ben de gün ışığını tamamen kaçırmadan evden çıkıp biraz temiz hava alsam iyi olacak.

Çok yakında, yazının ikinci bölümünde görüşmek üzere…

Sevgiler ❤

Cat-Lady