Kağıttan Gemi



Merhaba,

Dolunayın parlak pullarının dökülerek lacivert sulara karıştığı ve dalgalarla birlikte yanıp söndüğü bir gece hayal etmenizi istesem? Bir de bu gecenin içinde sessizce süzülen büyük güzel bir gemi… Şöyle beyaz kremayla süslenmiş bir düğün pastasına benzeyen, kat kat ve içinde eğlenceler, apoletli kaptanlar, dans eden balerinler, oyunlar ve müzikler olan bir gemi… Ona biraz yaklaşıp dikkatlice bakarsanız, on birinci kattaki havuzla restoranın arkasında kalan ahşap döşemeli geniş güvertede oturmakta olan beni görebilirsiniz. Gece ilerlediği için bardaklar boşalmaya, sohbet eden yolcular burayı tek tek terk etmeye başladılar. Arka masalardan gelen tek tük neşeli kahkaha sessizliği kırsa da rüzgar onları kocaman ağzıyla çabucak avlayıp yutuyor. Geriye kalan birkaç sessiz yolcu ve ben dalgalar arasında yolunu arayan bu kağıttan gemide oturmuş mehtaba bakarak geçmişten geleceğe doğru ettiğimiz yolculuğu düşünüyoruz. Evet, zaman karada sanki bir noktadan diğerine ilerlerken burada adeta gecenin içinde genişliyor, uzuyor, esneyip yuvarlanmaya başlıyor. Çocukluğumuz, gençliğimiz, anlarımız, anılarımız ve öykülerimiz karışıp adeta helezonik bir şekilde kıvrılarak sonsuz gibi görünen denizde  uzayıp gidiyor.

Özenle kesip biçerek üzerime güzelce oturttuğum sorunsuz ve uyumlu gemi yolcusu rolüm böyle anlarda biraz potluk yapmaya başlıyor. Diğer yolcularla birlikte eğlencelere katılmak ideal bir seçim gibi dursa da konuk olduğum topraklarda kulağıma çalınan eski hikayeleri düşünmeden edemiyorum. Aslında onları kaybetmeden size anlatabilmek için küçük bir cam şişenin içine doldurmuştum. Efsunları kaçmasın diye kapağı sıkıca kapatmayı da unutmamıştım. Sihirli şişeyi açıp içindekilerin ilkini burada yazıya dökmek için zamanın yoldan çıktığı böyle bir andan daha iyi bir fırsat bulabilir miyim diye soruyorum kendime. Cevabım belli. Gelin bu güzel mehtaplı gecenin hakkını vermek için birlikte Ege Denizi’nin berrak sularına dair mitolojik bir öyküye dalalım. Ne dersiniz?



Theseus ve Minotaurus Efsanesi

Atina’nın görkemli krallığında hüküm süren Kral Aigeus (Kral Ege), iki kez evlenmesine karşın çocuk sahibi olamamıştı. Bu durum, krallığın geleceği için büyük bir endişe kaynağıydı. Aigeus, soyunu sürdürecek bir evlat özlemi içindeydi ve bu sebeple bir kahine danıştı. Kendisine verilen öğütü tam olarak anlayamamıştı; ama dönüş yolunda Troizen’e uğradı.

Aigeus Troizen’de Kral Pittheus’un kızı güzeller güzeli Aithra’yı gördü ve ona gönül verdi. Aithra bu birliktelikten, hamile kaldı ancak Aigeus’un orada onunla kalması mümkün değildi. Atina’ya geri dönmeden önce altın sandaletleriyle kılıcını ağır bir kayanın altına saklayarak, “Oğlum bu kayayı kaldıracak kadar büyüyüp güçlendiği zaman ona benim soyumdan olduğunu anlatabilirsin. Bu emanetleri alarak bana gelirse onu tanımam mümkün olur” dedi. Theseus büyüdü, güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu. Zamanı geldiğinde ağır kayayı kaldırıp babasının eşyalarını alarak Atina’ya doğru yola çıktı. Korkusuz bir yiğit olduğundan yol boyunca birçok tehlikeli yaratıkla karşılaşmasına rağmen hepsini yendi ve babasının memleketine bir kahraman olarak ulaştı.

Öte yandan, Girit’te hüküm sürmek isteyen Minos (Zeus ve Europe’nin oğlu), kardeşleriyle taht kavgasına tutuşmuştu. Hükümdarlığı hak eden kişinin kendisi olduğunu, bu sebeple tanrıların da onu desteklediklerini kardeşlerine göstermek istemekteydi. Bunun için denizler tanrısı Poseidon’dan kendisine kocaman, güçlü bir boğa vermesini istedi. Poseidon, Minos için beyaz köpüklü dalgalardan bembeyaz, muhteşem bir boğa yarattı. Ancak bir şartı vardı. Minos’tan onu kendisi için kurban etmesini istiyordu. Minos hem kendi gücünü hem de tanrılar tarafından kutsanışını simgeleyen bu boğayı Poseidon’a kurban etmeyi kabul etti. Böylece bu boğa sayesinde istediği güce erişti. Ancak hayvanı o kadar beğenmişti ki öldürmeye bir türlü kıyamadı. Onun yerine sıradan bir boğayı kurban etmeyi seçti. Poseidon, bu ihaneti çabucak farkederek çok öfkelendi. Kral Minos için onun isteğine karşı gelmenin cezası ağır olacaktı. Poseidon, intikamını almak için aşk tanrısı Eros’tan yardım istedi ve Minos’un karısı güzel Pasiphae’e bir büyü yaptı.

Pasiphae, bu güçlü büyünün etkisinde, beyaz boğaya aşık oldu. Ondan bedeni insan, kafası boğa olan vahşi bir canavar dünyaya getirdi. Bu korkunç varlığa Minos’un boğası anlamına gelen Minotaurus adını verdiler. Boğa adam, hem kralın hem de Girit halkının hayatını bir kabusa çevirdi; çünkü etrafındaki herkese zarar vermeye başlamıştı. Onu kontrol etmek mümkün değildi. Bu nedenle, Minos, Minotaurus’u gözden uzak tutmak ve kontrol altına almak için bir çözüm arıyordu. Mimarı Daidalos’un yardımıyla, girenin bir daha içinden çıkamayacağı büyük, karmaşık bir labirent inşa etmeye karar verdi. Saldırgan bu labirente hapsedilecek, böylece verdiği zarar kontrol edilebilecekti.

Atinalılar Giritlilerle ile bir anlaşmazlığa düşmüş, haksız çıktıkları için ceza olarak her yıl olarak Atina’daki en güzel yedi genç kız ile erkeği yemesi için Minotor’a kurban olarak göndermek zorunda kalmışlardı. Kurbanları götüren gemi, siyah yelkenleri olan bir gemiydi. Atina’da babasına kavuşan ve pek sevilen prens Theseus, Minotaurus’u öldürüp, bu kurban işine bir son vermek istemekteydi. Aigeus, onu bu karardan vazgeçiremeyeceğini anlayınca gitmesine bir şartla razı oldu. Oğlu Minotaurus’u öldürmeyi başarabilirse, Atina’ya dönerken, siyah değil beyaz yelkenler açacaktı. Böylece kral onun sağ olduğunu, eve iyi haberlerle döndüğünü uzaktan görebilecekti.

Theseus ile diğer kurbanlar, Girit’e vardıklarında labirente götürüldüler. Minos’un kızı Ariadne, kurbanlar arasında Theseus’ u görüp ona aşık oldu. Yarı kardeşi olan Minotaurus’un onu öldürmesine gönlü razı değildi. Labirentte yolunu kaybetmemesi ve oradan sağ çıkmasına yardım etmek için Daidalos’un önerisiyle Theseus’a bir makara iplik verdi. Delikanlı ipliği labirentin girişine bağlayacak, dönerken de onu takip ederek çıkışı kolayca bulabilecekti. Theseus, labirente girdiğinde Minotaurus ile başa baş bir savaşa girdi. Cesareti ve kararlılığıyla onu öldürdü, ipi takip ederek labirentten çıktı. Hayatlarını kurtardığı diğer gençlerle birlikte kendisini seven prensesi yanına alıp Atina’ya doğru yola çıktı; ancak dönüş yolunda babasına söz verdiği gibi beyaz yelkenleri açmayı unutmuştu. Geminin siyah yelkenlerini gören Kral Aigeus, oğlunun öldüğüne inandı. Bu acıya dayanamayacağı için kendisini oracıkta denize attı. Efsaneye göre, Kral Aigeus, yani Kral Ege’nin trajik bir biçimde can verdiği bu sular Ege Denizi adını aldı.


Yine bir blog yazısının daha sonuna geldik. Atina ve Minos uygarlıkları döneminde geçen öykümüz aslında farklı anlatıcılar tarafından değişik örnekleri aktarılan türden. Ben onu size gemi yoculuğumun ilk durağı olan ve babamın köklerinin uzandığı Girit’te öğrendiğim şekliyle anlatmak istedim. Yazının sonuna anlatıyı ve karakterleri daha ayrıntılı bir biçimde ele alan ve benim kaynak olarak faydalandığım iki kitap ile bir internet sitesinin linklerini ekleyeceğim. İçi öykü dolu büyülü şişeyi çok yakında, Oslo’daki evime döndüğümde yeniden açacağım. Bakalım içinden çıkan ilk efsane hangisi olacak? O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgilerimle, ❤️

Eylem Rosseland

Kaynaklar:

Mitoloji Sözlüğü – Azra Erhat

https://www.amazon.com/Mitoloji-S%C3%B6zl%C3%BC%C4%9F%C3%BC-Turkish-Azra-Erhat/dp/975140391X

Yunan Mitolojisi – Karl Kerényi

https://www.amazon.com.tr/Yunan-Mitolojisi-2-Cilt-Tak%C4%B1m-Kahramanlar/dp/6050206279/ref=sr_1_1?crid=9P131G2LYO21&dib=eyJ2IjoiMSJ9.Fl-bXtP_h8FPrP0bQ5B_xbLRAAEk-hI42t9DtndNrF5BelsebOwenBrM48kDavKMB4d8NdZFSl6TzDkVen-uoFPs6bbzwLcKeecceHzKpKhMXvNE_1UghYdPH7tMGWxr7NyiUcI2AeB5hi1MU9yePFZphugjojyXJMpCvw_MQ_g9hQh8m5bBQ8F5OjX54AQcJl3TSfK_FRbsuQnfKWd3xwuVUwdS9BWunNLFijjdrgvofOJywb-75vwUgp1156-RzArkZ4wp49nxJ0z3nwknRNRNY_cbuzywUw5HdsUO7dI.GkA40Xe5zJMo-MY6w2Wh6VLTQMXHGu5AX-jjWeIMrbI&dib_tag=se&keywords=yunan+mitolojisi&qid=1722616661&sprefix=Yunan+mi%2Caps%2C90&sr=8-1

The Myth Of Theseus And The Minotaur

https://meet-the-myths.com/greek-mythology/theseus-and-the-minotaur/

Selkie Gelin




Eski Bir Masal

Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Dalgalar alacakaranlıkta kıyıları öperken
İskoçya’nın hırçın rüzgarları
Sudaki sırları karaya taşıyıp
Eski bir masalı anlattı

Hikayeye göre
Selkielerden güzeller güzeli bir kadın
Bir akşam ansızın aşkın ağına takıldı
Sahile çıkıp kumlar üzerinde şarkı söylerken
Saçlarının ışıltısı yıldız olup havaya saçıldı
Bir faninin sevgisi onu oracıkta kavrayıp kalbinden
Kürkünü çalarak kaderini karaya bağladı
Selkie artık tutsaktı
Her gün gözyaşı dökse de
Sonunda toprağa alıştı
Denizlerdeki evini özlerken
Yitik özgürlüğü ve sevgisi
Sesini bastırdı

Bir gün masum bir yürek
Çalınanı buldu
İki dünya arasında tutsak benlik
Böylece özgürlüğüne kavuştu
Selkie Kadın yeniden ipeklere sarındı
Rüzgarda bir çığlık oldu
Derin sulara dalarak
Köpüklerin arasında kayboldu

(Eylem, Temmuz 2024)

Merhaba,

Bir önceki blog yazısında sizlere Denizin Şarkısı adlı filme esin kaynağı olan bir hikayeden, Selkie Gelin’den, söz edeceğimizi söylemiştim. Selkieler Fareo Adaları, İrlanda, İskoçya ve İzlanda folklöründe yeri olan, hem denizde hem de karada yaşayabilen mitolojik varlıklardır. Karaya çıktıklarında fok kürklerini çıkarır, göz kamaştırıcı güzellikteki birer insan gibi görünürler. Bir insanla karşılaştıklarında ise tekrar şekil değiştirip denize dönerler. Bu insan kılığına bürünebilen büyülü varlıklar aslında dünyanın pek çok farklı bölgesindeki efsanelerde ve halk masallarında bulunuyor. Oğuz Tansel’in derlediği halk masallarımızı okuyanlarınız, havuz başında gülüp oynayan ve insanları görünce çabucak güvercin donuna giren (güvercin kılığına girme böyle tasvir ediliyor) ve uçup giden peri kızlarını hatırlıyorsunuzdur. İnsan şeklini alan güzel sesli fok balıkları bana bu sebeple biraz kendi masallarımızı hatırlattı. İlerideki yazılardan bazılarını Anadolu’da anlatılmış zengin ve efsunlu hikayelere ayırsak iyi olur diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Selkie Gelin’e geri dönecek olursak, onun da diğer birçok efsane ve masal gibi, anlatıldığı coğrafyaya veya yazılı dile döküldüğü döneme göre farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Benim burada yayımlamak için seçtiğim çeviri aslında İskoçya’da bilinen bir varyasyon. Severek okuyacağınızı umuyorum. Selkie Gelin’i orjinal haliyle kendi dilinde okumayı tercih edecek olanlarınız için sayfanın sonuna bir link ekleyeceğim. İlerideki yazılarda değinmemi veya yayımlamamı istediğiniz farklı Selkie öyküleri biliyorsanız, bana buradan veya Facebook üzerinden ulaşabilirsiniz.

Çok yakında yeniden görüşmek dileğiyle…

Sevgiler,

Eylem ❤️




Selkie Gelin

Bir zamanlar, İskoçya’nın batı kıyısında, genç bir balıkçı yaşardı. Bir gün bu balıkçı tüm gününü denizde geçirmiş, buna rağmen sadece birkaç küçük balık yakalayabilmişti. Hava kararmaya başladığında sahile doğru kürek çekti ve küçük teknesini karaya çıkardı.

Çakıl taşlarıyla dolu sahil boyunca kulübesine doğru yürüyordu ki hoş sesli birilerinin daha önce benzerini duymadığı güzellikte bir şarkı söylediğini işitti. Seslere doğru yöneldiğinde, suyun yakınında gülüp oynayarak şarkılar söyleyen bir düzine Selkie gördü. Balıkçı gözlerine inanamıyordu. O güne dek çok az insan Selkie halkını yani arada sırada kürklerini çıkarıp karada insan formuna bürünen fok balıklarını, görebilirdi. Öylece durup onları izliyordu ki Selkieler onu fark ettiler ve hızla denize dalarak dalgaların arasında kayboldular.

Balıkçı, Sanırım bir rüya gördüm, diye yüksek sesle söylenerek tekrar kulübesine doğru yola koyuldu; fakat bir şey onu huzursuz etmişti. Tekrar geri döndüğünde, bir kayanın üzerinde duran parlak ve pürüzsüz bir şeye gözü takıldı. Biraz daha yaklaştığında bunun bir fok balığı kürkü olduğunu gördü. “Hiçkimse Selkieleri gördüğüme inanmayacak, ta ki bunu gösterene dek” dedi. Eğilerek kürkü aldı ve omzuna attı. Bunu iyi bir paraya satabilirim, diye düşündü.

Tam o sırada, arkasında birinin adımlarını duydu ve hızla dönüp baktı. Karşısında, olağanüstü güzellikte genç bir kadın durmaktaydı. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu. Balıkçının içi cız etti.

“Güzel hanımefendi, niçin böyle ağlıyorsunuz?” diye sordu.

Kadın içini çekerek balıkçının gözlerine baktı ve,

“Nazik bayım,” dedi gözyaşlarına boğularak, “siz benim kürkümü aldınız. Lütfen onu geri verin, çünkü ben bir Selkieyim ve kürküm olmadan suda yaşayamam.”

Balıkçı kadından gözlerini alamıyordu. Onu ilk gördüğü anda aşka düşmüştü. Genç ve inatçı bir delikanlı olduğu için kadını yanında tutması gerektiğini düşündü. Bu yüzden fok kürkünü sıkıca göğsüne bastırdı ve,

“Sevgili bayan, benim eşim olun. Ben size aşık oldum ve bu sebeple kürkünüz olmadan karada yaşamak zorunda kalacaksınız. Sizi çok mutlu edeceğime söz veriyorum.”

“Lütfen yapmayın bayım, ben karada asla mutlu olamam. Hem halkım benim için çok endişelenir. Evime dönmeliyim.”

Ancak genç adam kararlıydı. Olabildiğince tatlı bir gülümsemeyle, başını eğdi ve bir dizinin üzerine çökerek,

“Benim küçük ve şirin bir kulübem var. Orada sizi ateşin yanında sıcak tutarım. Size yemeyi dileyebileceğiniz tüm taze balıkları getiririm. Karada mutlu bir hayat yaşayacağınıza söz veriyorum. Lütfen benim gelinim olmayı ve benimle evlenmeyi kabul edin.” dedi.

Genç kadın kürkü olmadığı için çaresiz bir durumdaydı. Karada tutsak kalmıştı ve denizdeki evine dönemiyordu. Böylece yakında ondan kürkünü geri alabileceğini umarak balıkçının elini tuttu, eve doğru yola koyuldular. Balıkçı haftalarca kürkü yanından ayırmadı; çünkü müstakbel eşinin onu çalıp kaçmasından korkuyordu. Bir süre sonra Selkie karadaki yaşama alışmaya başladı. Balıkçı bunu gördüğünde kürkü bacadaki bir çatlağın içine sokuşturarak, onu burada asla bulamaz diye geçirdi içinden. Aradan bir ay geçtikten sonra evlendiler. Çok mutluydular. Balıkçı karısına hem iyi hem çok cömert davranıyordu. Onu gerçekten çok seviyordu ve mutlu etmek için çırpınıyordu; ama kürk konusundaki kararlılığı hala devam etmekteydi.

Selkie gelin zamanla inatçı kocasını sevmeye başladı. Bazen ona şarkılar söylüyordu. Böyle gecelerde balıkçı kendisini dünyanın en mutlu adamı gibi hissediyordu. Yıllar böyle geçerken ve çiftin yedi çocuğu oldu. Selkie gelin evlatlarının hepsini çok sevdi. Çocuklar bazen annelerini sahilde dalmış denizi izlerken bulduklarında,

“Anne, niye bu kadar üzgünsün?” diye sorarlardı.

“Ah, sadece hayallere dalmışım.” diyerek başını sallayan anneleri onları alınlarından öperdi.

Bir gün balıkçı ile en büyük üç çocuğu balık tutmak için tekneyle denize açıldılar. Diğer üçü, ekmek ve süt almak için köye gittiler. Anneyle en küçük oğlu ise evde kalmışlardı. Anne yine pencereden dışarı bakıyor ve kıyıya vuran dalgaları izliyordu. Uzaklarda, kaygan, siyah kayalıklarda bir grup fok oyun oynamaktaydı. Selkie kadın derin bir iç çekti ve gözleri yaşlarla doldu. En küçük oğlu onun yanına koşarak,

“Anne ne oldu? Denize her baktığında neden bu kadar üzülüyorsun?” diye sordu.

Annesi hiç düşünmeden dönüp dedi ki,

“Üzülüyorum çünkü ben denizde doğmuştum. Orası benim bir daha asla geri dönemeyeceğim evim. Baban benim kürkümü sakladı.”

İskoçya’daki tüm çocuklar gibi bu küçük oğlan da Selkie halkı hakkında anlatılan hikayeleri duymuştu. Bu nedenle annesinin kim olabileceğini hemen anladı. Şömineye koştu, uzanarak fok kürkünü bulunduğu yerden çekip çıkardı ve annesine göstererek,

“Bu mu?” dedi.

“Nasıl buldun?” diye hayretler içinde sordu annesi.

“Bir gün babamla burada yalnızdık. Kürkü gizlediği yerden çıkarıp baktı. Bana onun çok özel olduğunu söyledi. Şimdi neden öyle dediğini anlayabiliyorum.”

Kadın önce kürküne sonra uzanıp çocuğuna sarıldı. “Canım,” dedi fısıldayarak, “seni her zaman seveceğim.” Sonra kürkü göğsüne sıkıca bastırarak dışarı, denize koştu. Kürkünün içine girdi ve suya daldı.

Balıkçı ve çocukları eve dönerlerken bir grup fok balığının yanından geçtiler. Adam, teknenin yanında yüzünde garip bir ifadeyle kendilerine bakmakta olan pırıl pırıl, genç bir fok balığı gördü. Sonra onun suda kaybolup giderken acı bir çığlık attığını işitti. Eve varıp olanları duyduğunda ise kalbi paramparça oldu. Oğlunun kendisinden çok daha cesur, cömert ve sevgi dolu bir insan olduğunu anlamıştı. Balıkçı ile çocukları, yaşamlarının geri kalan kısmında Selkie kadını özlediler; ama onun ait olduğu dünyada mutlu olduğunu biliyorlardı. Bir süre sonra bir fok balığı sürekli kıyıya gelip uzun uzun yüzmeye başladı. Babayla evlatları bir daha hiç aç kalmadılar; çünkü ağları her zaman kocaman parlak balıklarla doldu.

Çeviren: Eylem Rosseland

Bea Ferguson’un anlatımıyla masalın orjinali:

https://tracscotland.org/wp-content/uploads/2018/03/The-Selkie-Bride.pdf

Fındıkkıran




Fındıkkıran’ı sever misiniz?

Eğer benim gibi onu sevenlerden veya esrarengiz bulanlardansanız doğru blog yazısında buluşmuşuz demektir. Yazımızın atmosferine Fındıkkıran’ın tatlı müziklerini eklemek için Berlin Senfoni Orkestrası’nı da bu link aracılığıyla aramıza davet edelim istiyorum. Müzik çalmaya başlayınca ben de onca yıl, binlerce okura, müzisyene, tasarımcıya, dansçıya ve seyirciye ilham veren ve onları bir araya getiren bu Fındıkkıran aslında kim diye düşünmeye başlıyorum. Öyle ya, kim bu Fındıkkıran? Boyalı bir oyuncak bebek mi? Bir mutfak gereci mi? Sorumun cevabı olarak düşümde önce ahşaptan oyma tacı, karışık yarı uzun sacları ve el boyaması kocaman hülyalı gözleriyle uzaklara bakan yakışıklı bir fındıkkıran beliriyor. Sonra ardında bir derinlik… Ardında bir pırıltı ve toz görünüyor. Sihir… Tüy gibi uçuşarak danseden gençler, rengarenk ipek ve tül kostümler, özenle tasarlanmış dekorlar… Sonra bunların hepsini hem doğuran hem de sarmalayan Pyotr İlyiç Çaykovski’nin (1840-1893) unutulmaz bestesi beliriyor. Ve ardında o müzikte çözülüp kaybolan kendim…

Norveç Opera ve Balesi’nde Fındıkkıran

Ne şanslıyız ki, soğuk ve karanlık Aralık gecelerinde, eski bir Alman masalı ve bir rus bestesi, Oslo’da modern bir binada, dönemimizin sanatçılarının emekleriyle rengarenk bir bale gösterisiyle yeniden biçimleniyor. Hikaye özünde Ernst Theodor Wilhelm Hoffmann’ın 1816 yılında yayımladığı “Fındıkkıran ve Fare Kral” masalına dayansa da, Çaykovski’nin 1892 yılında yazdığı iki perdelik Fındıkkıran balesine ilham veren versiyonu, masalın 1845 yılında Alexandre Dumas tarafından konusu fazla değiştirilmeden yeniden düzenlenmiş halidir.

Norveç Opera ve Balesi’nin 2016 yılından beridir sahneye koyduğu son uyarlamaki hikaye ise 1905’ler Kristiania’sında geçiyor. Yani bugünkü adıyla Oslo’da… Balenin koreografisi Kaloyan Boyadjiev‘e, sahne tasarımı Jon Bausor’a, dansçıların kostümleri yine Jon Bausor ve Bregje van Balen’e ait. İlk perdede kahramanımız Clara, ailesinin verdiği görkemli Noel davetine katılır. Eve gelen konuklar aileye birbirinden harika armağanlar getirmiştir. Çocuklukla genç kızlık arasında kalan Clara, davetteki çocukların oyununa katılmak için çok büyük, yetişkinlerin sohbetine katılmak içinse fazla küçüktür. Kendisini dışlanmış hissetmektedir. Vaftiz babası Bay Drosselmeyer o akşam bütün çocuklara el yapımı hediyeler verir. Clara’nın noel hediyesi, sırtındaki mandala basıldığında ağzına konan fındığı kıran el yapımı ahşap bir bebektir. Tıpkı bir askere benzemektedir. İlerleyen saatlerde Clara yorulur ve Noel ağacının dibinde uykuya dalar. Gözlerini açtığında her şey değişmeye başlamıştır. Şömineden odaya giren Fare Kral ve ordusu, canlanan Fındıkkıran’la savaşır. Mücadele sırasında yara alan Fındıkkıran, Bay Drosselmayer tarafından yaşama döndürülür ve artık bir prenstir. Fındıkkıran Prens, Clara’yı bir Noel süsünün içinde masallar ülkesine götürür. İkinci perdede ise, bu büyülü yerde, yabancı konukların ailesine vermiş oldukları bambaska kültürlerden gelen egzotik armağanlar canlanır ve Clara için dans etmeye başlarlar.

Sonra ne oluyor diye sorarsanız, hikayeye göre Clara düşünden uyanır, gösteri görünüşte biter ve Eylem eve döner; ama müzik aslında hiç bitmez. Tatlı bir bahar gününde veya güneşli bir yaz tatilinde bile çalmaya devam eder. Hani bazı müzikler vardır, sessizce hayatınızın arka planına yerleşmiştir. Biriyle konuşurken, hayal kurarken, çalışırken, gülerken veya sevdiklerinizi özlerken diğer seslerden bağımsızca kafanızda çalmaya devam eder. İşte o müziklerden biri benim için Fındıkkıran balesinin bestesidir. En sevdiğim kısmı da “The Last Waltz”dır. Hayallerin doruğa ulaştığı, ama rüyanın henüz bitmediği o güzel son dans… Bazen çok merak ediyorum. Nasıl, ama nasıl yaratabilmiş Çaykovski bu neşeli, canlı, rüya gibi müzikleri ve insanların yaşamına nasıl hala böyle hoş pırıltılar katıp tatlı anları böyle çoğaltabiliyor?

Çaykovski’nin bestesiyle canlanan bu sıcak noel masalının akşamları uzun ve puslu Aralık ayının sembollerinden biri haline gelmesi aslında hiç şaşırtıcı değil. Tam da bu sebeple yıllar içinde bu balenin birkaç farklı yorumunu izlemiştim. Ancak, Norveç Opera ve Balesi’nin son dönemde sahneye koyduğu eser, bence diğer örneklerin arasından sıyrılıyor. Görkemli sahne tasarımı, incecik işlenmiş anlatımı ve parlak kostümlerin arasından sızan o çocuksu masumiyeti insanı sarıp tatlı bir hikayenin işine çekiyor.

Gösteri için dökülen teri unutup büyü hiç bitmesin, eve dönme saati hiç gelmesin, “Son Vals” loopa alınsın, Clara rüyasından uyanmasın, Fındıkkıran Prens tekrar boyalı bir bebeğe dönüşmesin istiyor insan. Çok şanslıyız ki bale gösterisi sona erse de on bir ay sonra geri dönüyor ve yine, donuk ve karlı bir gecede renkli bir masalın içine düşme olanağı veriyor bize. O yüzden Fındıkkıran benim için bir Noel öncesi geleneği oldu. Son yıllarda bilet bulmanın neredeyse imkansız hale gelmiş olmasına bakılırsa, meraklıların sayısı oldukça artmış olmalı. Bence balenin tek kusuru da burada yatıyor. Bilet fiyatları çok yüksek ve biletler çok çabuk tükeniyor. Bu kadar güzel bir şölene sadece bazı çocukların ve gençlerin ulaşabiliyor olması bence haksızlık. Tabii haksızlıklar konusuna girersek işin içinden çıkamayabiliriz ve muhtemelen de sıra baleye gelmez bile. Yine de Aralık ayında Oslo’daysanız ve fırsatınız varsa, bu gösteriye bir bakmanızı öneririm. Plan yapmak için erken gibi görünse de, biletler yaz öncesinde satışa çıkıyor ve sahneye yakın, iyi komünumdaki koltukların biletleri çabucak tükeniyor. Ben geçen yılki biletimi yanlış hatırlamıyorsam Mayıs ayında almıştım. Gidemeyecek olanlar içinse salgın döneminde televizyonda gösterilen videosunun linkini yazının sonuna ekleyeceğim.


Gennady Spirin’in Resimleriyle Fındıkkıran

Fındıkkıran’ın ilk kez 1996 yılında yayımlanan bu basımı Hoffman’ın masalına sadık kalınarak yapılmış. Doksan dokuz sayfalık kitabın çevirisi Aliana Brodmannsa ait. Rus ressam ve illüstratör Gennady Spirin’in kapağı ve sayfaları süsleyen suluboya illüstrasyonlarının güzelliği bence hikayeye güzel yorum katmış. Aslında buraya kitaptan resimler eklemek istiyordum, ancak Spirin’in kendi sitesinde bile kitaptan kapak haricinde bir görüntü paylaşmadığını görünce kitabın telif haklarını gözettiğini anladım. Bu sebeple ben de çektiğim fotoğrafları eklememeyi seçtim. Ben bu kitabı yıllar önce yeğenim Deniz için almış, evde Norveççe bir baskısı olmasına rağmen sadece resimlerinin güzelliği sebebiyle kendim için de bir adet sipariş etmiştim. Benim kitabım ne yazık ki elime hiç ulaşmadan kaybolmuştu. Bu sebeple Noel tatilinde kitabı Deniz’den ödünç aldım ve benimle Atlantik okyanusunu geçerek Norveç’e geldi. Onu diğer resimli kitapların arasına koydum. Umarım sahibi gelip alana kadar yeni arkadaşlarıyla hoş vakit geçirir. Eski bir kitap olmasına rağmen bugün itibarı ile Amazon’da veya çok daha uygun bir fiyata (iki veya üç dolara) Ebay’de hala temiz ve güzel örneklerini bulmak mümkün.


Evet, yine bir blog yazısının daha sonuna geldik. Sabredip yazıyı sonuna kadar okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir dahaki blog yazısı şahane bir animasyon film hakkında olacak. O zamana dek sevgiyle kalın. ❤️

Eylem Rosseland



https://www.operaen.no/forestillinger/arkiv/2022/notteknekkeren-ballett/

https://tv.nrk.no/se?v=MKTV45000120

https://www.gennadyspirin.org/gallery

Yeni Yıl


Merhaba,

Yeni yılınızı kutlamak ve mutlu, huzurlu, sağlıklı ve neşeli bir yıl dilemek için uğradım. Umarım 2024 sevdiklerinizle birlikte dolu dolu yaşadığınız şahane bir yıl olur. Ben yeni yıla evden çok uzakta Michigan’ın bahçeleri geceleri noel ışıkları, gündüzleriyse kızılgerdanlarla süslenmiş güzel, küçük bir şehrinde girdim. Orada kaldığım süre içinde Fındıkkıran hakkında yazmayı istedim. Fazla zamanım olmadığı için yazıyı yetiştiremedim, ancak size tanıtmak üzere yeğenim Deniz’den Fındıkkıran’ın çok güzel resimlendirilmiş bir baskısını ödünç aldım. Bir dahaki yazımda bale gösterisiyle birlikte ona da yer vereceğim. O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgiler ❤️

Eylem


Bir Kış Gecesi…



Karlı bir kış gecesinden merhaba, 

Bu defa arayı çok uzatmadım umarım. İyisiyle ve kötüsüyle bir seneyi daha yaşadık ve anılarımıza katmak üzere yüzümüzü gelmekte olan taze yıla ve umuda döndük. 2024’e şöyle bir bakmak için geleceğin perdesini aralıyorum, karşıma tüm planların ve görevlerin arasından bana göz kırpan dileklerim çıkıyor. Onları noel ağacına asmak isiyorum. Hem kendim hem de yine zor dönemlerden geçen insanlığımız için… Aralık ayında bir sınav projesi teslimi olduğu halde katıldığım etkinlikleri yoğun tutmak istedim. Hem şehirde yoğun bir etkinlik takvimi olduğu için hem de yılın en karanlık akşamlarını biraz ışıkla süslemek istediğimden… Geçen yaz Oslo Filarmoni Orkestra’sının toplu konser biletlerinden birini aldığım için, bu sene zaten düzenli şekilde konserlere gidiyorum (Oslo’daysanız ve hali hazırda takip etmiyorsanız Filarmoni’nin programına bir bakmanızı öneririm). Ay başında bu rutin konserlere iki farklı konser, bir masal etkinliği, bir bale ve sinemada gösterien klasik bir noel filmi de eklenince, Aralık ayının ilk iki haftası sanatla dolu geçmiş oldu. İzlediğim her şeyden söz etmeye zaman yetmeyeceği için size anlatmak üzere iki gösteri seçtim. Bunların ilki Nationalthreatret, yani Ulusal Tiyatro’daki noel konseri. İkincisi ise, bir sonraki blog yazısını ayırmayı planladığım ve kalbimde ayrı bir yeri olan Fındıkkıran Balesi.



Noel Konseri – Nationaltheatrets Julekonsert

Tiyatro’da verilen konserlere daha önce hiç katılmamıştım. Bu yüzden, biletimi alırken biraz heyecanlı biraz da meraklıydım. O akşam Oslo epeyce soğuktu. Tiyatro binası evime yakın sayılır aslında ama telefonda – havanın -9 derece olduğunu görünce biraz direnmiş olacağım ki kapıdan yine son anda çıkmayı becerdim. Eldivenlerimi giyecek vaktim bile olmadığından durağa geldiğimde elimde tuttuğum eldivenlerin birini düşürmüş olduğumu fark ettim. En az on senedir kullandığım emektar eldivenimimi kaybettiğim için üzülecek fırsatım bile olmamıştı; çünkü otobüsü kaçırdığımı anlamış, yeni otobüs saatlerine bakmaya dalmıştım. Yine de güzel bir akşam olacağını hissediyordum. Öyle de oldu. Öncelikle kapıların kapanmasına üç dakika kala konsere yetiştim. Sonra ilk sıradaki tek boş koltuk bana ait olacağı için (salona en geç ben girmiştim) yerimi bulmak kolay oldu. Ondan sonrasıysa hepten şahaneydi. Konser dediğime bakmayın, hem şarkılarla hem de hikayelerle dolu bir gösteriydi. Tiyatro sanatçıları sırayla ve bazen birlikte noel şarkıları söylediler, şiirler okudular ve masallar anlattılar. Biz seyirciler hem güldük hem ağladık. Ortamın güzelliğini hatırlayabilmek için bir fotoğraf çektim ama içerideki sıcaklığı ve samimiyeti kadrajım ne yazık ki almadı. Anlatılan ilk masal, Alf Prøysen’in Noel’i Unutan Küçük Köy masalıydı. Masal zaten çok sevimli, ama sanatçının sesi o kadar tatlıydı ki o anlattıkça ben küçüldüm, küçüldüm ve sonunda masaldaki kız gibi beş yaşında oldum. Böylece gösterinin devamını küçük çocuğun şaşkınlığı ve coşkusuyla izleme fırsatım oldu. Bu masalı ilerideki günlerde Türkçe’ye çevirerek bloga eklemeyi planlıyorum. 

Gösterinin ikinci masalıysa Lise Fjelstad’ın anlattığı Kibritçi Kız’dı. Sanatçı, bir kelimesini bile unutmadan ve bütün duygularını sesine vererek o masalı adeta biz seyirciye yaşattı. Tek bir kelimenin bile atlanmadığını biliyorum çünkü masalı sizin için Türkçe’ye çevirmiştim (Dilerseniz buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Fjelstad son cümlesini tamamladığında, salonda ağlayanların sayısı ağlamayanlardan fazlaydı. İki koltuk ötemde oturan seksen yaşlarındaki amcanın gözyaşları gösterinin sonuna dek kurumadı. Küçük bir çocuğun maruz kaldığı maddi manevi yoksulluğu ve içinde yaşadıkları dönemin acımasızlığını bu kadar gerçekçi bir şekilde masallaştırabilen Andersens’in karşısında tekrar saygıyla eğildim. Tabii soğuk ve sıradan bir kış gecesine o büyülü atmosferi veren yaratıcı tiyatro sanstçılarının da hakkını yememek gerek. Bir gösteriyi bu kadar içten ve iddiasız bir şekilde sunabilmenin çok büyük bir çaba ve çalışma gerektirdiğini anlamamak imkansız. Oslo’daysanız ve konsere gitmediyseniz tavsiye ediyorum. Gösteri 30 Aralık tarihine kadar devam edecek. Bu yıl için bilet bulmak zor olabilir; ama 2024’te belki gösteriyi birlikte izleriz? O akşama dönecek olursak, eski ve görkemli tiyatro binasında başlayan büyü, orada kalmadı. Nationaltheatret istasyonundan beni eve kadar takip etti.


Nasıl diye soracak olanlarınız için anlatayım. Eve dönmek için yola çıkmıştım. Tam metro binasına girmek için adımlarımı hızlandırdığım anda, biraz ileride, parke taş döşeli yolda şahane bir köpek gördüm. Kocaman, pofuduk kuyruğu olan kızıl bir köpekti bu. Onun iki adım ilerisinde genç bir adam yürüyordu. Akşam yürüyüşüne çıkmış olmalılardı. Adam belli ki şanslı biriydi. Keşke benim de böyle bir köpeğim olsa diye geçirdim içimden. Üstelik kuyruğunun ucunda tıpkı bir tilkininki gibi beyaz bir tüy öbeği vardı. Ben tam bunları düşünürken o güzel hayvan yolunu değistirdi ve önümden geçti. O an onun köpek değil, kocaman, besili bir tilki olduğunu anladım ve ben, tilkilere bayılırım. O saatte, şehrin en işlek noktalarından birinde bir tilkinin ne işi olabilirdi? Adını bilmediğim için arkasından “Tilki” diye seslendim, ama dönüp bakmadı. Biraz ilerideki sarayın bahçesinde mi yaşıyordu acaba? Nereye gidiyor olabilirdi? Hava çok soğuktu ve epeyce geç olmuştu. O yüzden kendimi her aklı başında yetişkinin yapacağını yapmak zorunda hissettim. Yolumu değiştirerek tilkinin peşine takıldım. O kadar çabuk gözden kaybolmuştu ki, onu epeyce bir zaman aramak zorunda kaldım. Bir zaman sonra eldivensiz kalan elim soğuktan kıpkırmızı olmuş, hissizleşmeye başlamıştı. Biraz kaybolan eldivenimi, biraz da küçük Kibritçi Kız’ı düşünerek çalıların arasında tilkiciği aramaya devam ettim; ama yoktu. Pırıltılı tüyleri sokak ışıklarına karışıp bu kadar çabuk kaybolabildiğine göre evi veya güvenli bölgesi bu yakınlarda olmalıydı. Kürkü çok sağlıklı ve bakımlı göründüğü, kilosu da yerinde olduğu için aslında içim rahat olmalıydı. Metro istasonuna geri dönmekten başka seçenek kalmamıştı elimde. Zaten tilkiyi bulsam da bir noktada geri dönmek zorunda kalacaktım. Durumu kabul edip eve geldiğimde kapının yanında, yerde küçük siyah bir eldivenin şekerleme yapmakta olduğunu farkettim. Emektar eldivenim kaybolmamıştı. Sadece soğuktan biraz gözü korkmuştu belki. Onu alıp eşiyle birlikte girişteki aynanın önüne koydum. Kim bilir belki de eşi ona o gece kaçırdığı güzel şarkıları söylemiş, küçük bir şiir okumuş ve tatlı bir iki masal anlatmıştır. Gecenin büyüsünün, beni eve kadar sadece kapıdan geri dönmek için takip etmiş olması mantıklı olmazdı zaten.



Ben size bunları anlatırken saat iyice ilerlemiş. Yarın sabah erken kalkmam gerekiyor. Zaman ayırıp okuduğunuz ve o güzel akşamı bu yazı üzerinden benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Bakmak isteyenleriniz için noel konseriyle ilgili bilgi veren linki ekleyeceğim. Bir dahaki blog yazısında buluşmak dileğiyle… 

Sevgiler, ❤️

Eylem Rosseland

https://www.nationaltheatret.no/forestillinger/julekonsert/


Alice Yüz Elli Yaşında!

Alice Harikalar Diyarında -Alice's Adventures In Wonderland - Lewis Carroll & Sir John Tenniel'in İllüstrasyonlarıyla

Alice Harikalar Diyarında -Alice’s Adventures In Wonderland – Lewis Carroll & Sir John Tenniel’in İllüstrasyonlarıyla

 

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice Harikalar Diyarında ile ilgili uzun zamandır yazmak istiyordum.Bir masal ve çocuk edebiyatı sayfası yapıp o sayfada dünyanın en çok basılmış ve en çok okunmuş klasiklerinden birine yer vermemek olmazdı. Her ne kadar çocukken bu kitabı çok zor bitirsem de, kalbimde her zaman özel bir yere sahip oldu. Bu dönem, üniversitedeki seminerlerden birinde tanıtmak üzere Alice‘i seçtim ve Paskalya’dan bir hafta önce gerçekleşen seminer sırasında bu seçimde yalnız olmadığımı gördüm. Bize önerilen onca kitap arasında en çok tercih edilen kitap yine Alice oldu; ben de böylece kitabı yetişkin olarak okuyan diğer eğitimcilerin yaklaşımlarını görmüş ve kitaba birçok başka perspektiften bakma şansına erişmiş oldum. Orjinal adıyla Alice’s Adventures in Wonderland, İngiliz yazar Lewis Carroll tarafından yazılmış bir çocuk romanı; fakat bu kadar ünlü olması, yetişkinlerin dünyasında kendisine böyle bir yer edinebilmesi ve yüzlerce diğer sanat eserine esin kaynağı olması elbette bir tesadüf değil. Alice de sevdiğimiz, saydığımız ve baş tacı ettiğimiz bütün sanat eserleri gibi, hem çağını kendisine has bir dille anlatan hem de çağının ötesinde bir eser. Hazır yeniden okumuşken, Lewis Carroll’un bu enteresan kitabıyla ilgili bir yazı yazmadan geçmek istemedim.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

http://commons.wikimedia.org/wiki/File:Lewis_Carroll_1863.jpg Lewis Carroll 1863

Lewis Carroll 1863

Lewis Carroll Kimdir?

Lewis Carroll aslında sadece bir takma isim. Alice’nin yazarının gerçek adı Charles Lutwidge Dodgson. Dodgson 1832 yılında Cheshire’da (Cheshire Kedisi’nin adı buradan gelmekte) doğmuş ve Oxford Üniversitesinde ders vermiş olan başarılı bir matematikçidir. Hayatının büyük kısmını Oxford’da geçirdikten sonra 1898 yılında Guilford’da hayata gözlerini yummadan önce başka kitaplar, şiirler ve makaleler de yayımlamış, mantık alanında çalışmalar yapmış ve zamının yeni gelişmelerinden biri olan fotoğrafçılığın öncülerinden biri sayılmıştır.

Dodgson Alice’nin maceralarını ilk kez 1862 yılında bir tanıdığının çocuklarına hikaye anlatırken yaratmış. Hem bu çocuklardan bir tanesi hem de hikayenin ilham kaynağı olan Alice Liddell, Dodgson’dan anlattığı bu güzel masalı bir deftere yazıp kendisine vermesini isteyince, yazar onun isteğini geri çevirmemiş ve ilk hali doksan sayfa olan bu romanı eliyle yazıp, otuz yedi adet illüstrasyonla süsleyerek Alice Liddell’e hediye etmiş. Kitap tamamlandıktan bir yıl sonra, 1865 yılında basılmış. İşte o günden bugüne tam yüz elli sene geçmiş ve Alice bu yıl yüz ellinci yaşını kutluyor. El yazması orjinalin adı Alice’s Adventures Under Ground. Yazar daha sonra hikayenin üzerinde çalışarak kitabı baskıya hazır hale getirmiş. Alice Harikalar Diyarında ile ilgili araştırma yapmak ya da ödev hazırlamak isteyen okurlar, el yazması kitaba buraya tıklayrak ulaşabilirler ve baştan sona okuyup resimlerine bakabilirler.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice Harikalar Diyarında -Alice's Adventures In Wonderland - Lewis Carroll & Sir John Tenniel'in İllüstrasyonlarıyla

Alice’s Adventures In Wonderland – Lewis Carroll With illustrations by Sir John Tenniel

Yazar, yıllar sonra Alice’in hikayesini ikinci kitapla devam ettirmiş. Bu kitabın adı Through the Looking-Glass and what Alice found there yani Türkçe’ye çevrilmiş adıyla: Aynanın İçindenAlice Harikalar Ülkesinde İkinci Kitap. Özellikle ilk kitabın baskısını birçok yayınevinden edinebilirsiniz. Benim bildiklerimden iki tanesi, Can Yayınları ve İş Bankası Yayınları tarafından basılanlar. Hatta İş Bankası Yayınları’nın bir baskısını bana Türkiye’den bir arkadaşım almıştı. Bu sayede seminer için hazırlanırken, Türkçe çevirisine bakma fırsatını da yakalamış oldum. Kitap kelime oyunlarıyla, sözleri değiştirilmis şarkılarla ve atasözleri ile dolu olduğu için orjinal dilinde okumak bambaşka bir keyif; ancak aynı sebep yüzünden çocuklar, özellikle de İngilizce’yi yabancı dil olarak öğrenen çocuklar için bu koca romanı baştan sona asıl dilinde okumak zor olacaktır diye tahmin ediyorum. Katıldığım seminerdeki Amerikalı öğretim görevlisi, kitabı ilkokuldayken eline aldığını ama dili yüzünden bitiremeden bıraktığını, daha sonra ortaöğretim sırasında okuyabildiğini söyledi. O zaman Alice‘i okumakta zorlanan tek çocuk ben değilmişim diye düşündüm; çünkü küçükken hikayeyi çok esrarengiz ve çekici bulmama ve Türkçe okumama rağmen bütün kitabı bitirmem çok zaman almıştı. Yetişkin olarak okumaksa çok büyük bir keyif oldu; çünkü kitabın çağının politikasını, İngiliz geleneklerini, insan ilişkilerini sembolik ama mizahi bir dille anlattığını gördüm. Yazarın bu renkli rüya perdesinin ardından sunduğu gerçekçi eleştiri ve saptamaları görmek çok keyifliydi. Yetişkinlerin neden bu hikayeyi anladıklarını ve sevdiklerini, sanatçıların filmlerle, tiyatro eserleriyle, yeni kitaplarla bu hikayeyi neden tekrar tekrar yorumladıklarını tahmin etmek güç değil. Kitaptaki karakterler ve bu karakterlerin diyalogları tek tek ve yakından incelemeye değer. Küçük Alice’in saçma deyip geçtiğimiz rüyasında yer alan karakterlerin hepsi ayrı bir dünya ve hepsinin size anlatacakları enteresan bir hikayeleri var. Tam da bu karakter zenginliği yüzünden, kitap hem okulda hem de yaratıcı projelerde kullanılmaya çok uygun.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice I Eventyrland -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Caroll & Anthony Browne-

Alice Harikalar Diyarında, birçok değişik perspektifle yorumlananabilecek özel bir kitap. Kitabı duyup Alice’in sürekli büyüyüp küçüldüğünü bilmeyen yoktur. Bu ilginç konunun üzerinde biraz düşününce, kitabın metaforlarla dolu olduğunu farketmemek imkansız hale geliyor. Alice’in bu değişken görüntüsü bana büyüme çağındaki bir çocuğun sürekli değişmekte olan hayatına ve bedenine adapte olmayı öğrenene kadar karşılaştığı kapılardan geçebilmek, girdiği mekanlara uyum sağlayabilmek ve karşısına çıkan fırsatlardan faydalanabilmek için sürekli büyümek ya da küçülmek zorunda kalmasını hatırlattı. Kahramanımızın geçirdiği değişimleri kontrol etmekte zorlanması, size de bazen küçük birer çocuk gibi davranmalarını bazen de yaşlarının elverdiğinden fazla anlayış ve uyum göstermelerini beklediğimiz çocukları anımsatmıyor mu? ”Biz yetişkinlerin oluşturdukları sosyal ortamlara ve kurumlara adapte olabilmek içim sürekli büyüyüp küçülmek zorunda kalan, farklı yetişkinlerin farklı tavırları yüzünden bazen yaşlarından daha büyük bazen de daha küçük çocuklar gibi muamele gören ve bu tavırlarla başetmek için farklı tepkiler vermesi gereken çocukların hayatları, Harikalar Diyarı’nda olduğundan daha mı az tuhaf?” diye sormadan edemiyorum. Küçük kardeşlerinin yanında yetişkinler kadar anlayışlı birer abi ve abla gibi davranacak kadar büyük, sofrada doyup doymadıklarına karar veremeyecek kadar küçük, okul ödevlerini yaparken ağırbaşlı bir memur ciddiyeti taşımaları gerektiğini bilecek kadar olgun olmalarını istediğimiz çocuklar… Aslında aynı durum bazen biz yetişkinler için de geçerli değil mi? İş ya da özel ilişkilerimizde zaman zaman kendimizi olduğumuzdan güçlü veya olgun ya da daha zayıf ve küçük hissettiğimiz olmuyor mu? Aile büyüklerimizin yanında çocuklaşırken, çocuklarımızın ya da öğrencilerimizin yanında daha olgun ya da büyük, arkadaşlarımızın yanında daha genç ve eğlenceli hissetmiyor muyuz? Bu rolleri öğrenirken bizler de Alice gibi zaman zaman kim olduğumuzu sorgulamadık mı? Nereye varmak istediğimize karar vermeden hangi yola gitmemiz gerektiğini sormadık mı? Yeni rollerimize uyum sağlama sürecinde kendi gözyaşlarımızda yüzecek ya da evlerimizden taşacakmış gibi hissettiğimiz olmadı mı hiç? Harika bir mizahi dille yazılmış bu kitabı gülerek okusam da, son sayfayı bitirip kenara koyduktan sonra aklıma hep bu ve benzeri sorular takıldı.

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice I Eventyrland -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Caroll & Anthony Browne-

Cheshire Kedisi, Beyaz Tavşan, Sahte Kaplumbağa, Kupa Kraliçesi Ve Diğerleri…

Alice’in Harikalar Diyarı’nda karşılaştığı karakterlerin ve kitabın altını çizdiği temaların hepsi üzerinde konuşmaya değer; ama ne yazık ki burada hepsinden söz etmek mümkün değil. Saçma gibi görünen söylemlerinin ardında birçok değişik mesaj veren garip Düşes, telaşlı ve kraliçeyi kızdırmaktan ölesiye korkan Beyaz Tavşan, üzülecek hiçbir şeyi olmadığı için ağlayan Sahte Kaplumbağa, filozof Cheshire Kedisi, kaçık Şapkacı ve Mart Tavşanı’nı unutmak mümkün değil. Ülkedeki her şahsın kafasını uçurmak için en az bir kere emir vermiş olan; ama kimsenin dinlemediği Kupa Kraliçesi ise, kimi araştırmacılara göre, kitabın yazıldığı dönemin İngiltere’sini ve Kraliçe Victoria’yı adeta karikatürize ederek anlatıyor. Önce ceza verip sonra yargılama yapılması gerektiğini düşünen, tahtı ve yetkisizliği arasında kaldığını farketmeden emirler yağdıran Kraliçe’yi, onu rahatlatarak idare eden Kupa Kralı’nı ve bütün hikayeyi hem politik hem de cinsiyet ve sınıflar arası güç ilişkileri açısından inceleyen birçok makale bulmak mümkün.Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice I Eventyrland

Alice Harikalar Diyarında -Lewis Carroll. Illustrated by Anthony Brown -Bokklubbens Barn

Alice I Eventyrland

Alice Harikalar Diyarında, Disney tarafından çizgi filmleştirilmiş bir kitap. Disney’in, işlediği eserlerdeki karakterlere ve olaylara çok belirgin imajlar verdiğini ve bu imajların zamanla reklam ürününe dönüşüp asıl karakterlerin olduklarından biraz daha yüzeysel algılanmalarına sebep olduğunu düşünüyorum. Bu durum bir bakıma hikayelerin içini boşaltıyor ve eserleri henüz onlarla buluşmamış okurlara eksik sunuyor gibi geliyor bana. Alice de mavi kabarık elbisesi ve uzun sarı saçlarıyla reklam yüzü olmuş Disney prenseslerinden birini andırsa da, hikayenin aslı bundan çok daha fazlasını barındırıyor ve çok daha geniş bir kitleye hitap ediyor. O yüzden fırsatı olan herkesin bu klasiğe bir kere ya da bir kez daha bakmasını tavsiye ediyorum. Kitabın içinde yer alan değiştirilmiş şarkı sözleri, atasözleri ve kelime oyunlarını asıl dili olan İngilizce’de okumak ayrı bir keyif olsa da, gayet iyi Türkçe çevirileri de mevcut. Ben birkaç yıl önce bir kitapçıda Norveççe’sini bulup almıştım; ama henüz okuma fırsatım olmadı. Alice’in illüstrasyonlarını yapan İngiliz illüstratör Anthony Browne, alanında ünlü ve ödüllü bir sanatçı ve ben de haliyle daha kapağı görür görmez vurulmuştum. Alice’nin çocuklar için okunması zor bir kitap olduğuna değinmiştim; o yüzden çocuğunuz bu kitabı kendisi okurken takip etmekte zorlanıyorsa, siz yüksek sesle her gün bir ya da iki bölüm okuyabilirsiniz. Kitap okumayı sevmeyen oğlunu okuması için zorlamak yerine, ona Yüzüklerin Efendisi serisinin bütün ciltlerini akşamları yüksek sesle okuyan bir babayla karşılaştıktan sonra, bu tür etkinliklerin sadece okul öncesi küçük çocuklarla sınırlandırlmayabileceğini gördüm.

Bu uzun yazıyı bütün kedilerin ve çocukların biraz filozof olduklarını hatırlatan Cheshire Kedisi ve Alice’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Umarım hepiniz harika bir hafta sonu geçirirsiniz.

SevgilerFree-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Alice and the Cheshire Cat

Free-Vintage-Rose-Clip-Art-By-FPTFY

Kaynaklar:

http://www.bl.uk/onlinegallery/ttp/alice/accessible/page1.html#content

Welcome

Home

Bülbül Ve Gül

başlık

Bülbül Ve Gül -Oscar Wilde

Oscar Wilde & Anne Cecilie Røgeberg

-Ona kırmızı güller götürürsem, benimle dans edeceğini söyledi, diye haykırdı genç öğrenci. Ama bahçemde tek bir kırmızı gül bile yok.
Bülbül, meşe ağacının içindeki yuvasından bunu duydu, yaprakların arasından bakıp merak etti.
“Bütün bahçede bir tanecik kırmızı gül yok!”, derken güzel gözleri yaşla dolmuştu. “Ah şu mutluluk ne kadar küçük şeylere bağlı! Bilgelerin bütün yazdıklarını okudum, felsefenin bütün sırlarına eriştim ama yine de kırmızı bir gülün yokluğu hayatımı mahvediyor.”
-İşte, nihayet gerçek bir aşık, dedi bülbül. Hiç tanımadığım halde gecelerce onu şakıdım, gecelerce yıldızlara onun hikayesini anlattım ve şimdi onu görüyorum. Saçları sümbül gibi koyu; dudakları yüreğinin arzuladığı gül kadar kırmızı; ama tutku, yüzünü soluk bir fildişine döndürmüş, keder alnını mühürlemiş.
-Prens yarın gece balo veriyor, diye söylendi genç öğrenci. Benim aşkım da gidecek. Ona kırmızı bir gül götürürsem, gün ağarıncaya dek benimle dans edecek. Ona kırmızı bir gül götürürsem onu kollarıma alacağım. Başını omzuma yaslayacak ve eli elime kenetlenecek. Ama bahçemde hiç kırmızı gül yok; yani yapayalnız oturacağım. O yanımdan geçip gidecek. Bana aldırış etmeyecek ve kalbim kırılacak.
-Gerçek aşık işte bu, dedi bülbül. Benim şakıdıklarımın acısını o çekiyor; benim için mutluluk kaynağı olan, onun için keder. Aşk kesinlikle harika bir şey! Zümrütlerden daha kıymetli, kıymetli opallerden daha değerli. Lallerle değiş tokuş edilemez, çarşıda bulunmaz. Ne tüccarlardan satın alınabilir, ne de terazide altınla tartılabilir.
-Müzisyenler yerlerine oturup telli sazlarını çalacaklar ve sevdiğim, arp ve kemanın sesiyle dans edecek. Dans ederken öyle hafif olacak ki, ayakları yere değmeyecek ve parlak giysileri içindeki saraylılar etrafını saracaklar. Benimle dans etmeyecek, çünkü ona verecek kırmızı bir gülüm yok, diyerek kendisini çimenlerin üzerine attı, yüzünü ellerinin arasına gömdü ve ağladı.
Kuyruğu havada yeşil küçük bir kertenkele, yanından koşarak geçerken sordu:
-Niye ağlıyor?
-Sahi niye, diye sordu bir ışık demetinin ardından kanat çırpmakta olan kelebek.
-Sahi neden, diye alçak ve yumuşak bir sesle yanındakine fısıldadı papatya.
-Kırmızı bir gül için ağlıyor, diye yanıtladı bülbül.
Hepsi bir ağızdan:
-Kırmızı bir gül için mi, diye bağırdılar. Ne kadar gülünç!
Pek alaycı bir şey olan küçük kertenkele kahkahayla güldü. Ama bülbül, öğrencinin kederindeki sırrı anladı; meşe ağacında sessizce oturup aşkın esrarını düşündü. Sonra birden kahverengi kanatlarını açıp havaya yükseldi. Koruyu bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçe boyunca dolaştı. Çimen tarhın ortasında güzel bir gül ağacı duruyordu. Bülbül onu görünce çiçekli dallarından birinin üzerine kondu:
-Bana kırmızı bir gül verirsen, sana şarkılarımın en tatlısını söylerim, dedi.
Fakat ağaç başını iki yana salladı:
-Benim güllerim beyaz, diye yanıt verdi. Denizin köpüğü kadar beyaz, hatta dağların üstündeki kardan bile beyaz. Eski güneş saatinin etrafında yaşayan ağabeyime git. Belki istediğini sana o verebilir.
Bülbül eski güneş saatinin çevresinde büyüyen gül ağacına gitti.
-Bana kırmızı bir gül verirsen, sana şarkılarımın en tatlısını söylerim, diye seslendi.
Ama ağaç başını iki yana salladı:
-Benim güllerim sarı, diye yanıt verdi. Kehribar bir tahtta oturan deniz kızının saçları kadar sarı. Tırpancılar tırpanlarıyla gelinceye dek çayırlarda açan nergisten daha sarı. Öğrencinin penceresinin altında yaşayan ağabeyime git. Belki istediğini sana o verebilir.
Bülbül öğrencinin penceresinin altında biten gül ağacına gitti; ama ağaç başını iki yana salladı.
-Benim güllerim kırmızıdır, diye yanıt verdi. Güvercinin ayakları kadar hatta okyanusun kovuklarında dalgalanan mercanlardan bile kırmızı. Ama, kış damarlarımı dondurdu, don tomurcuklarımı kopardı, fırtına dallarımı kırdı. Bu yıl hiç gül vermeyeceğim.
-Bütün istediğim kırmızı bir gül, diye haykırdı bülbül. Sadece bir tane kırmızı gül! Onu sahip olmanın hiçbir yolu yok mu?
-Bir yol var, dedi ağaç. Ama, öyle korkunç ki sana söylemeye cesaretim yok.
-Söyle, dedi bülbül. Korkmuyorum!
-Eğer kırmızı bir gül istiyorsan, onu ay ışığında müzikten kendin yaratıp, kendi yüreğinin kanıyla boyayacaksın. Kalbini bir dikene dayayarak bana şakımalısın. Bütün gece boyunca ötmelisin ve diken kalbini delmeli. Kanın benim damarlarıma dolup benim olmalı, dedi ağaç.
-Kırmızı bir güle karşılık ölüm çok büyük bir bedel, diye haykırdı bülbül. Yaşam herkes için çok değerli. Yeşil ağaçlarda oturup, altından arabasındaki Güneş’i ve inciden arabasındaki Ay’ı seyretmek keyifli! Akçalının kokusu ve vadilere gizlenen mavi çan çiçekleri tatlı, tepelerdeki fundalar gibi. Fakat tüm bunlara rağmen sevgi, yaşamdan üstündür ve insan yüreğinin yanında bir kuşun yüreği nedir ki?
Kuş kahverengi kanatlarını açıp havaya yükseldi. Bahçenin üzerinden bir gölge gibi uçtu ve bir gölge gibi koruyu geçi.
Genç öğrenci, hala bıraktığı yerde, çimlerde yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı. Bülbül, “Mutlu ol!” diye haykırdı.
-Mutlu ol! Kırmızı güle kavuşacaksın. Onu bu gece ben ay ışığında müzikten yaratıp kendi yüreğimin kanıyla boyayacağım. Buna karşılık, senden bütün istediğim gerçek bir aşık olman; çünkü sevgi, bilge felsefeden daha bilgedir ve güç, kudretli de olsa sevgi ondan kudretlidir. Kaanatları alev rengidir ve alev gibi boyanmıştır vücudu. Dudakları bal kadar tatlı, nefesi buhur gibidir.
Öğrenci, çimenden başını kaldırıp baktı ve dinledi; ama bülbülün kendisine söylediklerini anlayamadı; çünkü o sadece kitaplarda yazılı şeyleri bilirdi. Ama Meşe ağacı anladı ve üzüldü; çünkü kendi dalları arasında yuva kuran küçük bülbülü pek seviyordu.
-Bana son bir şarkı söyle, diye fısıldadı Meşe. Çünkü sen gittiğinde kendimi yalnız hissedeceğim.
Bülbül, meşe ağacı için şakıdı. Sesi gümüş bir ibrikten akan su gibiydi. Bülbül şarkısını bitirdiğinde, öğrenci ayağa kalktı, cebinden bir defter ve kurşunkalem çıkardı. Korudan çıkarken kendi kendine:
-Güzelliği yadsınamaz; ama duyguları var mı? Hiç sanmam. Tıpkı birçok sanatçı gibi, içtenlikten yoksun salt bir biçimden ibaret. Başkaları için kendisini feda etmez. Sadece müziği düşünür ve sanatın bencil olduğunu bilmeyen yoktur. Yine de kabul etmek gerekir ki sesinde bazı güzel nağmeler var. Ne yazık ki bunlar hiçbir anlam taşımadıkları gibi işe de yaramıyorlar, diyerek odasına gitti. Ottan yapılmış küçük yatağına uzanıp sevdiğini düşünmeye başladı ve bir süre sonra uykuya daldı.
Ay gökyüzünde parlayınca, bülbül, gül ağacına gidip göğsünü dikene yasladı. Bütün gece boyunca göğsü dikene dayalı şakıdı ve soğuk kristal Ay aşağı eğilip dinledi. Bülbül gece boyunca öttü ve diken göğsünde gitgide daha derine battı. Kanı kabarıp vücudundan çekildi.
Önce bir erkekle bir kızın yüreğinde doğan aşkı şakıdı. Sonra şarkılar şarkıları izledikçe, taç yaprakları da taç yapraklarını izledi ve gül ağacının en üst dalında olağanüstü güzellikte bir gül açtı. Başlangıçta solgun bir rengi vardı, tıpkı nehrin üzerinde asılı duran sis gibi solgundu. Sabahın ayakları gibi soluk, şafağın kanatları gibi gümüşi… Gümüş bir aynada bir gülün gölgesi gibi, bir gülün sudaki silüeti gibi… İşte böyleydi gül ağacının en üst dalında açan gül.
Ama, gül ağacı bülbüle, “Dikene daha çok yaslan.”, diye seslendi. “Daha çok yaslan küçük bülbül; yoksa gül tamamlanmadan gün doğacak.”
Böylece bülbül dikene daha çok yaslandı ve sesi yükseldikçe yükseldi; çünkü bir erkekle bir kızın ruhundaki tutkunun doğuşunu şakıyordu. Gülün yapraklarına narin bir pembelik geldi; tıpkı gelinin dudaklarını ilk öptüğünde damadın yüzünü kaplayan pembelik gibi. Ama diken henüz bülbülün kalbine değmediği için gülün yüreği de beyaz kalmıştı; çünkü bir gülün yüreğini ancak bir bülbülün yüreğindeki kan kızıllaştırabilirdi.
Ağaç Bülbül’e göğsünü dikene daha çok bastırması için seslendi, “Daha çok yaslan küçük bülbül. Yoksa gül bitmeden gün doğacak.”
Bülbül dikene daha çok yaslandı. Diken bülbülün yüreğine dokundu ve kuşun bütün vücudunu şiddetli bir sızı sardı . Acısı arttıkça artıyor şarkısı gittikçe vahşileşiyordu, çünkü ölümle mükemmelleşen aşk için şakıyordu; mezarda bitmeyecek bir aşkı şakıyordu.
Olağanüstü gül, tıpkı doğudaki semaların gülü gibi kızardı. Kıpkırmızıydı yapraklarının çevresi, kıpkırmızı bir yakut gibiydi kalbi. Ama bülbülün sesi kısıldı. Kanatları çırpınmaya başladı, gözlerine perde indi. Şarkısı gitgide soldu ve boğazına bir şeyin takıldığını hissetti. Ardından son bir güçlü ezgi çıkardı. Beyaz Ay bunu duydu ve şafağı unuttu; gökyüzünde kalakaldı. Kırmızı gül duydu, bütün vücudu coşkuyla titredi ve yapraklarını sabahın serin havasına açtı. Yankı, onu tepelerdeki eflatun oyuğuna taşıdı ve uyuyan çobanları düşlerinden uyandırdı. Irmağın sazlarının arasından aktı ve sazlar onun haberini denize götürdü.
“Bak, bak!”, diye bağırdı ağaç. “Artık gül tamamlandı.” Fakat bülbül yanıt vermedi; çünkü uzun otların içinde, kalbindeki dikenle, cansız yatıyordu.
Öğrenci, öğlen vakti penceresini açıp dışarıya baktı.
“Nasıl, ne harika bir talih bu!” diye haykırdı. İşte kırmızı bir gül! Hayatımda böyle bir gül görmedim. Öyle güzel ki eminim uzun Latince bir adı vardır.”
Aşağı eğilip gülü kopardı. Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle koşa koşa profesörün evine gitti. Profesörün kızı kapının önünde oturmuş, bir makaraya mavi ibrişim sarıyor, küçük köpeği de ayaklarının dibinde yatıyordu.
-Size kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğinizi söylemiştiniz, dedi öğrenci. İşte bütün dünyanın en kırmızı gülü. Bu gece onu kalbinizin üstüne takacaksınız ve biz dans ederken o size sizi ne çok sevdiğimi anlatacak.
Fakat kızın suratı asıldı.
-Korkarım giysime yakışmayacak, yanıtını verdi. Zaten Saray Nazırı’nın yeğeni bana gerçek mücevherler gönderdi ve herkesin bildiği gibi, mücevherler çiçeklerden daha pahalıdır.
-Eh, gerçekten çok nankörmüşsünüz! Dedi öğrenci öfkeyle ve gülü sokağa fırlattı. Gül oradan oluğa düştü ve üzerinden bir at arabasının tekerleği geçti.
-Nankör mü, dedi kız. Size bir şey söyleyim mi? Çok kabasınız! Hem zaten siz kim oluyorsunuz ki? Sadece bir öğrenci. Eminim, ayakkabınızda Nazır’ın yeğenindeki gibi gümüş bir toka bile yoktur, dedi ve sandalyesinden kalkarak eve girdi.
Öğrenci uzaklaşırken:
“Sevgi ne kadar aptalca bir şey!”, dedi. “Mantığın yarısı kadar bile faydası yok; çünkü hiçbir şeyi kanıtlamıyor, sonra hep olmayacak şeylerden söz ediyor, insanı doğru olmayan şeylere inandırıyor. Hatta oldukça işe yaramaz ve çağımızda fayda her şeyin başı. Felsefeye dönüp metafizik çalışacağım.”
Böylece odasına odasına döndü, kocaman, tozlu bir kitap çıkardı ve okumaya başladı.

Oscar Wilde

Çeviren: Eylem Rosseland

Nightingale and the Rose  by Oscar Wilde and Isabelle Brent

‘Bülbül Ve Gül’ – Oscar Wilde & Isabelle Brent

Kermesten Aldığım Kitaplar – Bülbül Ve Gül

Kermesten Aldigim Kitaplar. En Floyte Full Av Toner. En Julefortelling. Nattergalen Og Rosen
Bugün saatler ileri alındı. Bütün sabahı bizden bir saat önde koşan zamanı yakalamaya çalışarak geçirdikten sonra akşama doğru pes ettik. Gün, muhteşem olma olasılığıyla ışıl ışıl doğan her yeni gün gibi önce bize umutla göz kırptı; ama zamanla oynadığımızı anlayınca, neredeyse hiç yaşanmamış gibi yanımızdan koşarak kaçıp gitti. Bugünden geriye o kalabalık kafede oturup okuduğum güzeller güzeli acıklı masalın anısı kaldı…

Kermes

Geçen hafta Oslo’nun köklü ilköğretim okullarından birinde büyük bir kermes yapıldı. Oradan kendime üç tane kitap ve Türk kahvesi içerken kullanmak için el boyması espresso fincanları aldım. Bu kitapların ikisini, yukarıdaki resimde (ortadaki ve sağdaki) görebilirsiniz. Bugünkü yazımda, işte bu kermesten aldığım, ve o kalabalık kafede okuduğum Nattergalen og Rosen, yani Bülbül Ve Gül’den söz etmek istiyorum.

BÜLBÜL VE GÜLOrjinal adıyla The Nightingale and the Rose, Oscar Wilde’in ilk kez 1888 yılında yayımlanan ve en çok sevilen masallarından bir tanesi. Masallarını yazdığı dönem, eserlerini inceleyen kimi edebiyatçılar tarafından, yazarın en yaratıcı olduğu dönemlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Bu güzel masalların hepsi bildiğim kadarıyla Türkçe’ye çevrildi ve kitapçılarda mevcut. Ben bir kısmını daha önce farklı kaynaklardan okumuştum. Geçen yılki Londra ziyaretlerimden bir tanesinde, masalların Isabelle Brent tarafından resimlendiği ve toplu şekilde okurlara sunulduğu bir baskısına rastlamıştım ve tabii almadan edememiştim. (Isabelle Brent’ten bir önceki yazımda söz etmiştim. Buraya tıklayarak okuyabilirsiniz) Bülbül ve Gül‘ü Norveççe’ye çevrilmiş resimli bir çocuk kitabı olarak kermeste görünce, hem hikayenin başka bir dildeki ifadesini okumanın önemli olduğunu, hem de kaynak olarak evde bulundurmanın mantıklı olacağını düşündüğüm için almaya karar verdim. Resimlerin güzelliğine hiç değinmemek haksızlık olur elbette; çünkü binlerce kitabın arasında onu farkedebilmemin sebebi Norveçli çizer Anne Cecilie Rogeberg’in rengarenk resimleriydi.

Bu güzel masalı internette birçok kaynaktan Türkçe olarak okuyabilirsiniz; fakat çoğu birbirinin kopyası olduğu için çevirilerin internet ortamına aktarılması sırasında oluşan hataların neredeyse tamamı aynı. O yüzden masalı sizler için orjinalinden kendim çevirmeye karar verdim. Profesyonel bir çevirmen olmasam da, bu kişisel bir blog olduğu için, masalı elimden geldiğince kendi emeğimle ve bilgimle çevirmeyi ve eseri sizlerle bu şekilde paylaşmayı, başkasının çevirisini yayımlamaktan daha doğru buluyorum. Bülbül Ve Gül, bence çok küçük çocuklara sesli okumak ya da anlatmak için çok uygun olmayabilir; ancak genç ve yetişkin okurların bu güzel hikayeden çok keyif alacaklarını düşünüyorum. Bir sonraki yazımda (buraya tıklayarak) masalı Türkçe olarak okuyabilirsiniz.

Sevgiler heart

Bird

Haftanın Kitapları

Bu Haftanin Kitapları

 

Oslo Norveç

Oslo’da Karli Bir Bahar Günü

Satın aldığım, ödünç aldığım, okumak istediğim ve okumak zorunda olduğum kitaplar üst üste eklenerek kocaman bir dağ oluşturmaya başladı. Sabah bu karlı manzaraya uyanınca, günü okuyarak geçirmenin yapılacak en mantıklı iş olacağına karar verdim. Okulda, incelemek üzere önerilen kitapları değerlendirirken, daha önceden duymadıklarımı, normal şartlarda öncelik vermeyeceklerimi ya da yeni bir yaklaşımla yeniden okumam gerektiğini düşündüklerimi tercih ediyorum. Bu sayede hem normalde seçmeyebileceğim eserleri okuma şansım oluyor hem de ufkumun genişlediğini hissediyorum. Günümüzde çocuk edebiyatında esen karanlık ve bu yüzden biraz temkinli yaklaştığım fantezi rüzgarını daha yakından tanıma fırsatı bulduğum gibi, klasik kabul edilen çocuk kitaplarına, akademisyenlerin yorumları ışığında yeniden bakmayı öğreniyorum. O yüzden bu, okul hayatımın belki de en kıymetli yılı.

Geçen hafta değinip tanıtamadığım bir kaç tane kitap vardı. Bu kitapların bazılarını kütüphaneden ödünç almıştım. Eğer şimdi yazmazsam, daha sonra fırsatım olmayabileceği için ilk sırayı onlara veriyorum.

hydrangea-graphicsfairy008sm

Amazing GraceAmazing Grace: Mary Hoffman’a ait bu kitap Grace serisinin ilki. Kitabın resimleri Caroline Binch’e ait ve ilk baskısı 1991 yılında yapılmış. Grace o kadar çok sevilmiş ki, yazar bu başarının ardından aynı kahramanla ile ilgi bir dizi kitap daha yazmış. Eser, bir zamanlar kölelikle savaşın ve özgürlüğün sembolü olmuş Amazing Grace adlı ilahi ile aynı adı taşıyor. Kitapta dinsel bir öğeye ya da bu şekilde yorumlayacağım bir ifadeye rastlamadım; ancak siyahi bir çocuğun ayrımcılığa karşı duruşunu anlattığı için adının kölelik sistemi ile mücadelede anılan başka bir yapıtla aynı olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Amazing Grace, kısacık metni olan ve detaylı, güzel resimleriyle sizi küçük bir çocuğun hikayesine davet eden, otuz iki sayfalık, sıcacık bir kitap.

Kahramanımız Grace, hikayeleri çok seven ve kendisini hikaye kahramanlarının yerine koyarak oyunlar oynayan küçük bir kızdır. Annesi, anneannesi ve kedisi Paw-paw da zaman zaman oyunlarında Grace’e eşlik ederler. Bir Cuma günü öğretmeni okulda bir piyes hazırlayacaklarını haber verir. Oynayacakları oyun Peter Pan’dir ve seçmeler Pazartesi günü yapılacaktır. Grace, Peter Pan olmak için can atar; ama arkadaşlarının bir tanesi Peter Pan’ın erkek olduğunu, o yüzden bu rolü Grace’nin oynamaması gerektiğini söyler. Bir diğer arkadaşı da Peter Pan’ın beyaz olduğunu, siyah tenli birinin onu canlandıramayacağını ifade eder. Grace o gün okuldan eve çok üzgün döner. Annesi ve anneannesi okul arkadaşlarıyla aynı fikirde değildir ve Grace’i yüreklendirerek biz okurlara mutlu bir son hediye ederler.

Amazing Grace1Amazing Grace, cinsiyet ve ırk ayrımcılığını çocukların anlayacağı sade bir dille işleyen ve sonunda okuruna güzel bir mesaj veren, onlarca dile çevrilmiş, bir kitap. Bence hem güzel bir okuma saati geçirmek isteyen dört yaş üstü okurlar, hem de okulda ilgili konuları işlerken kaynak arayan öğretmenler için uygun bir alternatif olabilir.hydrangea-graphicsfairy008sm

Princess and the Frog Prenses ve Kurbağa http://www.willeisner.com/library/princess-and-the-frog.html

Princess and the Frog by Will Eisner

The Princess and the Frog, yani ‘Prenses Ve Kurbağa’ hepimizin bildiği gibi ilk kez Grimm Kardeşlerin kaleme aldığı, sayısız kitaba ve filme konu olmuş masallardan bir tanesi. İşte bu ünlü masal, çizgi ve grafik roman alanında efsane kabul edilen Will Eisner tarafından yeniden yorumlanmis ve 1999 yılında basılmış. Çizer hikayeyi yeniden anlatırken orjinaline sadık kalmış. Suluboya kullanılarak yaratılmış resimler, dikkatle incelediğiniz zaman uzun ve zahmetli bir çalışmanın ürünü olduklarını gösteriyor. Hikaye aslında üçüncü şahıs tarafından anlatılsa da, genellikle bu türe özgü konuşma balonlorıyla devam ediyor. Renkler oldukça belirgin ve sayfaların kimisi kocaman illüstrasyonlarla doluyken kimisi birçok küçük resimden oluşuyor.

The Princess and the Frog, Eisner’in masal uyarlamalarından sadece bir tanesi. Çizerin benzer başka klasik masal çalışmaları da mevcut. Otuz sayfalık bu kitap, Amazon tarafından dört yaş üstü okurlara öneriliyor. Ben kitabı hem çizgi roman seven hem de böyle bir alışkanlığı olmayan çocuklara tavsiye ediyorum. Farklı tarzda kitaplar okuyabilmek, farklı anlatım öğeleri ve teknikleri içeren metinleri okuyup anlayabilmek ve yorumlayabilmek bir beceridir. Hele de böyle alanının en önemli isimlerinden biri tarafından yaratılmışsa, mutlaka değerlendirilmeli diye düşünüyorum.

Bir çocuk kitabı olarak geçse de, The Princess and the Frog , sadece çocuklara hitap etmiyor. Kitap, Will Eisner’in hayranı olan ve onun bütün eserlerini toplayan yetişkin koleksiyoncular arasına da son derece popüler.

hydrangea-graphicsfairy008sm

Best Loved Poems En sevilen şiirler

Best Loved Poems by Neil Philip & Isabelle Brent

Best Loved Poems: Adından da anlaşılacağı gibi En Sevilen Şiirler, yüzün üzerinde şairin en çok sevilen eserlerini içeren iki yüz yirmi dört sayfalık bir kitap ve ilk kez 2000 yılında, İngiltere’de okurlarıyla buluşmuş. İki yüzün üzerinde şiire yer veren kitabın editörü Neil Philip. Ben bu kitabı geçen yıl satın aldım; ama içinde geçen bazı şiirlerle daha önce lisans eğitimi sırasında tanışmıştım. Bendeki baskısı, aylarca kitaplıkta durduktan sonra ortaya çıktı. Şimdilerde, şiirleri arka arkaya okumaya çalışmak yerine her gece uyumadan önce bir ya da iki tanesini okuyorum. Bu sayede hem bir süre sonra bütün şiirleri okumuş olacağımı hem de okuduklarımı daha iyi sindirebileceğimi düşündüm. Her şiire bir ya da iki sayfa ayrılan bu kitapta Emily Dickinson’dan, T. S. Eliot’a kadar birçok ünlü ismin eseri var. Şiirler ünlü İngiliz ressam ve illüstratör Isabelle Brent tarafından resimlenmiş. Isabelle Brent alanında çok ünlü bir isim ve resimleri gerçekten eşsiz. Eserlerinde altın ve gümüş varak kullanan sanatçının süslemeleri oya gibi ayrıntılı. Bende resimlediği kitaplardan dört tanesi mevcut ve eğer alışveriş ederken yeni bir tanesiyle karşılaşırsam mutlaka alıyorum, çünkü Brent’in resimlerine bakmak büyük bir zevk.

Best Loved Poems (En Sevilen Siirler-Arka Kapak)Kitabın kapağında Edward Lear’ın The Owl and the Pussy-cat şiiri için yapılmış resim var. Kitaptaki şiirler konularına göre sınıfandırılmış ve kimisi çocuklara, kimisi gençlere ve elbette hepsi yetişkinlere hitap ediyor. Bazı şiirler, derste ve etkinliklerde kullanılmak üzere İngilizce öğretmenleri için güzel bir kaynak olabilir. En azından aşağıda sizlerle paylaşacağım The Owl and the Pussy-cat’i , biz, geçen yıl derste işlemiştik. Ben çok sevmiştim bu şiiri. Umarım siz de seversiniz.

The Owl and the Pussy-cat

The Owl and the Pussy-cat went to sea
In a beautiful pea green boat,
They took some honey, and plenty of money,
Wrapped up in a five pound note.
The Owl looked up to the stars above,
And sang to a small guitar,
‘O lovely Pussy! O Pussy my love,
What a beautiful Pussy you are,
You are,
You are!
What a beautiful Pussy you are!’

Pussy said to the Owl, ‘You elegant fowl!
How charmingly sweet you sing!
O let us be married! too long we have tarried:
But what shall we do for a ring?’
They sailed away, for a year and a day,
To the land where the Bong-tree grows
And there in a wood a Piggy-wig stood
With a ring at the end of his nose,
His nose,
His nose,
With a ring at the end of his nose.

‘Dear pig, are you willing to sell for one shilling
Your ring?’ Said the Piggy, ‘I will.’
So they took it away, and were married next day
By the Turkey who lives on the hill.
They dined on mince, and slices of quince,
Which they ate with a runcible spoon;
And hand in hand, on the edge of the sand,
They danced by the light of the moon,
The moon,
The moon,
They danced by the light of the moon.

hydrangea-graphicsfairy008sm

Rim og Regleboka. En Fløyte Full av Toner

Rim og Regleboka. En Fløyte Full av Toner

Bu iki güzel kitabı bir hafta önce aldım. Sağdaki daha önce Yeni Eski Kitaplar adlı yazımda sözü geçen Norveçli illüstratör Sigrun Sæbø Kapsberger tarafından resimlenmiş güzel bir tekerleme ve şiir kitabı. Bu kitaba, The Best Loved Poems‘i okuduktan sonra başlamak istiyorum. Soldaki ise çok güzel resimli bir masal kitabı. Bu kitaptan daha sonra ayrıntılı şekilde söz etmek istiyorum; çünkü çok sevdim.

Bugün, bizim için iki hafta sürecek paskalya tatili başladı. Bundan sonraki yazımı hazırlamak bir hafta beklemem gerekmeyeceği için çok mutluyum. Çok yakında burada tekrar buluşmak üzere hepinize harika bir hafta sonu diliyorum.

Sevgiler heart

Untitled

Şiiri yazarken kullandığım kaynak: http://en.wikisource.org/wiki/Nonsense_Songs,_Stories,_Botany,_and_Alphabets/The_Owl_and_the_Pussycat

Çam Ağacı

Çam Ağacı

Dallarına renkli kâğıtlardan kesilmiş, şekerlemelerle dolu küçük keseler astılar. Her yanından sanki ağaçta yetişmiş gibi altın yaldızlı elmalar ve cevizler sarkıyordu . Dallarına yüzlerce kırmızı, mavi, beyaz mum tutturdular. Tıpkı insana benzeyen oyuncak bebekler –ağaç böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti– yeşil yaprakların arasında sallanıyordu, en tepesinde ise yaldızdan yapılmış bir yıldız ışıldıyordu. Çok güzeldi, eşi benzeri görülmedik derecede güzeldi!
“Bu akşam,” dedi herkes, “Bu akşam nasıl da pırıl pırıl parlayacak!”
“Ah, bir akşam olsa!” diye düşündü Çam Ağacı. Mumlar bir yansa! Ya sonra? Sonra ne olur acaba? Ormandaki ağaçlar beni görmeye gelirler mi? Serçeler pencerelerin önüne üşüşürler mi? Ben burada kök salar, yaz ve kış boyunca böyle süslü durur muyum?” -H. C. Andersen, Çam Ağacı.