Mutlu Yıllar!

Image-Fairy

2020 yılının son gününde, uzun bir aradan sonra, sizlere yeniden merhaba demenin heyecanını yaşıyorum. 2020 yılı birçoğumuz için zor bir yıldı. O yüzden 2021’in her şeyden önce sağlıkla ve huzurla gelmesini diliyorum.

Yeni yıl hepimiz için resimdeki dansden peri gibi hafif ve neşeli olsun.

Eski yılın son gününden sevgilerle…

Eylem Rosseland

Yılbaşı Ağacı

Yılbaşı Ağacı

Masal Penceresi Noel

Noel-Masal Penceresi

Noel Pastaları-Masal Penceresi

Noel Pastaları-Masal Penceresi

Çam Ağacı

Silent Night by Viggo Johansen

Please scroll down to read the fairy tale in English.

Çam Ağacı

Ormanda, küçük, güzel bir çam ağacı vardı. Güneş alan, havası bol bir yerde yetişiyordu. Etrafında nice büyük çam ve köknar arkadaşı vardı; ama küçük Çam Ağacı’nın tek derdi bir an önce büyümekti. Sıcacık güneşi ve tertemiz havayı hiç düşünmüyor, ormana çilek ve ahududu toplamaya geldiklerinde laflayan çiftçi çocuklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Çocuklar, kovalarını tıkabasa çilekle doldurduktan veya onları sıra sıra dizdikten sonra dinlenmek için küçük Çam Ağacı’nın yanına oturduklarında “Şu küçük ağaç ne kadar da güzel. Değil mi?” derlerdi; fakat o bu sözleri duymak bile istemezdi.
Küçük ağaç ertesi yıl boy attı. Bir sonraki yıl daha da uzadı. Gövdesindeki boğumları sayarak, bir çam ağacının kaç yaşında olduğu söylemek mümkündür.

-Ah, şu diğerleri gibi kocaman bir ağaç olsaydım! diye içini çekiyordu. “O zaman dallarımı dört bir yana uzatır, tepemle de uzakları ve hatta bütün dünyayı görebilirdim! Kuşlar yuvalarını dallarımın arasına yapardı. Rüzgar estiği zaman diğer ağaçlar gibi zarifçe eğilirdim.” Ne güneş mutluluk veriyordu ona, ne kuşlar, ne de sabah akşam üzerinden süzülen kızıl bulutlar.

Derken kış geldi. Kar ışıltılı beyazlığıyla her yeri kapladı. Bir tavşan sık sık hoplayarak gelip ağacın tepesinden atlamaya başlamıştı. Ne sinir bozucu bir şeydi bu böyle! İki kış böylece geçti, üçüncü kış küçük ağaç öyle uzamıştı ki, tavşan artık üstünden atlayamıyordu. “Ah, büyümek, büyümek, kocaman ve yaşlı olmak, işte dünyadaki tek güzel şey bu!” diye düşünüyordu ağaç.
Sonbahar geldiğinde, keresteciler en büyük ağaçlardan bazılarını kesmeye gelirlerdi. Bu her yıl böyle devam ederdi. Artık bayağı büyümüş olan genç Çam Ağacı korkuyla titriyordu, çünkü kocaman ağaçlar çatır çatır yere devriliyor, dalları baltayla kesiliyor, bedenleri çıplak ve incecik kalarak neredeyse tanınmaz hale geliyordu. Sonra arabalara yükleniyor, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülüyorlardı. Nereye gidiyorlardı böyle? Onlara neler oluyordu?

İlkbaharda kırlangıçlar ve leylekler gelince, ağaç onlara sordu: “Siz bu ağaçların nereye götürüldüklerini bilmiyor musunuz? Onlara hiç rastlamadınız mı?” Kırlangıçlar hiçbir şey bilmiyorlardı. Leylek ise oldukça düşünceli görünüyordu. Başını salladı ve “Evet, sanırım ben biliyorum. Mısır’dan dönerken pek çok yeni gemiye rastladım. Gemilerde çok gösterişli direkler vardı. Bu direkler, senin sözünü ettiğin ağaçlar olabilir; çünkü çam kokuyorlardı. Onlarla pek çok kez karşılaştım, çok uzun ve görkemlilerdi.”
-Keşke ben de denize gidebilecek kadar büyük olsaydım! Nasıl bir şeydir bu deniz, neye benzer?”
-Hmm, anlatması biraz uzun sürer! dedi Leylek ve uçup gitti.
-Gençliğinin değerini bil! dedi Gün Işığı. “Büyüyor olmanın, tazeliğinin değerini bil!”

Rüzgar ağacı öptü, çiğ taneleri onu gözyaşlarıyla suladı; ama Çam Ağacı bunları anlamadı.
Noel’e doğru, sadece içi içine sığmayan, ormanı terk edip gitmek isteyen Çam Ağacı kadar büyük olanları değil, çok daha genç ağaçları bile keserlerdi. Bu genç ağaçlar, ki özellikle güzel oldukları için seçilirlerdi, dalları kesilmeden at arabalarına yüklenir, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülürlerdi.

-Nereye gidiyorlar? diye sordu Çam Ağacı. “Benden daha uzun değiller ki, hatta bir tanesi benden çok daha küçüktü? Niye hiçbirinin dallarını kesmediler? Nereye gidiyorlar?”

-Biz biliyoruz! Biz biliyoruz!” diye şakıdı serçeler. “Aşağı kasabadaki evlerin camlarından içeriye baktık ve onların nereye götürüldüklerini biliyoruz. Aklının almayacağı kadar büyük bir pırıltıya ve görkeme kavuşuyorlar! Pencerelerden içeriye baktık ve onların sıcak salonların ortasına dikildiğini, şahane süslerle, altın yaldızlı elmalarla, ballı kurabiyelerle, oyuncaklarla ve yüzlerce mumla donatıldıklarını gördük.”

-Peki ya sonra? diye sordu Çam Ağacı bütün dalları titreyerek. “Sonra? Sonra ne oluyor?”
-Bundan başka bir şey görmedik! Ama eşsizdi!”
-Ben de böyle ışıltılı bir gelecek için mi yaratıldım acaba?” diye çığlık attı küçük ağaç. “Denizleri aşmaktan çok daha güzel bir şey bu! Bu istek içimi kemiriyor! Şu Noel bir gelseydi!

-Uzadım artık, geçen yıl götürdükleri ağaçlar kadar da büyüdüm. Ben de bir arabaya konsaydım! O sıcacık salonda, o ihtişam ve şaşaa içinde olsaydım! Ya sonra? Elbet ardından daha iyi, daha güzel şeyler gelir, yoksa beni niye öyle süslesinler ki? Mutlaka daha büyük, daha muhteşem şeyler olur! Değil mi? Ah, nasıl da acı ve özlem duyuyorum. Bana neler oluyor böyle bilmiyorum ki?

-Bizim kıymetimizi bil! dedi hava ve gün ışığı. “Burada, özgürken tazeliğinin ve gencliğinin tadını çıkar. Ama bunlar küçük ağacı hiç mutlu etmiyordu. Büyüdü, büyüdü… Her mevsim yemyeşildi. Koyu yeşil… Yanından geçen insanlar, “Burada çok güzel bir ağaç var!” dediler.

Noel geldiğinde, hepsinden önce o kesildi! Balta bedenine derin bir darbe vurdu. Ağaç inleyerek yere devrildi. Bir acı hissetti. Güçsüzlük… Mutluluğu filan düşünecek hali kalmamıştı. Yurdundan, büyüyüp yeşerdiği topraklardan ayrıldığı için üzgündü. Sevgili eski arkadaşlarını, etrafını saran küçük çalıları ve çiçekleri, evet belki kuşları bile bir daha göremeyeceğini biliyordu. Bu gidiş, hiç de keyifli bir gidiş değildi.
Ağaç kendisine ancak diğer ağaçlarla birlikte çiftlikte arabadan indirilip bir adamın, “Bu mükemmel! Başka ağaca gerek yok!” dediğini duyduğunda geldi. Sonra, iki kentli hizmetkar gelip çam ağacını kocaman, şahane bir salona götürdüler. Duvarlarda boydan boya yağlıboya portreler asılıydı, büyük çini sobanın yanında, kapakları aslan şeklinde Çin vazoları duruyordu. Salonda sallanan sandalyeler, ipek koltuklar, üzeri resimli kitaplar ve paha biçilmez oyuncaklarla, en azından çocukların fikri buydu, dolu büyük masalar vardı.

Çam Ağacı, içi kumla dolu büyük bir fıçıya dikildi. Bunun bir fıçı olduğu anlaşılmıyordu; çünkü yeşil bir kumaşla kaplanmıştı ve altında da geniş, renkli bir halı vardı. Ağaç nasıl da titriyordu! Şimdi ne olacaktı acaba? Hem uşaklar hem de genç hanımlar etrafında dönüyor, onu süslüyorlardı. Dallarına renkli kağıtlardan kesilmiş, içi şekerlemelerle dolu küçük fileler astılar. Her tarafından sanki oracıkta yetişmiş gibi duran altın yaldızla kaplı elmalar ve cevizler sarkıyordu. Dallarına yüzlerce kırmızı, mavi, beyaz mum tutturdular. Yeşil iğne yapraklarının arasında tıpkı canlı insana benzeyen oyuncak bebekler, ki ağaç böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti,  sallanıyordu. En tepesine ise altın simden yapılmış büyük bir yıldız konmuştu. Çok güzeldi. Eşi benzeri görülmedik derecede görkemliydi. “Bu akşam,” dedi herkes hep birlikte, “Bu akşam ışıl ışıl ışıldayacak!”

-Ah, bir akşam olsa! diye düşündü ağaç. Mumlar hemen yakılsa! Sonra ne olur acaba? Ağaçlar ormandan gelip beni izlerler mi? Serçeler pencerelerin önünde uçuşurlar mı? Ben burada kök salarak büyür, yaz kış böyle süslü durur muyum?”

Evet, öyle olacağını çok iyi biliyordu! Ama kabuğunda özlemden kaynaklanan ciddi bir ağrı vardı. Ağaçlar için kabuk ağrısı biz insanlardaki baş ağrısı kadar acı vericidir.
Derken mumları yaktılar. O ne ışıltı ve ihtişamdı öyle! Ağaç bütün dallarıyla birlikte öyle bir titredi ki, mumlardan biri yeşil çam iğnelerini tutuşturuverdi. Canı çok yandı. Genç hanımların hepsi “İmdat!” diye bağrıştılar ve alevler çabucak söndürüldü.

Ağacın artık kıpırdamaya cesaret kalmamıştı. Ne dehşet bir şeydi bu! Bütün bu güzellikleri kaybedeceğinden öylesine korkuyordu ki; kendi parıltısı onu serseme döndürmüştü. Artık salonun iki kanatlı kapısı açılmış, çocuklar içeriye hızla koşmuşlardı, neredeyse ağacı devireceklerdi. Onların peşinden sakince büyükler geldi. Çocuklar bir an için sessizliğe büründüler, ama bu gerçekten sadece bir an sürdü, sonra yine coşkuyla bağırarak koşuştular. Ağacın çevresinde dans ettiler ve hediyeleri birbiri ardına topladılar.

-Ne yapmaya çalışıyor bunlar böyle? diye düşündü ağaç. “Neler oluyor?” Mumlar yanıp eriyor, dallara kadar küçülünce söndürülüyordu ve sonunda çocuklar ağacı talan etme iznini kopardılar. Ağacın üstüne öyle bir atıldılar ki, bütün dalları çatırdadı. Tepesindeki altın yıldızdan tavana bağlanmış olmasaydı yere yıkılırdı.

Çocuklar ellerindeki güzel oyuncaklarla etrafta dans edip duruyorlardı. Yaşlı dadıdan başka ağaçla ilgilenen kimse kalmamıştı artık. O da sadece, dalların arasında bir incir veya elma unutulmuş mu diye bakıyordu.

Çocuklar, “Hikaye isteriz, hikaye isteriz!” diye bağrıştılar ve ufak tefek, şişman bir adamı ağacın yanına doğru çekiştirdiler. Adam ağacın altına oturdu, “Şimdi yeşillikler içindeyiz ve anlatacaklarımı dinlemek bu ağaç için de çok faydalı olabilir; fakat yalnızca tek bir masal anlatacağım. Ivedy-Avedy masalını mı istersiniz, yoksa merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Yumurta Adam Humpty-Dumpty’i mi?”

Çocukların bazıları, “Ivedy-Avedy!” diye bağrıştı, bazıları ise “Yumurta Adam!”diye. Bir şamatadır gidiyordu. Yalnızca Çam Ağacı susuyor ve düşünüyordu: “Benim fikrim sorulmayacak mı? Ben hiçbir şey yapmayacak mıyım?” Ama artık onun işlevi bitmişti. Ağaç kendisinden bekleneni yerine getirmişti, hepsi buydu! Adam, merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Humpty-Dumpty’nin hikayesini anlattı. Çocuklar el çırpıp bağrıştılar: “Anlat, bir tane daha anlat!” Ivedy-Avedy masalını da dinlemek istiyorlardı ama Yumurta Adam ile yetinmek zorunda kaldılar. Çam Ağacı durgun ve düşünceliydi, ormandaki kuşlar hiç böyle bir şeyden söz etmemişlerdi. Yumurta Adam merdivenlerden düşmüş ve prensesle evlenmiş ha! “Evet, bu dünya böyle işte!” diye düşündü Çam Ağacı ve masalı anlatan adam kibar biri olduğu için anlattıklarını gerçek sandı. “Tabii, kim bilir belki ben de merdivenden düşerim ve ben de bir prensesle evlenirim,” dedi kendi kendisine. Sonra da, ertesi gün tekrar mumlarla, oyuncaklarla, yaldızlar ve meyvelerle donatılacağını düşünüp sevindi.

-Yarın titremeyeceğim! diye düşündü. “Güzelliğimin keyfini süreceğim. Yarın yine Yumurta Adam’ın hikayesini dinleyeceğim. Belki Ivedy-Avedy’ninkini bile… Böylece bütün gece boyunca sessiz ve düşünceli şekilde dikildi.
Ertesi sabah, uşak ile hizmetçi geldi.

-İhtişam yeniden başlıyor işte!” diye düşündü ağaç, ama gelenler onu sürükleyerek salondan ve sonra merdivenlerden çıkarıp tavan arasında ışıksız, kapkaranlık bir köşeye terk ettiler. “Bu da ne demek oluyor!” dedi. “Ben burada ne işim var! Burada ne dinleyeceğim şimdi?”

Duvara dayanıp öylece durdu. Düşündü, düşündü… Düşünmek için bolca zamanı vardı, çünkü günler ve geceler öylece akıp geçiyordu. Yukarı hiç kimse çıkmadı, sonunda biri göründüyse de, o da büyük kasaları bir köşeye koymak için gelmişti. Ağaç iyice arkada kalmıştı ve nerdeyse tamamen unutulmuştu.“Şimdi dışarıda kış var!” diye düşündü Çam Ağacı. “Toprak serttir ve karla kaplıdır, insanlar beni toprağa dikemezler; herhalde bu yüzden bahara kadar burada kalacağım. Ne kadar ince düşünceliler! Ne kadar da iyi insanlar! Ama keşke burası bu kadar karanlık ve ıssız olmasaydı! Küçük bir tavşan bile yok! Ormanda her yer karla kaplandığında, tavşan ne güzel zıplayarak yanımdan geçerdi. Gerçi üzerimden de atlardı ve ben o zamanlar ben bundan hiç hoşlanmazdım. Şimdi burada ne kadar korkunç bir yalnızlık var.”

O anda, minik bir fare “Mik, mik!” diyerek geldi. Peşinden bir tane daha… Çam Ağacı’nı burunlarıyla kokladılar ve sonra dallarının arasına giriverdiler.

-Feci soğuk! dedi fareler. “Burası gayet iyi sayılır! Öyle değil mi, yaşlı Çam Ağacı?”

-O kadar da yaşlı değilim! diye karşılık verdi Çam Ağacı. “Benden çok daha yaşlı olanlar var!”
-Nerelisin?” diye sordu fareler. “Neler bilirsin?” Çok meraklıydılar. “Bize dünyanın en güzel yerini anlatsana! Oraya hiç gittin mi? Hani o raflarında peynirlerin yığılı durduğu, tavanlarından jambonlar sarkan, donyağında dansettiğin ve cılız girip şişman çıktığın kiler?”

-Ben orayı bilmiyorum, dedi ağaç, “Ama güneşin pırıl pırıl parladığı, kuşların öttüğü ormanı biliyorum!

Sonra onlara gençliğinde gördüklerini anlattı . Minik fareler daha önce hiç böyle şeyler duymamışlardı. İlgiyle dinlediler ve ‘Ne çok şey görmüşsün, ne kadar da mutluymuşsun!” dediler.

-Ben mi? diye karşılık verdi Çam Ağacı ve kendi anlattıkları üzerinde şöyle bir düşündü. “Evet, aslında gerçekten çok eğlenceli günlerdi!” dedi. Sonra, kurabiyelerle ve mumlarla süslendiği o yılbaşı gecesini anlattı.

-Ooo, yaşlı Çam Ağacı, ne kadar da mutluymuşsun! dedi minik fareler.
-Hiç de yaşlı değilim!” diye cevap verdi Çam Ağacı. “Ormandan daha bu kış geldim! En güzel çağımdayım, şu an için gelişimim durmuş olsa da!”
-Her şeyi ne kadar da güzel anlatıyorsun! dedi fareler ve ertesi gece ağacın anlatacaklarını dinlemeleri için dört küçük fare daha getirdiler. Ağaç anlattıkça her şeyi daha net hatırlıyordu ve düşünüyordu: “Ne mutlu günlerdi! O zamanlar yine geri gelebilir. Yumurta Adam merdivenlerden düştüğü halde prensesle evlendi; belki ben de bir prensesle evlenebilirim!” Bunları düşünürken, ormanda yetişen küçük ve çok hoş bir huş ağacını anımsadı. Çam Ağacı için o, güzeller güzeli bir prensesti.

-Kimdir bu Yumurta Adam? diye sordu fareler.

Bunun üzerine Çam Ağacı, her kelimesini hatırladığı masalı anlattı. Fareler zevkten neredeyse ağacın tepesine sıçrayacak gibi oldular. Ertesi gece daha çok fare toplandı, hatta Pazar günü iki de büyük sıçan geldi. Ama sıçanlar, masalı hiç komik bulmadıklarını söylediler. Bu durum küçük fareleri çok üzdü, artık onlar da masalı eskisi kadar güzel bulmuyorlardı.
-Siz bir tek bu hikayeyi mi biliyorsunuz? diye sordu sıçanlar.
-Bir tek bunu biliyorum. Diye cevap verdi ağaç, “Bu benim hayatımın en mutlu akşamına ait; ama o zamanlar ne kadar mutlu olduğumu hiç düşünmemiştim.”
-Çok sıkıcı bir masal bu! Şöyle içinde et ve donyağı olan bir masal bilmiyor musunuz ya da kilerler hakkında hikayeler?”
-Hayır!” dedi ağaç.
-Peki teşekkürler öyleyse! diye cevap verdi sıçanlar ve evlerine döndüler.

Sonunda küçük fareler de gelmez oldular. Ağaç içini çekerek:

-Minik fareler etrafımda oturup anlattıklarımı dinlerken her şey ne kadar hoştu! Artık bu da geçip gitti! Ama beni buradan çıkaracakları günü hatırlayıp yeniden sevinebilirim!

Peki bu ne zaman oldu? Bir sabah vakti… İnsanlar gelip çatı katında ortalığı didiklediler. Kasaların yeri değiştirildi ve ağaç öne çekildi. Gerçi adamlar onu zemine biraz sertçe ittiler, ama hemen bir hizmetkar gelerek ağacı gün ışığının görüldüğü merdivene sürükledi.“İşte hayat yeniden başlıyor!” diye düşündü ağaç.Temiz havayı, gün ışığını hissetti.

Artık dışarıda, avludaydı. Her şey çok çabuk olmuş, ağaç kendine şöyle bir bakmayı bile unutmuştu. Etrafta göze atılacak öyle çok şey vardı ki. Avlu bir bahçeye bitişikti ve burada her şey çiçek açmıştı. Küçük çitin üzerindekı güller taptazeydiler ve mis gibi kokuyorlardı, ıhlamur ağaçları çiçek açmıştı ve kırlangıçlar etrafta ”Cik cik, sevdiğim geldi.” Diyerek uçuşuyorlardı. Söz ettikleri kişi ağaç değildi. “Yeniden yaşamaya başlayacağım!” dedi ağaç sevinçle ve dallarını yaymaya çalıştı. Ah, ne yazık ki hepsi kuruyup sararmış ve kırılganlaşmıştı. Isırganlar ile otların üzerinde bir köşede öylece yatıyordu. Altın yıldızı hala tepesinde duruyor, berrak gün ışığının altında parlıyordu.

Avluda birkaç neşeli çocuk oynuyordu, Noel gecesi ağacın etrafında danseden ve ağacın etrafında çok mutlu görünen çocuklardan bazılarıydı bunlar. En küçüklerinden biri gelip ağacın tepesindeki yıldızı çekerek kopardı.“Bakın şu eski ve çirkin Noel ağacında ne buldum!” diye bağırarak ağacın dalları üzerinde tepindi. Dallar çocuğun çizmelerinin altında çatırdıyordu. Ağaç, bahçede açan tazecik çiçeklere baktı, sonra kendine bir baktı ve çatı katındaki karanlık köşesinde olmayı diledi. Ormandaki gençliğini, o şen Noel akşamını ve Yumurta Adam’ın hikayesini keyifle dinleyen küçük fareleri…

-Geçti! Geçti gitti! dedi zavallı ağaç. “Keşke yapabiliyorken tadını çıkarsaydım bunların! Geçti artık!”

Derken bir çalışan geldi ve baltasıyla ağacı küçük parçalara böldü. Artık orada bir odun yığını vardı. Kocaman bir kazanın altında alev alev yanmaya başlamıştı. Derin derin iç çekiyor, her inleyişi küçük bir vuruşu andırıyordu. O yüzden oynarken bu sesleri duyan çocuklar koşup geldiler ve ateşin önüne oturdular. Ona bakarak “Çat! Pat!” diye bağrıştılar. Aslında çektiği her bir ah ile ağaç, ormandaki bir yaz gününü, yıldızların ışıldadığı bir kış gecesini düşünüyordu. O Noel akşamını, dinlediği ve anlatabildiği tek masal olan Yumurta Adam’ı düşündü. Böylece yandı, bitti, kül oldu.

Çocuklar avluda oynuyorlardı. En küçükleri göğsüne, ağacın hayatının en mutlu gecesinde taşıdığı altın yıldızı takmıştı. O gece çoktan geçmişti, ağaç artık yoktu ve onunla birlikte hikayesi de sona ermişti. Bütün hikayeler gibi…

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

Kaynak: https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/grantraeet

 

sallanan at

 

The Fir Tree

Out in the woods stood such a pretty little fir tree. It grew in a good place, where it had plenty of sun and plenty of fresh air. Around it stood many tall comrades, both fir trees and pines.

The little fir tree was in a headlong hurry to grow up. It didn’t care a thing for the warm sunshine, or the fresh air, and it took no interest in the peasant children who ran about chattering when they came to pick strawberries or raspberries. Often when the children had picked their pails full, or had gathered long strings of berries threaded on straws, they would sit down to rest near the little fir. “Oh, isn’t it a nice little tree?” they would say. “It’s the baby of the woods.” The little tree didn’t like their remarks at all.

Next year it shot up a long joint of new growth, and the following year another joint, still longer. You can always tell how old a fir tree is by counting the number of joints it has.

“I wish I were a grown-up tree, like my comrades,” the little tree sighed. “Then I could stretch out my branches and see from my top what the world is like. The birds would make me their nesting place, and when the wind blew I could bow back and forth with all the great trees.”

It took no pleasure in the sunshine, nor in the birds. The glowing clouds, that sailed overhead at sunrise and sunset, meant nothing to it.

In winter, when the snow lay sparkling on the ground, a hare would often come hopping along and jump right over the little tree. Oh, how irritating that was! That happened for two winters, but when the third winter came the tree was so tall that the hare had to turn aside and hop around it.

“Oh, to grow, grow! To get older and taller,” the little tree thought. “That is the most wonderful thing in this world.”

In the autumn, woodcutters came and cut down a few of the largest trees. This happened every year. The young fir was no longer a baby tree, and it trembled to see how those stately great trees crashed to the ground, how their limbs were lopped off, and how lean they looked as the naked trunks were loaded into carts. It could hardly recognize the trees it had known, when the horses pulled them out of the woods.

Where were they going? What would become of them?

In the springtime, when swallows and storks came back, the tree asked them, “Do you know where the other trees went? Have you met them?”

The swallows knew nothing about it, but the stork looked thoughtful and nodded his head. “Yes, I think I met them,” he said. “On my way from Egypt I met many new ships, and some had tall, stately masts. They may well have been the trees you mean, for I remember the smell of fir. They wanted to be remembered to you.”

“Oh, I wish I were old enough to travel on the sea. Please tell me what it really is, and how it looks.”

“That would take too long to tell,” said the stork, and off he strode.

“Rejoice in your youth,” said the sunbeams. “Take pride in your growing strength and in the stir of life within you.”

And the wind kissed the tree, and the dew wept over it, for the tree was young and without understanding.

When Christmas came near, many young trees were cut down. Some were not even as old or as tall as this fir tree of ours, who was in such a hurry and fret to go traveling. These young trees, which were always the handsomest ones, had their branches left on them when they were loaded on carts and the horses drew them out of the woods.

“Where can they be going?” the fir tree wondered. “They are no taller than I am. One was really much smaller than I am. And why are they allowed to keep all their branches? “Where can they be going?”

“We know! We know!” the sparrows chirped. “We have been to town and peeped in the windows. We know where they are going. The greatest splendor and glory you can imagine awaits them. We’ve peeped through windows. We’ve seen them planted right in the middle of a warm room, and decked out with the most splendid things-gold apples, good gingerbread, gay toys, and many hundreds of candles.”

“And then?” asked the fir tree, trembling in every twig. “And then? What happens then?”

“We saw nothing more. And never have we seen anything that could match it.”

“I wonder if I was created for such a glorious future?” The fir tree rejoiced. “Why, that is better than to cross the sea. I’m tormented with longing. Oh, if Christmas would only come! I’m just as tall and grown-up as the trees they chose last year. How I wish I were already in the cart, on my way to the warm room where there’s so much splendor and glory. Then-then something even better, something still more important is bound to happen, or why should they deck me so fine? Yes, there must be something still grander! But what? Oh, how I long: I don’t know what’s the matter with me.”

“Enjoy us while you may,” the air and sunlight told him. “Rejoice in the days of your youth, out here in the open.”

But the tree did not rejoice at all. It just grew. It grew and was green both winter and summer-dark evergreen. People who passed it said, “There’s a beautiful tree!” And when Christmas time came again they cut it down first. The ax struck deep into its marrow. The tree sighed as it fell to the ground. It felt faint with pain. Instead of the happiness it had expected, the tree was sorry to leave the home where it had grown up. It knew that never again would it see its dear old comrades, the little bushes and the flowers about it-and perhaps not even the birds. The departure was anything but pleasant.

The tree did not get over it until all the trees were unloaded in the yard, and it heard a man say, “That’s a splendid one. That’s the tree for us.” Then two servants came in fine livery, and carried the fir tree into a big splendid drawing-room. Portraits were hung all around the walls. On either side of the white porcelain stove stood great Chinese vases, with lions on the lids of them. There were easy chairs, silk-covered sofas and long tables strewn with picture books, and with toys that were worth a mint of money, or so the children said.

The fir tree was planted in a large tub filled with sand, but no one could see that it was a tub, because it was wrapped in a gay green cloth and set on a many-colored carpet. How the tree quivered! What would come next? The servants and even the young ladies helped it on with its fine decorations. From its branches they hung little nets cut out of colored paper, and each net was filled with candies. Gilded apples and walnuts hung in clusters as if they grew there, and a hundred little white, blue, and even red, candles were fastened to its twigs. Among its green branches swayed dolls that it took to be real living people, for the tree had never seen their like before. And up at its very top was set a large gold tinsel star. It was splendid, I tell you, splendid beyond all words!

“Tonight,” they all said, “ah, tonight how the tree will shine!”

“Oh,” thought the tree, “if tonight would only come! If only the candles were lit! And after that, what happens then? Will the trees come trooping out of the woods to see me? Will the sparrows flock to the windows? Shall I take root here, and stand in fine ornaments all winter and summer long?”

That was how much it knew about it. All its longing had gone to its bark and set it to arching, which is as bad for a tree as a headache is for us.

Now the candles were lighted. What dazzling splendor! What a blaze of light! The tree quivered so in every bough that a candle set one of its twigs ablaze. It hurt terribly.

“Mercy me!” cried every young lady, and the fire was quickly put out. The tree no longer dared rustle a twig-it was awful! Wouldn’t it be terrible if it were to drop one of its ornaments? Its own brilliance dazzled it.

Suddenly the folding doors were thrown back, and a whole flock of children burst in as if they would overturn the tree completely. Their elders marched in after them, more sedately. For a moment, but only for a moment, the young ones were stricken speechless. Then they shouted till the rafters rang. They danced about the tree and plucked off one present after another.

“What are they up to?” the tree wondered. “What will happen next?”

As the candles burned down to the bark they were snuffed out, one by one, and then the children had permission to plunder the tree. They went about it in such earnest that the branches crackled and, if the tree had not been tied to the ceiling by the gold star at top, it would have tumbled headlong.

The children danced about with their splendid playthings. No one looked at the tree now, except an old nurse who peered in among the branches, but this was only to make sure that not an apple or fig had been overlooked.

“Tell us a story! Tell us a story!” the children clamored, as they towed a fat little man to the tree. He sat down beneath it and said, “Here we are in the woods, and it will do the tree a lot of good to listen to our story. Mind you, I’ll tell only one. Which will you have, the story of Ivedy-Avedy, or the one about Humpty-Dumpty who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess?”

“Ivedy-Avedy,” cried some. “Humpty-Dumpty,” cried the others. And there was a great hullabaloo. Only the fir tree held its peace, though it thought to itself, “Am I to be left out of this? Isn’t there anything I can do?” For all the fun of the evening had centered upon it, and it had played its part well.

The fat little man told them all about Humpty-Dumpty, who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess. And the children clapped and shouted, “Tell us another one! Tell us another one!” For they wanted to hear about Ivedy-Avedy too, but after Humpty-Dumpty the story telling stopped. The fir tree stood very still as it pondered how the birds in the woods had never told it a story to equal this.

“Humpty-Dumpty tumbled downstairs, yet he married the Princess. Imagine! That must be how things happen in the world. You never can tell. Maybe I’ll tumble downstairs and marry a princess too,” thought the fir tree, who believed every word of the story because such a nice man had told it.

The tree looked forward to the following day, when they would deck it again with fruit and toys, candles and gold. “Tomorrow I shall not quiver,” it decided. “I’ll enjoy my splendor to the full. Tomorrow I shall hear about Humpty-Dumpty again, and perhaps about Ivedy-Avedy too.” All night long the tree stood silent as it dreamed its dreams, and next morning the butler and the maid came in with their dusters.

“Now my splendor will be renewed,” the fir tree thought. But they dragged it upstairs to the garret, and there they left it in a dark corner where no daylight ever came. “What’s the meaning of this?” the tree wondered. “What am I going to do here? What stories shall I hear?” It leaned against the wall, lost in dreams. It had plenty of time for dreaming, as the days and the nights went by. Nobody came to the garret. And when at last someone did come, it was only to put many big boxes away in the corner. The tree was quite hidden. One might think it had been entirely forgotten.

“It’s still winter outside,” the tree thought. “The earth is too hard and covered with snow for them to plant me now. I must have been put here for shelter until springtime comes. How thoughtful of them! How good people are! Only, I wish it weren’t so dark here, and so very, very lonely. There’s not even a little hare. It was so friendly out in the woods when the snow was on the ground and the hare came hopping along. Yes, he was friendly even when he jumped right over me, though I did not think so then. Here it’s all so terribly lonely.”

“Squeak, squeak!” said a little mouse just then. He crept across the floor, and another one followed him. They sniffed the fir tree, and rustled in and out among its branches.

“It is fearfully cold,” one of them said. “Except for that, it would be very nice here, wouldn’t it, you old fir tree?”

“I’m not at all old,” said the fir tree. “Many trees are much older than I am.”

“Where did you come from?” the mice asked him. “And what do you know?” They were most inquisitive creatures.

“Tell us about the most beautiful place in the world. Have you been there? Were you ever in the larder, where there are cheeses on shelves and hams that hang from the rafters? It’s the place where you can dance upon tallow candles-where you can dart in thin and squeeze out fat.”

“I know nothing of that place,” said the tree. “But I know the woods where the sun shines and the little birds sing.” Then it told them about its youth. The little mice had never heard the like of it. They listened very intently, and said, “My! How much you have seen! And how happy it must have made you.”

“I?” the fir tree thought about it. “Yes, those days were rather amusing.” And he went on to tell them about Christmas Eve, when it was decked out with candies and candles.

“Oh,” said the little mice, “how lucky you have been, you old fir tree!”

“I am not at all old,” it insisted. “I came out of the woods just this winter, and I’m really in the prime of life, though at the moment my growth is suspended.”

“How nicely you tell things,” said the mice. The next night they came with four other mice to hear what the tree had to say. The more it talked, the more clearly it recalled things, and it thought, “Those were happy times. But they may still come back-they may come back again. Humpty-Dumpty fell downstairs, and yet he married the Princess. Maybe the same thing will happen to me.” It thought about a charming little birch tree that grew out in the woods. To the fir tree she was a real and lovely Princess.

“Who is Humpty-Dumpty?” the mice asked it. So the fir tree told them the whole story, for it could remember it word by word. The little mice were ready to jump to the top of the tree for joy. The next night many more mice came to see the fir tree, and on Sunday two rats paid it a call, but they said that the story was not very amusing. This made the little mice to sad that they began to find it not so very interesting either.

“Is that the only story you know?” the rats asked.

“Only that one,” the tree answered. “I heard it on the happiest evening of my life, but I did not know then how happy I was.”

“It’s a very silly story. Don’t you know one that tells about bacon and candles? Can’t you tell us a good larder story?”

“No,” said the tree.

“Then good-by, and we won’t be back,” the rats said, and went away.

At last the little mice took to staying away too. The tree sighed, “Oh, wasn’t it pleasant when those gay little mice sat around and listened to all that I had to say. Now that, too, is past and gone. But I will take good care to enjoy myself, once they let me out of here.”

When would that be? Well, it came to pass on a morning when people came up to clean out the garret. The boxes were moved, the tree was pulled out and thrown-thrown hard-on the floor. But a servant dragged it at once to the stairway, where there was daylight again.

“Now my life will start all over,” the tree thought. It felt the fresh air and the first sunbeam strike it as if it came out into the courtyard. This all happened so quickly and there was so much going around it, that the tree forgot to give even a glance at itself. The courtyard adjoined a garden, where flowers were blooming. Great masses of fragrant roses hung over the picket fence. The linden trees were in blossom, and between them the swallows skimmed past, calling, “Tilira-lira-lee, my love’s come back to me.” But it was not the fir tree of whom they spoke.

“Now I shall live again,” it rejoiced, and tried to stretch out its branches. Alas, they were withered, and brown, and brittle. It was tossed into a corner, among weeds and nettles. But the gold star that was still tied to its top sparkled bravely in the sunlight.

Several of the merry children, who had danced around the tree and taken such pleasure in it at Christmas, were playing in the courtyard. One of the youngest seized upon it and tore off the tinsel star.

“Look what is still hanging on that ugly old Christmas tree,” the child said, and stamped upon the branches until they cracked beneath his shoes.

The tree saw the beautiful flowers blooming freshly in the garden. It saw itself, and wished that they had left it in the darkest corner of the garret. It thought of its own young days in the deep woods, and of the merry Christmas Eve, and of the little mice who had been so pleased when it told them the story of Humpty-Dumpty.

“My days are over and past,” said the poor tree. “Why didn’t I enjoy them while I could? Now they are gone-all gone.”

A servant came and chopped the tree into little pieces. These heaped together quite high. The wood blazed beautifully under the big copper kettle, and the fir tree moaned so deeply that each groan sounded like a muffled shot. That’s why the children who were playing near-by ran to make a circle around the flames, staring into the fire and crying, “Pif! Paf!” But as each groans burst from it, the tree thought of a bright summer day in the woods, or a starlit winter night. It thought of Christmas Eve and thought of Humpty-Dumpty, which was the only story it ever heard and knew how to tell. And so the tree was burned completely away.

The children played on in the courtyard. The youngest child wore on his breast the gold star that had topped the tree on its happiest night of all. But that was no more, and the tree was no more, and there’s no more to my story. No more, nothing more. All stories come to an end.

http://www.andersen.sdu.dk/vaerk/hersholt/TheFirTree_e.html

sallanan at

Noel Tatili Başladı

Fındıkkıran'ı Okurken

Noel tatili başladı. Kedimiz Pusu omurgasını incittigi ve yeni ameliyat olduğu için bu seneki tatil planlarımı ertelemek zorunda kaldım. Günlerim merhem, kafalık, mama, kontrol, bandaj ve ilaç kelimelerinin özeti gibi olsa da, arada okuyacak ve arkadaşlarımla sohbet edecek zamanı bulduğum için gerçekten şanslıyım. Kedimin iyileşmesi benim için en güzel yılbaşı hediyesi olacak.

Pusu İyileşiyorNoel tatili süresince Masal Penceresi’nde iki güzel masal yayımlamayı hedefliyorum. Çevirileri henüz bitirmediğim için adları şimdilik gizli kalsın. Aslında Changeling masallarıyla ilgili yazımın ikinci bölümünü hazırlamak istiyordum, ama araya giren Noel burada gerçekten çok önemli bir bayram. Hem hayatımızın akışını etkilediği hem de bu bayrama ve yılbaşına dair es geçmek istemediğim çok güzel masallar olduğu için araya birkaç yazı sıkıştırmak uygun olur diye düşündüm.Pinokyo Çelenk Yaparken

Noel’i kutlayan ya da bu dönemde tatil yapan herkese en iyi dileklerimi gönderiyorum. Umarım güzel bir tatil geçiriyorsunuzdur. Sürpriz masalları okumak istiyorsanız önümüzdeki günlerde Masal Penceresi’ne bakmayı unutmayın.

Yakında Görüşmek Üzere,

Eylem Rosseland <3

Fındıkkıran ve Sallanan At

 

Not: Tatlı Muppet Show kuklaları ve melek sesli Andrea Bocelli’nin birlikte hazırladıkları gösteri gerçekten harika. Sizlerle paylaşmadan edemedim. Umarım seversiniz.

 

 

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı (1. Bölüm)

Bir Hırsızlık Masalı

Varlığı insanınkine paralel şekilde uzanan masallar, yüzyıllardır köylülerin dillerinden dokumacı kadınların ipliklerine, soyluların salonlarından masal toplayıcılarının kalemlerine, çocuk kitaplarının raflarından yepyeni sanat dallarına yolculuk ediyor. Her yeni anlatımda yeniden doğan, yeniden serpilip büyüyen ve yeniden şekillenen masallar, bugün hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda.Vintage-Floral-WreathDarkFairyHer ne kadar Disney’in, şiddetten ve karanlık yüzünden arındırılıp şeker pembesine boyanmış masal filmleri nedeniyle bu tür, birçok insan için romantik ve gerçek dışı bir mutluluğun sembolu haline gelmiş olsa da, ona biraz daha yakından baktığımızda, gülümseyen süslerinin ve ışıldayan güzelliğinin ardında insanın tüm gerçekliğini ve hayatın bütün acılarını katmanlar halinde sakladığını görürüz. Tüm kayıpları ve yoksunlukları, uğradığı haksızlıklar, tanık olduğu tacizler, geçirdiği travmalar arasında olgunlaşırken kendisini çiçek ve baharat kokularıyla, parlak mücevherlerle, sevgiyle, aşkla, umutla, renk renk giysilerle süsleyen insanoglu gibi. Güzellik ve çirkinliğin birbirine sarıldığı, iyilikle kötülüğün bazen karışarak, bazense akıntıyla birbirinden ayrılarak yolunu bulduğu, hayattan türediğinden olacak, hep değişen ve yaşına inat hiç eskimeyen masallarımız… Umutlu ve umutsuz iki noktanın arasında, güzeli öpmek, yumuşak kediye sarılmak, mis kokan kahveyi yudumlamak, kremalı kekten bir lokma almak, içli bir şiiri okumak kadar ihtiyaç. Hayatın ta kendisi…Vintage-Floral-WreathAlchetronHepimizin bildiği gibi bu tür, içinde çok çeşitli alt türleri ve biçimleri barındırıyor. Yazımın devamında sizlere masal kelimesiyle özdeşleştirmeyi en çok sevdiğimiz peri hikayelerinden ve perilerden söz etmek istiyorum. Peri deyince aklımıza daha çok insanlara iyilik yapma amacıyla var olan sihirli kadınlar gelse de perilerin icinde var oldukları kültürleri yansıtan çok çeşitli fonksiyonları var. O sepeble de İrlanda, Britanya ve muhtemelen daha birçok coğrafyada hikayeleri anlatılan periler, karşımıza aslında alışkın olduğumuzdan çok daha değişik karakterlerde çıkabiliyor. İrlanda ve Britanya masallarında çokça rastladığımız, kendilerine saygı duymayan ya da yanlış davranan insanları cezalandırmaktan, yeri geldiğinde onlara acı verici dersler vermekten çekinmeyen bu tekinsiz yaratıkların var olma amacı insanların dileklerini yerine getirmek için yaşayan, kabarık etekli ve tül kanatlı meleksi kadınlarınkinden biraz daha farklı.
İki bölümden oluşan bu yazı tam da böyle, Disney filmlerinde karşılaştıklarımızdan daha karanlık ve ürkütücü bir profil çizen perileri konu alıyor; yani hırsız perileri ve Changeling hikayelerini. Sinemacılar eserlerinde, kötüler tarafından çalınan daha doğrusu değiş tokuş edilen çocukları ya da kaybedilenin yerine sunulan alternatifleri işlemeyi seviyor. Sinemada hem daha gerçekçi hem aynı derecede büyülü şekilde yorumlanmış çeşitli örnekler bulmak mümkün. Elbette Changeling masallarının temeli de onu yaratan insanların geçmisteki inançlarına ve hikayelerine dayandığı için yaratıcı çalışmalarda bu konuya rastlamak şaşırtıcı değil.Vintage-Floral-WreathThe Captive RobinChangeling, yani değiş tokuş hikayesine göre periler, insanlardan cok da uzak olmayan kendilerine ait bir alanda yaşarlar ve onlarla aralarındaki ilişkiyi son derece mesafeli tutarlar. Çoğunlukla insanlara kendilerini göstermekten hoşlanmayan bu gizemli varlıklar, yeri geldiğinde hırsızlık ve haksızlık yapmaktan kaçınmazlar. Farkli coğrafyalarda cin, nisse, peri gibi farklı adlarla varolan bu tuhaf yaratıklar bazen insanların bebeklerine göz koyarlar ve bir bebek kaçırdıkları zaman yerine kendilerinden birini bırakmayı ihmal etmezler. İşte Changeling bu masal tipinde çalınan bebeğin yerine anneye verilen hasta, çirkin ya da istenmeyen peri bebeğe deniyor. Bazı hikayelerde insan bebekle değiştirilen varlık, cansız bir nesne ya da periler toplumunda artık istenmediği için insanların arasına gönderilen bir karakter de olabiliyor. Masalda anne yaşadığı kabusu herkese ifade edemese de elbette bebeğinin değiştirildiğini ve beşikte yatanın kendisine ait olmadığını anlıyor ve bu varlığın kendi çocuğu olmadığını biliyor. Masalın gidişatına göre bir takım görevler yerine getirerek bebeğine yeniden kavuşuyor ya da onu sonsuza kadar kaybediyor. Kimi araştırmacılara göre Changeling masalları doğumu takip eden süreçte depresyona giren, dünyaya getirdiği bebekle umduğu anne çocuk bağını kuramayan ve belki çocuğunu reddeden, ona zarar veren annelerin hikayelerine dayanıyor. Bilimin bugünkü kadar yolumuzu aydınlatamadığı dönemlerde, ansızın gerçekleşen bebek kayıplarını ve hastalıklarını hurafelerle ve peri hikayeleriyle açıklayan ya da kayıplarını tıpkı şarkılarla, türkülerle olduğu gibi masalların metaforik anlatımlarıyla da dile dökme gereksinimi duyan insanları anlamak zor değil. Sihirle ve gerçek üstü motiflerle bezeli masalların ardındaki gerçekleri ararken insan psikolojisini hedef alan bir perspektif tercih eden veya sinema ve halk masalları arasındaki bağlantı hakkında araştırma yapmak isteyen öğrenciler için değiş tokuş konusu güzel ve ilginç bir çalışma alanı yaratabilir diye düşünüyorum.

Changeling kelimesinin folklorik anlamı hakkında çok düşünmesek bile, muhtemelen çoğumuz iki ünlü sinema filmi nedeniyle bu kelimeye daha önceden aşinayız. Yazımın devamında sizlere bu ikisi de dahil olmak üzere bu tip masallardan esinlenilerek çekilmiş birkaç filmden söz etmek istiyorum. Bunlardan en çok bilineni Clint Eastwood tarafından 2008 yılında çekilmiş olan ve başrolünde Angelina Jolie’yi gördüğümüz Sahtekar. Vintage-Floral-Wreath

Changeling / Sahtekar
Sahtekar-ChangelingFilm, 1920’li yıllarda dokuz yaşındaki kayıp oğlunu arayan yalnız bir annenin hikayesini anlatıyor. Hikayeye göre polis çocuğunu arayan kadına yardım edemeyip zor durumda kalınca, olayın üstünü örtmek amacıyla ona kendisine ait olmayan bir çocuk verir. Jolie’nin canlandırdığı Christine Collins karakteri ne kadar itiraz etse de bu çocuğun kendisine ait olmadığını uzun süre ispatlayamaz. Böylece kendi oğluna ulaşmak için sahip olduğu şans azalır. Film gerçek bir hikayeden esinlenilerek çekilmiş ve insanın damağında buruk bir tat, kalbinde karanlık bir nokta bırakarak bitiyor. Üzüntü, haksızlığa tahammülsüzlük, ölümün uyandırdığı karanlık yas ve umutsuzluk hissi içinizden sızıp gününüzü ve gecenizi sarıyor. İzlediklerim arasında Angelina Jolie’nin oyunculuğunu inandırıcı bulduğum tek film bu sanırım. Türkçe’ye sahtekar adıyla çevrilmesi bence çok şaşırtıcı.
Buraya tıklayarak film hakkında film hakkında daha çok bilgi edinebilirsiniz.
Vintage-Floral-Wreath

The Changeling / Dehşet
TheChangeling-DehşetChangeling adını taşıyan ikinci filmse aslında daha eski, 1980 yılından Peter Medak’a ait bir korku filmi. Kızını ve karısını bir trafik kazasında kaybeden ünlü bir kompozitor, müzik çalışmalarına devam etmek için, arkadaşlarının önerisiyle çok büyük, tarihi bir köşke taşınır; ancak bu güzel ve görkemli ev, içinde korkunç bir sır saklamaktadır. Ben bu filmi, tipik perili ev hikayelerinden daha farklı bir derinliğe sahip, duygusal bir gerilim filmi olarak algıladım. Devamını anlatarak henüz izlememiş okurlarımın hevesini kaçırmak istemiyorum. Hayalet ve perili ev hikayelerini seviyorsanız, ani seslerle oturduğunuz yerde zıplamak yerine atmosferik, içinize işleyen filmlerden hoşlanıyorsanız, bu tür yapıtların en güzellerinden biri olan The Changeling‘i mutlaka izlemenizi öneririm. Tıpkı masallarda olduğu gibi, bu filmde de korkunç bir trajediyi, şahane bir anlatımla ve dekorla süslenmiş buluyoruz. Film hakkında biraz daha bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz.Vintage-Floral-Wreath

The Daisy Chain / Daisy’nin Dehşeti
The Daisy Chain-Daisy'nin DehşetiThe Daisy Chain ile birlikte Changeling hikayelerinin anavatanı diyebileceğimiz İrlanda’ya gidiyoruz. Muhteşem bir doğanın ev sahipliği yaptığı bu enteresan filmin konusu diğerlerinden biraz daha farklı ve bence orjinal değiş tokuş masallarına biraz daha çok benziyor.
Hikayemizin odak noktasında, bebeklerini kaybettikten sonra yaşadıkları şehir Londra’yı terkedip İrlanda kıyılarına yerleşen Martha ve Tomas Conroy var. Genç çift İrlanda’daki yeni düzenlerine adapte olmaya çalışır ve ikinci bebeklerinin doğumuna hazırlanırken yaşamlarına önce erkek kardeşini sonra ebeveynlerini kaybeden Daisy adında küçük bir kız çocuğu giriyor. Ailesini ve evini kaybetmiş bu özel çocuğa sahip çıkmaya karar veren çifti hoşlarına gitmeyecek sürprizler bekliyor.

Filmin imdb linki burada.

Vintage-Floral-WreathLabyrinth/Labirent

LabyrinthLabirent sizlere söz ettiklerim içinde çocukların izleyebilecegi tek film. Elbette bu film de çok küçük çocuklara uygun sayılmaz; ancak en azından korku filmi kategorisinde değil. Labirent resmen, Muppet Show ve Susam Sokağı’nın yaratıcısı Jim Henson masalsı bir sinema filmi çekseydi nasıl olurdu diye merak edenler için cevap niteliğinde bir eser olmuş. Başrolleri paylaşan David Bowie ve Jennifer Connelly, 1986 yılına ait bu tatlı müzikali çekerlerken, çok eğlenmişlerdir eminim. Muppet Show’unkileri andıran komik diyalogları takip ederken araya giren şahane müziklerle izleyici adeta kendisini seksenli yılların kucağında, David Bowie’nin ninnileriyle sallanırken buluyor. Maurice Sendak’in Outside Over There adlı kitabindan esinlenilerek çekilmiş bu yapımda Bowie’yi kırpık saçları, parlak pelerini ve taytıyla goblinlerin kralı Jareth rolünde görüyoruz. Hikayeye göre, goblinler, henüz minicik bir bebek olan kardeşi Toby’e bakmaktan hiç keyif almayan ve isyankar bir tavır içinde ondan kurtulmak isteyen on beş yaşındaki Sarah’ın dileğini duyarlar ve minik bebeği yatağından alıp götürürler. Kardeşinin gerçekten goblinler tarafından kaçırıldığını farkeden Sarah, yaptığına çok pişman olur ve Toby’i geri getirmek için yola düşer.

Ben Labirent‘i, Maurice Sendak hakkında araştırma yaparken buldum ve bir Cumartesi akşamımı ona ayırdım. On iki yaşına geri dönmek için insanın bir zaman makinesi sahibi olmasına gerek yokmuş. Eski bir filmin, portakallı gazoz ve bir kase çerezin de zamanı geriye götürme yetisine sahip olduğunu Labirent sayesinde öğrenmiş oldum.

Filmin, Sendak’ın bir kitabından esinlenilerek çekildiğine değinmiştim. Aslında goblin kuklaların hemen hepsi yine yazarın Vahşi Şeyler Ülkesinde adlı kitabında yer alan canavarlardan esinlenilerek yaratılmışa benziyor. Zaten yapımın ilk sahnelerinde, Sarah’ın odasında kitabın bir kopyasını görmek de mümkün.

Yazının ikinci bölümünde sizlere Outside Over There ve Changeling konusunu işleyen diğer birkaç edebiyat eserinden bahsetmek istiyorum. Uzun bir aradan sonra böyle bir yazı hazırlamak benim için bir zevkti. Umarım sizler de biraz olsun keyif alarak okumuşsunuzdur.

Sevgilerimle,

Eylem Rosseland

Vintage-Floral-Wreath

Londra’dan bir bavul kitapla döndüm!

Holland Park'ta bir gül bahçesi 0

Holland Park’ta bir gül bahçesi

Bu fotoğrafa ne zaman baksam, kendimi küçük Alice gibi hissediyorum. Londra’ya gittiğimizde kaldığımız güzeller güzeli tarihi evin giriş katındaki koridorda çekmiştim bu fotoğrafı. O an Harikalar Diyarı’ndaki gül bahçesini gördüğümü sanmıştım. Minicik kapıdan giren ve sanki çiçeklerin nefesini iceriye taşıyan tazecik havayı, cep telefonuyla çekilmiş bu fotoğrafa ekleyemsem de, her baktığımda özlemle hatırlıyorum. Bu ev ve mekan benim için bütün karmaşalardan ve kötülüklerden kaçıp sığınılabilecek güzellik ve gizem dolu bir masal sahnesi gibi.

Holland Park'ta arka bahçe 2

Arka bahçe

 

Bahçe elbette her mevsim bu kadar renkli görünmüyor. Kışları bütün semte bir hüzün yerleşmek istese de noel süsleri ve okul çocuklarının cıvıltıları bu melankolik havayı süpürüp götürmeye yetiyor. Ayrıca biz kışları çok daha karanlık bir coğrafyadan gittiğimiz için olacak, Londra bize her zaman biraz bahar gibi geliyor.

Holland Park'ta bahçe 3

Arka bahçe

robin

Bavuldaki Kedi1

Bavuldaki Kedi

Aslında yaz sonunda doğum günümü kutlamak için gittiğimiz Londra’dan bir bavul kitapla döneli aylar oldu. Eve döner dönmez bizim evin en güzeli hemen kitapla dolu valizin içine yattı. Bize bir mesaj vermeye çalıştığı çok açıktı. Evden çıkacağı zamanlar gücünün son damlasına kadar direnme huyu olmasaydı, bir dahaki gezimizde bize katılmak istediğini düşünebilirdim. Sanırım sadece tekrar uzağa gitmemizi istemediğini anlatmaya çalışıyordu. Bu yazıyı uzun zaman önce yazmaya niyetlenmiştim; ancak yazacak diğer şeyler artınca, blog için zaman ayırmak lüks gibi gelmeye başladığı için Londra gezisi hakkında yazacaklarımı sürekli erteledim. Noel tatili gelince nihayet ihtiyacım olan motivasyonu da bulmuş oldum. Bu yıl kar taneleri, buralardan sıkılmış olacaklar, yeni yılı kutlamak için batı Turkiye’ye tatile gitmişler. Hava şu an buz gibi olsa da, burada tek bir beyaz kar tanesi bile yok. Karanlıkta en ufak bir ışık dokunuşuyla bile gümüş simler gibi ışıl ışıl ışıldayan karları özlemiyor değilim. Neyse ki çok yakında baharın ilk aylarına kadar dek gitmemek üzere geleceğinden eminim.

London Eye Dönerken

London Eye Dönerken

 

Swiss Chalet in St James's Park London

Swiss Chalet – St James’ Park

St James Park

St James’ Park

Londra bana tarihiyle, mimarisiyle, romantik park ve bahçeleriyle ve ucuz kitap satan sahaflarıyla bir masal şehri gibi geliyor. O sebeple Masal Penceresi bir gezi sayfası olmamasına rağmen bu güzel şehir bu sayfada kendisine yer açtı. Londra’ya gittiğimizde en çok peşine düştüğüm şey genellikle resimli kitaplar oluyor. Şimdiye kadar bu şehirden hep birbirinden güzel kitaplarla döndüm. Bu son gezi de farklı olmadı. Hem anılarım canlı kalsın hem de çektiğim fotoğrafların bazıları kaynak olarak burada dursun diye güzel Londra ile ilgili mütevazi ve kişisel bir yazı yazmaya karar verdim. Oslo’dan gidince Londra gerçekten çok kalabalık ve büyük geliyor insana. Yine de hem büyüklüğünü, hem karışıklığını hem de renklerini çok seviyorum. Biz hep gezmeye gittiğimiz için çalışan bir insan olarak orada yaşamanın nasıl olduğunu hayal etmekte zorlanıyorum. İnsanlar hep çok meşgul ve koşuşturma içindeymis gibi geliyor bana. Biz o karmaşanın içinde kendimize ayırdığımız kısıtlı süreyi mümkün olduğunca sakin ama verimli geçirmeye çalışıyoruz. Her ziyaretimizde rituel gibi aksatmadan yaptığımız etkinikler var.

robinHolland Park

Holland Park 2

Holland Park

Kaldığımız ev Kensington bölgesindeki Holland Park semtinde olduğu için en çok zaman geçirdiğimiz yer bu semt. Semt adını içindeki güzeller güzeli parktan alıyor. Bu park bizim favori mekanımız. Sadece içinden geçmek bile büyük bir keyif. Sonbaharda ve yağmurlu havalarda büründüğü hava ayrı güzel, kışın rengarenk kuşlarla ve sincaplarla neşelenen kuru dallı ağaçları ayrı güzel. Yazın yemyeşil ve insan cıvıltılarıyla dolu hali bambaşka bir güzellikte görünüyor. Parkın sakinleri olan sincapları beslemek için ceplerinı fındık fıstıkla doldurup gelen bir sürü insan var. O yüzden olacak, sincapların hemen hepsi tombişler ve aynı zamanda çok insancıllar. Bu güzel parkın içinde davet mekanı ya da sanat galerisi olarak kullanılan çok guzel eski bir sera, The Orangery, bulunuyor. Her gidişimizde kapalı olan bu mekanı bir gün ziyaret etmeyi ve kocaman bronz heykellerle süslenmiş bu güzel binanın havasını koklamayı çok istiyorum. Bu mekanla bitişik Belvedere adında bir adet Fransız restoranı ve parkın içinde yine büyükçe bir hostel var.

Holland Park'ta tombiş bir sincap

Holland Park’ta tombiş bir sincap

Kyoto Garden - Holland Park 2

Kyoto Garden – Holland Park

Kyoto Garden - Holland Park 3

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

Kyoto Garden - Holland Park 5

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

 

 

 

Lord Holland'ın heykeli - Holland ParkAslında parkın büyük kısmı, daha önce Holland House ya da Cope Şatosu adıyla bilinen ve Alman saldırısından sonra harabeye dönen güzelim tarihi binaya aitmiş. Yazları burada Opera Holland Park’ın gösterilerini izlemek mümkün. Küçük ve güzel bir Japon bahçesi olan Kyoto Garden ve içindeki iri balıklar da bence buranın görülmeye değer noktalarından. Ayrıca parkın tam ortasında, Lord Holland’ın kocaman bir heykeli var. Bu heykel bir bakıma parkta kaybolmanızı önlüyor. Işıklandırılmaması ve akşamları girişlerin kapatılması buraya ayrı bir hava katıyor bence. Bir kere hava karardığında içinden geçtikten sonra neden akşam saatlerinde parkın kapılarını kapatmayı tercih ettiklerini anladım. Karanlık, ıssız ve kocaman bir orman gibi hem çok güzel hem de bir o kadar ürkütücü.

Kensington High Street

Kensington High Street

Cafe Aubaine'de kahve molası- Kensington High Street

Cafe Aubaine’de kahve molası- Kensington High Street

Holland Park’ın bir ucu, iki yanı mağazalarla kafe ve restoranlarla süslenmiş geniş bir cadde olan Kensington High Street’e çıkıyor. Burada aklımıza gelebilecek hemen hemen bütün mağazalar var. Caddede aynı zamanda bir metro durağı da mevcut. Metro bize çok kalabalık ve havasız geldiği için hemen hemen hiç kullanmıyoruz. Otobüste en azından etrafı görme şansımız oluyor. Holland Park, Notting Hill’e de çok yakın olduğu için bu semti gezmek ve Portobello Caddesi’ndeki Geil’s Artisan fırınına uğramak bizim rutinlerimizden biri oldu. O muhteşem brownielerden tatmak için daha uzağa da gidilir gerçi. Her ziyarette mutlaka George Orwell’in bu sokakta bulunan müstakil evinin önünden geçmek, taze çikolatalı ve muzlu krep yapan mekanlardan yayılan enfes kokuları duymamak için burnumuzdan nefes almamak ve başka yerlere bakmak, her defasında Oxfam’ın sadece kitap satan şubesinde en az bir saat harcamak bunlardan birkaçı. George Orwell evinin fotoğrafını aslında arkadaşım Duygu için çekmiştim. Seneler önce İzmir’de Portobello Road - George Orwell Evibuluştuğumuzda yemek yemek için bir yere oturmuştuk. Duygu yemekte çantasından Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabını çıkarmıştı. O dönem onu okuduğu için çantasında her yere taşıyordu. Bu evi görünce aklıma hem o an hem de Eurythmics’in ‘1984’ filmi için hazırladığı 1984 adlı albümdeki parçalardan biri olan Sex Crime geliyor. Hatta şimdi yazarken yine aklıma geldiği için açtım ve bir yandan onu dinliyorum. Önceleri Portobello’daki antikacılardaki porselenlere bakmak için de zaman harcıyordum; ama artık bu huyumu bıraktım. Satılan her parça değerinin kat kat üzerinde fiyatlandırıldığı için insanın hevesi kırılıyor. Pazarda alışveriş yapmanın tadını alamadığımdan burada vakit kaybetmeyi sevmiyorum artık. O yüzden Notting Hill gezintisinin en önemli iki noktası sadece Oxfam’in kitapçısı ve leziz brownielerin mekanı Geil’s Artisan Bakery. Aslında güzel brownie yapan birçok yer bulunabilir Londra’da. Ben herhalde biraz da bazı mekanları anılarımla beraber sahiplenmeyi ve o mekanlara tekrar tekrar gitmeyi seviyorum.

Notting Hill Gate durağından başlayıp Kensington High Street’e inen Church Street’in üzerinde yine Royal Trinity Hospice’in bağış kitaplar satan güzel bir sahaf şubesi var. Buradan daha önce inanılmaz güzel resimli kitaplar almıştım. Son ziyaretimizde aradığımız tarzda bir kitap bulamadım; ama civarda kalanlar için arada bir uğranacak ve hazine avcılığı yapılabilecek güzel kitapçılardan biri.

robinHampstead

Hampstead Londra

Hampstead Londra

Son iki Londra gezimizde Hampstead de uğramadan dönmediğimiz semtler arasına katıldı. Hampstead yemyeşil doğasi ve kızıl ateş tuğlasıyla kaplı tarihi binalarıyla tipik İngiliz kasabalarına benziyor. Şehirden uzaklaşmadan bakımlı, yeşil ve sakin bir yerleşim bölgesi görmek için çok uygun. Çarşısı çOxfam-Hampsteadok büyük olmasa bile merkezde bulunan magazaların şubeleri burada da var. Gözlemlediğim kadarıyla bu semtte oturuyorsanız iş dışında merkeze inmenize gerek bile yok. Oxfam’in yalnızca bağış kitaplar satan şubelerinden bir tane de Hampstead’de var.robin

İkindi Çayı

The Ritz-Londra

İngiltere’ye gezmeye gidip meşhur afternoon tea yani ikindi çayına gitmemek olmaz herhalde. En azından bir kere denenmesi gerek bence. Aslında ikindi çayı dense de günün birçok saatinde ikindi çayı servisi yapan mekan bulmak mümkün. Büyük otellerin öğleden sonra başlayıp akşam saatlerine kadar devam eden servisleri oluyor. Daha önce çok sevdiğim arkadaşlarımdan biriyle Ritz Oteli’nin çayına gitmiştik. Aylar önce rezervasyon yapmamıza rağmen ikindi çayı için akşam dokuzdan önce yer bulamamıştık, ki daha çok akşam çayı olmuştu. Çay salonu (üstteki resim), canlı müzik, çaylar, kekler ve parmak sandviçler gerçekten lezizdi. Bir kere denediğim için memnunum; ama çok özel bir kutlama Kensington Sarayı'nda çay saatiolmadıkça tekrar gideceğimi sanmıyorum. Onun yerine güzeller güzeli fincanlarda tazecik çay ve yanında scone ya da kremalı kek servisi yapan başka bir mekana gitmek bize daha cazip geliyor. Bu son gezimizde de rezervasyonla uğraşmak yerine ikindi çayımızı yürümekten yorulduğumuz bir anda, paylaştığımız bir dilim kekin yanında, en sevdiğimiz kafede içmeyi tercih ettik.

robinTower of London

https://en.wikipedia.org/wiki/Tower_of_London#/media/File:Tower_of_London_viewed_from_the_River_Thames.jpg

Tower of London / Wikipedia

Londra büyük bir şehir olduğu için burada yapılacak etkinlikler tükenmiyor. Doğum günü gezisinde görmeyi çok isteğim iki yeri ziyaret etme fırsatım oldu. Bunlardan bir tanesi Tower of London yani Londra Kulesi’ydi. Aslında bu yapıya Londra Kalesi demek belki daha doğru olurdu. Biz bu mekana neredeyse tam bir gün ayırdık. Hem kaldığımız yerden çok uzak olduğu için gidip gelmek çok zaman aldı, hem de içeride görülecek çok şey vardı. Birkaç yıl önce okulla birlikte York şehrinde bir eğitim gezisine gitmiştik. Orada hem bir Shakespeare oyunu izlemiş hem de Londra Kulesi ile ilgili ilginç şeyler dinlemiştik. Londra Kulesi’ne karşı merakım aslında orada başladı. Sonra nedense Londra’ya gitsek de bir türlü denk getirip bu Kule’yi gezemedim. Burası zamanla girişin olduğu ama çıkışın olmadığı bir yer haline geldiği için hanedan üyeleri ve devlet adamlarının asla ziyaret etmeyi bile istemedikleri bir mekanmış. Ziyaret sırasında görebileceğiniz Kraliçe Anne Boleyn’in idam öncesi hapsedildiği binadan idam edildiği noktaya kadar, çeşitli tutsakların notlarından, kraliyet mücevherlerine ve kuzgunlara kadar İngiliz kültürü ve tarihi açısından kıymetli olabilecek çok şey var. Gezebildiğim, o atmosferi hissedebildiğim ve en sonunda binaların birinde kaybolmadan sapasağlam dışarı çıkabildiğim için çok memnunum. Doğum günü dileklerimden bir tanesi böylece gerçekleşmiş oldu. Geziden önce kaleyi anlatan birkaç belgesel ve tanıtım programı izlemiştim. İzlemek isteyen yetişkinler için yine yetişkinler için hazırlanmış ingilizce bir programın linkini ekliyorum.

robinWestminster Abbey

Westminster Abbey

Westminster Abbey

Görmeyi uzun zamandır istediğim bir diğer mekan da Westminster Abbey’di. Bu yapıyı gezmeye onunla ilgili bir belgesel izledikten sonra karar verdik. Westminster Abbey müze gibi belirli bir ücret ödeyip gezebileceğiniz önemli tarihi mekanlardan biri. UNESCO’nun kültür mirası ilan ettiği bu yapının adına hanedan üyelerinin düğünleri ve cenazeleri sebebiyle aşinaydık. Ancak Westminster Abbey’e sadece büyük bir kilise deyip geçmek, birçok tarihi olayla yakın bağı bulunan bu görkemli yapıya haksızlıkmış. Yedi yüz yıllık geçmişi olan bu devasa binanın mermer koridorlarının altında, Charles Darwin’den, Charles Dickens ve Isaac Newton’a kadar nice önemli isim yatıyor. Yürürken kimlerin mezarının üzerinden geçtiğinizi farkettikten sonra başınızı bir süre yerden kaldıramıyorsunuz. Yürürken mermerlere yazılmıs adlara bakmamak onlara saygısızlık olacakmış gibi geldiğinden olacak, biz bir süre hep yerlere baktık. Burası yüzlerce insanın mezarı olduğu için içeride bunu yansıtan ağır bir atmosfer var. Kraliçe 1. Elizabeth de buraya gömülen önemli tarihi isimlerden biri. Mezarının üzerinde bulunan kendi boyutlarındaki mermer heykel son derece etkileyiciydi. İçerideki yüzlerce diğer sanat eseri gibi… Bu mekan sadece dini açıdan değil tarihi açıdan da İngiltere’nin en önemli simgelerinden biri. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için binanın içini gösteren herhangi bir resim ekleyemiyorum; ancak internette Westminster Abbey ile ilgili birçok resim ve belgesel bulmak mümkün. Binanın tarihiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz aşağıdaki youtube linki hoşunuza gidebilir.

robin

Son yolculuğumda doldurduğum kitap bavulumda elbette birçok kitap var. Bunların hepsinden söz etmek şu an için imkansız. O yüzden içlerinden sevdiğim bir tanesini, Kadife Tavşan‘i, sizin için seçtim ve bir sonraki yazımda ondan söz etmek istiyorum. Bu yazıyı yeni yılınızı tekrar kutlayarak bitirmek istiyorum. Umarım Noel Baba bu sene torbasında nice guzellikler getirmiştir. Bize de 2016’yı dolu dolu yaşarken o torbadan çıkacak surprizleri beklemek kalıyor. Bu blog yazısı tamamen Londra’ya adandığı için kapanışı da geçen sene yeni yılı karşıladığımız bu güzel şehirde çektiğim birkaç fotoğrafla yapıyorum.

Sevgiler…

robin

 

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası – Londra

 

Noel süsleriyle Covent Garden

Noel süsleriyle Covent Garden

 

Noel Ağacı

Evden bir kare: Noel Ağacı

 

Noel Yıldızı Londra

Mutfaktaki Noel Yıldızı-Londra

robin

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Oslo Deichmanske Kütüphanesi

kütüphanede kitap satşı

Geçen Cumartesi, Oslo’nun merkez kütüphanesinde eski kitapların satışı yapıldı. İki torbaya sığdırdığımız otuz kitabın yirmi dokuzu çocuk kitabı. Sınav dönemini atlatıp masanın üzerinde beni bekleyen bu kitaplardan söz etmek için can atıyorum. ❤

Alice Yüz Elli Yaşında!

Alice Harikalar Diyarında -Alice's Adventures In Wonderland - Lewis Carroll & Sir John Tenniel'in İllüstrasyonlarıyla

Alice Harikalar Diyarında -Alice’s Adventures In Wonderland – Lewis Carroll & Sir John Tenniel’in İllüstrasyonlarıyla

 

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice Harikalar Diyarında ile ilgili uzun zamandır yazmak istiyordum.Bir masal ve çocuk edebiyatı sayfası yapıp o sayfada dünyanın en çok basılmış ve en çok okunmuş klasiklerinden birine yer vermemek olmazdı. Her ne kadar çocukken bu kitabı çok zor bitirsem de, kalbimde her zaman özel bir yere sahip oldu. Bu dönem, üniversitedeki seminerlerden birinde tanıtmak üzere Alice‘i seçtim ve Paskalya’dan bir hafta önce gerçekleşen seminer sırasında bu seçimde yalnız olmadığımı gördüm. Bize önerilen onca kitap arasında en çok tercih edilen kitap yine Alice oldu; ben de böylece kitabı yetişkin olarak okuyan diğer eğitimcilerin yaklaşımlarını görmüş ve kitaba birçok başka perspektiften bakma şansına erişmiş oldum. Orjinal adıyla Alice’s Adventures in Wonderland, İngiliz yazar Lewis Carroll tarafından yazılmış bir çocuk romanı; fakat bu kadar ünlü olması, yetişkinlerin dünyasında kendisine böyle bir yer edinebilmesi ve yüzlerce diğer sanat eserine esin kaynağı olması elbette bir tesadüf değil. Alice de sevdiğimiz, saydığımız ve baş tacı ettiğimiz bütün sanat eserleri gibi, hem çağını kendisine has bir dille anlatan hem de çağının ötesinde bir eser. Hazır yeniden okumuşken, Lewis Carroll’un bu enteresan kitabıyla ilgili bir yazı yazmadan geçmek istemedim.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Lewis_Carroll_1863.jpg Lewis Carroll 1863

Lewis Carroll 1863

Lewis Carroll Kimdir?

Lewis Carroll aslında sadece bir takma isim. Alice’nin yazarının gerçek adı Charles Lutwidge Dodgson. Dodgson 1832 yılında Cheshire’da (Cheshire Kedisi’nin adı buradan gelmekte) doğmuş ve Oxford Üniversitesinde ders vermiş olan başarılı bir matematikçidir. Hayatının büyük kısmını Oxford’da geçirdikten sonra 1898 yılında Guilford’da hayata gözlerini yummadan önce başka kitaplar, şiirler ve makaleler de yayımlamış, mantık alanında çalışmalar yapmış ve zamının yeni gelişmelerinden biri olan fotoğrafçılığın öncülerinden biri sayılmıştır.

Dodgson Alice’nin maceralarını ilk kez 1862 yılında bir tanıdığının çocuklarına hikaye anlatırken yaratmış. Hem bu çocuklardan bir tanesi hem de hikayenin ilham kaynağı olan Alice Liddell, Dodgson’dan anlattığı bu güzel masalı bir deftere yazıp kendisine vermesini isteyince, yazar onun isteğini geri çevirmemiş ve ilk hali doksan sayfa olan bu romanı eliyle yazıp, otuz yedi adet illüstrasyonla süsleyerek Alice Liddell’e hediye etmiş. Kitap tamamlandıktan bir yıl sonra, 1865 yılında basılmış. İşte o günden bugüne tam yüz elli sene geçmiş ve Alice bu yıl yüz ellinci yaşını kutluyor. El yazması orjinalin adı Alice’s Adventures Under Ground. Yazar daha sonra hikayenin üzerinde çalışarak kitabı baskıya hazır hale getirmiş. Alice Harikalar Diyarında ile ilgili araştırma yapmak ya da ödev hazırlamak isteyen okurlar, el yazması kitaba buraya tıklayrak ulaşabilirler ve baştan sona okuyup resimlerine bakabilirler.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice Harikalar Diyarında -Alice's Adventures In Wonderland - Lewis Carroll & Sir John Tenniel'in İllüstrasyonlarıyla

Alice’s Adventures In Wonderland – Lewis Carroll With illustrations by Sir John Tenniel

Yazar, yıllar sonra Alice’in hikayesini ikinci kitapla devam ettirmiş. Bu kitabın adı Through the Looking-Glass and what Alice found there yani Türkçe’ye çevrilmiş adıyla: Aynanın İçindenAlice Harikalar Ülkesinde İkinci Kitap. Özellikle ilk kitabın baskısını birçok yayınevinden edinebilirsiniz. Benim bildiklerimden iki tanesi, Can Yayınları ve İş Bankası Yayınları tarafından basılanlar. Hatta İş Bankası Yayınları’nın bir baskısını bana Türkiye’den bir arkadaşım almıştı. Bu sayede seminer için hazırlanırken, Türkçe çevirisine bakma fırsatını da yakalamış oldum. Kitap kelime oyunlarıyla, sözleri değiştirilmis şarkılarla ve atasözleri ile dolu olduğu için orjinal dilinde okumak bambaşka bir keyif; ancak aynı sebep yüzünden çocuklar, özellikle de İngilizce’yi yabancı dil olarak öğrenen çocuklar için bu koca romanı baştan sona asıl dilinde okumak zor olacaktır diye tahmin ediyorum. Katıldığım seminerdeki Amerikalı öğretim görevlisi, kitabı ilkokuldayken eline aldığını ama dili yüzünden bitiremeden bıraktığını, daha sonra ortaöğretim sırasında okuyabildiğini söyledi. O zaman Alice‘i okumakta zorlanan tek çocuk ben değilmişim diye düşündüm; çünkü küçükken hikayeyi çok esrarengiz ve çekici bulmama ve Türkçe okumama rağmen bütün kitabı bitirmem çok zaman almıştı. Yetişkin olarak okumaksa çok büyük bir keyif oldu; çünkü kitabın çağının politikasını, İngiliz geleneklerini, insan ilişkilerini sembolik ama mizahi bir dille anlattığını gördüm. Yazarın bu renkli rüya perdesinin ardından sunduğu gerçekçi eleştiri ve saptamaları görmek çok keyifliydi. Yetişkinlerin neden bu hikayeyi anladıklarını ve sevdiklerini, sanatçıların filmlerle, tiyatro eserleriyle, yeni kitaplarla bu hikayeyi neden tekrar tekrar yorumladıklarını tahmin etmek güç değil. Kitaptaki karakterler ve bu karakterlerin diyalogları tek tek ve yakından incelemeye değer. Küçük Alice’in saçma deyip geçtiğimiz rüyasında yer alan karakterlerin hepsi ayrı bir dünya ve hepsinin size anlatacakları enteresan bir hikayeleri var. Tam da bu karakter zenginliği yüzünden, kitap hem okulda hem de yaratıcı projelerde kullanılmaya çok uygun.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice I Eventyrland -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Caroll & Anthony Browne-

Alice Harikalar Diyarında, birçok değişik perspektifle yorumlananabilecek özel bir kitap. Kitabı duyup Alice’in sürekli büyüyüp küçüldüğünü bilmeyen yoktur. Bu ilginç konunun üzerinde biraz düşününce, kitabın metaforlarla dolu olduğunu farketmemek imkansız hale geliyor. Alice’in bu değişken görüntüsü bana büyüme çağındaki bir çocuğun sürekli değişmekte olan hayatına ve bedenine adapte olmayı öğrenene kadar karşılaştığı kapılardan geçebilmek, girdiği mekanlara uyum sağlayabilmek ve karşısına çıkan fırsatlardan faydalanabilmek için sürekli büyümek ya da küçülmek zorunda kalmasını hatırlattı. Kahramanımızın geçirdiği değişimleri kontrol etmekte zorlanması, size de bazen küçük birer çocuk gibi davranmalarını bazen de yaşlarının elverdiğinden fazla anlayış ve uyum göstermelerini beklediğimiz çocukları anımsatmıyor mu? ”Biz yetişkinlerin oluşturdukları sosyal ortamlara ve kurumlara adapte olabilmek içim sürekli büyüyüp küçülmek zorunda kalan, farklı yetişkinlerin farklı tavırları yüzünden bazen yaşlarından daha büyük bazen de daha küçük çocuklar gibi muamele gören ve bu tavırlarla başetmek için farklı tepkiler vermesi gereken çocukların hayatları, Harikalar Diyarı’nda olduğundan daha mı az tuhaf?” diye sormadan edemiyorum. Küçük kardeşlerinin yanında yetişkinler kadar anlayışlı birer abi ve abla gibi davranacak kadar büyük, sofrada doyup doymadıklarına karar veremeyecek kadar küçük, okul ödevlerini yaparken ağırbaşlı bir memur ciddiyeti taşımaları gerektiğini bilecek kadar olgun olmalarını istediğimiz çocuklar… Aslında aynı durum bazen biz yetişkinler için de geçerli değil mi? İş ya da özel ilişkilerimizde zaman zaman kendimizi olduğumuzdan güçlü veya olgun ya da daha zayıf ve küçük hissettiğimiz olmuyor mu? Aile büyüklerimizin yanında çocuklaşırken, çocuklarımızın ya da öğrencilerimizin yanında daha olgun ya da büyük, arkadaşlarımızın yanında daha genç ve eğlenceli hissetmiyor muyuz? Bu rolleri öğrenirken bizler de Alice gibi zaman zaman kim olduğumuzu sorgulamadık mı? Nereye varmak istediğimize karar vermeden hangi yola gitmemiz gerektiğini sormadık mı? Yeni rollerimize uyum sağlama sürecinde kendi gözyaşlarımızda yüzecek ya da evlerimizden taşacakmış gibi hissettiğimiz olmadı mı hiç? Harika bir mizahi dille yazılmış bu kitabı gülerek okusam da, son sayfayı bitirip kenara koyduktan sonra aklıma hep bu ve benzeri sorular takıldı.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice I Eventyrland -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Caroll & Anthony Browne-

Cheshire Kedisi, Beyaz Tavşan, Sahte Kaplumbağa, Kupa Kraliçesi Ve Diğerleri…

Alice’in Harikalar Diyarı’nda karşılaştığı karakterlerin ve kitabın altını çizdiği temaların hepsi üzerinde konuşmaya değer; ama ne yazık ki burada hepsinden söz etmek mümkün değil. Saçma gibi görünen söylemlerinin ardında birçok değişik mesaj veren garip Düşes, telaşlı ve kraliçeyi kızdırmaktan ölesiye korkan Beyaz Tavşan, üzülecek hiçbir şeyi olmadığı için ağlayan Sahte Kaplumbağa, filozof Cheshire Kedisi, kaçık Şapkacı ve Mart Tavşanı’nı unutmak mümkün değil. Ülkedeki her şahsın kafasını uçurmak için en az bir kere emir vermiş olan; ama kimsenin dinlemediği Kupa Kraliçesi ise, kimi araştırmacılara göre, kitabın yazıldığı dönemin İngiltere’sini ve Kraliçe Victoria’yı adeta karikatürize ederek anlatıyor. Önce ceza verip sonra yargılama yapılması gerektiğini düşünen, tahtı ve yetkisizliği arasında kaldığını farketmeden emirler yağdıran Kraliçe’yi, onu rahatlatarak idare eden Kupa Kralı’nı ve bütün hikayeyi hem politik hem de cinsiyet ve sınıflar arası güç ilişkileri açısından inceleyen birçok makale bulmak mümkün.Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice I Eventyrland

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice I Eventyrland

Alice Harikalar Diyarında, Disney tarafından çizgi filmleştirilmiş bir kitap. Disney’in, işlediği eserlerdeki karakterlere ve olaylara çok belirgin imajlar verdiğini ve bu imajların zamanla reklam ürününe dönüşüp asıl karakterlerin olduklarından biraz daha yüzeysel algılanmalarına sebep olduğunu düşünüyorum. Bu durum bir bakıma hikayelerin içini boşaltıyor ve eserleri henüz onlarla buluşmamış okurlara eksik sunuyor gibi geliyor bana. Alice de mavi kabarık elbisesi ve uzun sarı saçlarıyla reklam yüzü olmuş Disney prenseslerinden birini andırsa da, hikayenin aslı bundan çok daha fazlasını barındırıyor ve çok daha geniş bir kitleye hitap ediyor. O yüzden fırsatı olan herkesin bu klasiğe bir kere ya da bir kez daha bakmasını tavsiye ediyorum. Kitabın içinde yer alan değiştirilmiş şarkı sözleri, atasözleri ve kelime oyunlarını asıl dili olan İngilizce’de okumak ayrı bir keyif olsa da, gayet iyi Türkçe çevirileri de mevcut. Ben birkaç yıl önce bir kitapçıda Norveççe’sini bulup almıştım; ama henüz okuma fırsatım olmadı. Alice’in illüstrasyonlarını yapan İngiliz illüstratör Anthony Browne, alanında ünlü ve ödüllü bir sanatçı ve ben de haliyle daha kapağı görür görmez vurulmuştum. Alice’nin çocuklar için okunması zor bir kitap olduğuna değinmiştim; o yüzden çocuğunuz bu kitabı kendisi okurken takip etmekte zorlanıyorsa, siz yüksek sesle her gün bir ya da iki bölüm okuyabilirsiniz. Kitap okumayı sevmeyen oğlunu okuması için zorlamak yerine, ona Yüzüklerin Efendisi serisinin bütün ciltlerini akşamları yüksek sesle okuyan bir babayla karşılaştıktan sonra, bu tür etkinliklerin sadece okul öncesi küçük çocuklarla sınırlandırlmayabileceğini gördüm.

Bu uzun yazıyı bütün kedilerin ve çocukların biraz filozof olduklarını hatırlatan Cheshire Kedisi ve Alice’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Umarım hepiniz harika bir hafta sonu geçirirsiniz.

SevgilerFree-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice and the Cheshire Cat

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Kaynaklar:

http://www.bl.uk/onlinegallery/ttp/alice/accessible/page1.html#content

http://www.lewiscarroll.org/

http://lewiscarrollsociety.org.uk/

Bülbül Ve Gül

başlık

Bülbül Ve Gül -Oscar Wilde

Oscar Wilde & Anne Cecilie Røgeberg

-Ona kırmızı güller götürürsem, benimle dans edeceğini söyledi, diye haykırdı genç öğrenci. Ama bahçemde tek bir kırmızı gül bile yok.
Bülbül, meşe ağacının içindeki yuvasından bunu duydu, yaprakların arasından bakıp merak etti.
“Bütün bahçede bir tanecik kırmızı gül yok!”, derken güzel gözleri yaşla dolmuştu. “Ah şu mutluluk ne kadar küçük şeylere bağlı! Bilgelerin bütün yazdıklarını okudum, felsefenin bütün sırlarına eriştim ama yine de kırmızı bir gülün yokluğu hayatımı mahvediyor.”
-İşte, nihayet gerçek bir aşık, dedi bülbül. Hiç tanımadığım halde gecelerce onu şakıdım, gecelerce yıldızlara onun hikayesini anlattım ve şimdi onu görüyorum. Saçları sümbül gibi koyu; dudakları yüreğinin arzuladığı gül kadar kırmızı; ama tutku, yüzünü soluk bir fildişine döndürmüş, keder alnını mühürlemiş.
-Prens yarın gece balo veriyor, diye söylendi genç öğrenci. Benim aşkım da gidecek. Ona kırmızı bir gül götürürsem, gün ağarıncaya dek benimle dans edecek. Ona kırmızı bir gül götürürsem onu kollarıma alacağım. Başını omzuma yaslayacak ve eli elime kenetlenecek. Ama bahçemde hiç kırmızı gül yok; yani yapayalnız oturacağım. O yanımdan geçip gidecek. Bana aldırış etmeyecek ve kalbim kırılacak.
-Gerçek aşık işte bu, dedi bülbül. Benim şakıdıklarımın acısını o çekiyor; benim için mutluluk kaynağı olan, onun için keder. Aşk kesinlikle harika bir şey! Zümrütlerden daha kıymetli, kıymetli opallerden daha değerli. Lallerle değiş tokuş edilemez, çarşıda bulunmaz. Ne tüccarlardan satın alınabilir, ne de terazide altınla tartılabilir.
-Müzisyenler yerlerine oturup telli sazlarını çalacaklar ve sevdiğim, arp ve kemanın sesiyle dans edecek. Dans ederken öyle hafif olacak ki, ayakları yere değmeyecek ve parlak giysileri içindeki saraylılar etrafını saracaklar. Benimle dans etmeyecek, çünkü ona verecek kırmızı bir gülüm yok, diyerek kendisini çimenlerin üzerine attı, yüzünü ellerinin arasına gömdü ve ağladı.
Kuyruğu havada yeşil küçük bir kertenkele, yanından koşarak geçerken sordu:
-Niye ağlıyor?
-Sahi niye, diye sordu bir ışık demetinin ardından kanat çırpmakta olan kelebek.
-Sahi neden, diye alçak ve yumuşak bir sesle yanındakine fısıldadı papatya.
-Kırmızı bir gül için ağlıyor, diye yanıtladı bülbül.
Hepsi bir ağızdan:
-Kırmızı bir gül için mi, diye bağırdılar. Ne kadar gülünç!
Pek alaycı bir şey olan küçük kertenkele kahkahayla güldü. Ama bülbül, öğrencinin kederindeki sırrı anladı; meşe ağacında sessizce oturup aşkın esrarını düşündü. Sonra birden kahverengi kanatlarını açıp havaya yükseldi. Koruyu bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçe boyunca dolaştı. Çimen tarhın ortasında güzel bir gül ağacı duruyordu. Bülbül onu görünce çiçekli dallarından birinin üzerine kondu:
-Bana kırmızı bir gül verirsen, sana şarkılarımın en tatlısını söylerim, dedi.
Fakat ağaç başını iki yana salladı:
-Benim güllerim beyaz, diye yanıt verdi. Denizin köpüğü kadar beyaz, hatta dağların üstündeki kardan bile beyaz. Eski güneş saatinin etrafında yaşayan ağabeyime git. Belki istediğini sana o verebilir.
Bülbül eski güneş saatinin çevresinde büyüyen gül ağacına gitti.
-Bana kırmızı bir gül verirsen, sana şarkılarımın en tatlısını söylerim, diye seslendi.
Ama ağaç başını iki yana salladı:
-Benim güllerim sarı, diye yanıt verdi. Kehribar bir tahtta oturan deniz kızının saçları kadar sarı. Tırpancılar tırpanlarıyla gelinceye dek çayırlarda açan nergisten daha sarı. Öğrencinin penceresinin altında yaşayan ağabeyime git. Belki istediğini sana o verebilir.
Bülbül öğrencinin penceresinin altında biten gül ağacına gitti; ama ağaç başını iki yana salladı.
-Benim güllerim kırmızıdır, diye yanıt verdi. Güvercinin ayakları kadar hatta okyanusun kovuklarında dalgalanan mercanlardan bile kırmızı. Ama, kış damarlarımı dondurdu, don tomurcuklarımı kopardı, fırtına dallarımı kırdı. Bu yıl hiç gül vermeyeceğim.
-Bütün istediğim kırmızı bir gül, diye haykırdı bülbül. Sadece bir tane kırmızı gül! Onu sahip olmanın hiçbir yolu yok mu?
-Bir yol var, dedi ağaç. Ama, öyle korkunç ki sana söylemeye cesaretim yok.
-Söyle, dedi bülbül. Korkmuyorum!
-Eğer kırmızı bir gül istiyorsan, onu ay ışığında müzikten kendin yaratıp, kendi yüreğinin kanıyla boyayacaksın. Kalbini bir dikene dayayarak bana şakımalısın. Bütün gece boyunca ötmelisin ve diken kalbini delmeli. Kanın benim damarlarıma dolup benim olmalı, dedi ağaç.
-Kırmızı bir güle karşılık ölüm çok büyük bir bedel, diye haykırdı bülbül. Yaşam herkes için çok değerli. Yeşil ağaçlarda oturup, altından arabasındaki Güneş’i ve inciden arabasındaki Ay’ı seyretmek keyifli! Akçalının kokusu ve vadilere gizlenen mavi çan çiçekleri tatlı, tepelerdeki fundalar gibi. Fakat tüm bunlara rağmen sevgi, yaşamdan üstündür ve insan yüreğinin yanında bir kuşun yüreği nedir ki?
Kuş kahverengi kanatlarını açıp havaya yükseldi. Bahçenin üzerinden bir gölge gibi uçtu ve bir gölge gibi koruyu geçi.
Genç öğrenci, hala bıraktığı yerde, çimlerde yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı. Bülbül, “Mutlu ol!” diye haykırdı.
-Mutlu ol! Kırmızı güle kavuşacaksın. Onu bu gece ben ay ışığında müzikten yaratıp kendi yüreğimin kanıyla boyayacağım. Buna karşılık, senden bütün istediğim gerçek bir aşık olman; çünkü sevgi, bilge felsefeden daha bilgedir ve güç, kudretli de olsa sevgi ondan kudretlidir. Kaanatları alev rengidir ve alev gibi boyanmıştır vücudu. Dudakları bal kadar tatlı, nefesi buhur gibidir.
Öğrenci, çimenden başını kaldırıp baktı ve dinledi; ama bülbülün kendisine söylediklerini anlayamadı; çünkü o sadece kitaplarda yazılı şeyleri bilirdi. Ama Meşe ağacı anladı ve üzüldü; çünkü kendi dalları arasında yuva kuran küçük bülbülü pek seviyordu.
-Bana son bir şarkı söyle, diye fısıldadı Meşe. Çünkü sen gittiğinde kendimi yalnız hissedeceğim.
Bülbül, meşe ağacı için şakıdı. Sesi gümüş bir ibrikten akan su gibiydi. Bülbül şarkısını bitirdiğinde, öğrenci ayağa kalktı, cebinden bir defter ve kurşunkalem çıkardı. Korudan çıkarken kendi kendine:
-Güzelliği yadsınamaz; ama duyguları var mı? Hiç sanmam. Tıpkı birçok sanatçı gibi, içtenlikten yoksun salt bir biçimden ibaret. Başkaları için kendisini feda etmez. Sadece müziği düşünür ve sanatın bencil olduğunu bilmeyen yoktur. Yine de kabul etmek gerekir ki sesinde bazı güzel nağmeler var. Ne yazık ki bunlar hiçbir anlam taşımadıkları gibi işe de yaramıyorlar, diyerek odasına gitti. Ottan yapılmış küçük yatağına uzanıp sevdiğini düşünmeye başladı ve bir süre sonra uykuya daldı.
Ay gökyüzünde parlayınca, bülbül, gül ağacına gidip göğsünü dikene yasladı. Bütün gece boyunca göğsü dikene dayalı şakıdı ve soğuk kristal Ay aşağı eğilip dinledi. Bülbül gece boyunca öttü ve diken göğsünde gitgide daha derine battı. Kanı kabarıp vücudundan çekildi.
Önce bir erkekle bir kızın yüreğinde doğan aşkı şakıdı. Sonra şarkılar şarkıları izledikçe, taç yaprakları da taç yapraklarını izledi ve gül ağacının en üst dalında olağanüstü güzellikte bir gül açtı. Başlangıçta solgun bir rengi vardı, tıpkı nehrin üzerinde asılı duran sis gibi solgundu. Sabahın ayakları gibi soluk, şafağın kanatları gibi gümüşi… Gümüş bir aynada bir gülün gölgesi gibi, bir gülün sudaki silüeti gibi… İşte böyleydi gül ağacının en üst dalında açan gül.
Ama, gül ağacı bülbüle, “Dikene daha çok yaslan.”, diye seslendi. “Daha çok yaslan küçük bülbül; yoksa gül tamamlanmadan gün doğacak.”
Böylece bülbül dikene daha çok yaslandı ve sesi yükseldikçe yükseldi; çünkü bir erkekle bir kızın ruhundaki tutkunun doğuşunu şakıyordu. Gülün yapraklarına narin bir pembelik geldi; tıpkı gelinin dudaklarını ilk öptüğünde damadın yüzünü kaplayan pembelik gibi. Ama diken henüz bülbülün kalbine değmediği için gülün yüreği de beyaz kalmıştı; çünkü bir gülün yüreğini ancak bir bülbülün yüreğindeki kan kızıllaştırabilirdi.
Ağaç Bülbül’e göğsünü dikene daha çok bastırması için seslendi, “Daha çok yaslan küçük bülbül. Yoksa gül bitmeden gün doğacak.”
Bülbül dikene daha çok yaslandı. Diken bülbülün yüreğine dokundu ve kuşun bütün vücudunu şiddetli bir sızı sardı . Acısı arttıkça artıyor şarkısı gittikçe vahşileşiyordu, çünkü ölümle mükemmelleşen aşk için şakıyordu; mezarda bitmeyecek bir aşkı şakıyordu.
Olağanüstü gül, tıpkı doğudaki semaların gülü gibi kızardı. Kıpkırmızıydı yapraklarının çevresi, kıpkırmızı bir yakut gibiydi kalbi. Ama bülbülün sesi kısıldı. Kanatları çırpınmaya başladı, gözlerine perde indi. Şarkısı gitgide soldu ve boğazına bir şeyin takıldığını hissetti. Ardından son bir güçlü ezgi çıkardı. Beyaz Ay bunu duydu ve şafağı unuttu; gökyüzünde kalakaldı. Kırmızı gül duydu, bütün vücudu coşkuyla titredi ve yapraklarını sabahın serin havasına açtı. Yankı, onu tepelerdeki eflatun oyuğuna taşıdı ve uyuyan çobanları düşlerinden uyandırdı. Irmağın sazlarının arasından aktı ve sazlar onun haberini denize götürdü.
“Bak, bak!”, diye bağırdı ağaç. “Artık gül tamamlandı.” Fakat bülbül yanıt vermedi; çünkü uzun otların içinde, kalbindeki dikenle, cansız yatıyordu.
Öğrenci, öğlen vakti penceresini açıp dışarıya baktı.
“Nasıl, ne harika bir talih bu!” diye haykırdı. İşte kırmızı bir gül! Hayatımda böyle bir gül görmedim. Öyle güzel ki eminim uzun Latince bir adı vardır.”
Aşağı eğilip gülü kopardı. Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle koşa koşa profesörün evine gitti. Profesörün kızı kapının önünde oturmuş, bir makaraya mavi ibrişim sarıyor, küçük köpeği de ayaklarının dibinde yatıyordu.
-Size kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğinizi söylemiştiniz, dedi öğrenci. İşte bütün dünyanın en kırmızı gülü. Bu gece onu kalbinizin üstüne takacaksınız ve biz dans ederken o size sizi ne çok sevdiğimi anlatacak.
Fakat kızın suratı asıldı.
-Korkarım giysime yakışmayacak, yanıtını verdi. Zaten Saray Nazırı’nın yeğeni bana gerçek mücevherler gönderdi ve herkesin bildiği gibi, mücevherler çiçeklerden daha pahalıdır.
-Eh, gerçekten çok nankörmüşsünüz! Dedi öğrenci öfkeyle ve gülü sokağa fırlattı. Gül oradan oluğa düştü ve üzerinden bir at arabasının tekerleği geçti.
-Nankör mü, dedi kız. Size bir şey söyleyim mi? Çok kabasınız! Hem zaten siz kim oluyorsunuz ki? Sadece bir öğrenci. Eminim, ayakkabınızda Nazır’ın yeğenindeki gibi gümüş bir toka bile yoktur, dedi ve sandalyesinden kalkarak eve girdi.
Öğrenci uzaklaşırken:
“Sevgi ne kadar aptalca bir şey!”, dedi. “Mantığın yarısı kadar bile faydası yok; çünkü hiçbir şeyi kanıtlamıyor, sonra hep olmayacak şeylerden söz ediyor, insanı doğru olmayan şeylere inandırıyor. Hatta oldukça işe yaramaz ve çağımızda fayda her şeyin başı. Felsefeye dönüp metafizik çalışacağım.”
Böylece odasına odasına döndü, kocaman, tozlu bir kitap çıkardı ve okumaya başladı.

Oscar Wilde

Çeviren: Eylem Rosseland

Nightingale and the Rose  by Oscar Wilde and Isabelle Brent

‘Bülbül Ve Gül’ – Oscar Wilde & Isabelle Brent