Norveç’ten Bir Kış Masalı

Yeni yılın ilk ayından merhaba,

Öncelikle, 2025’in hepimiz için sağlık, sevgi, mutluluk ve huzur dolu bir yıl olmasını diliyorum. Umarım bu yıl, kalplerimizde sakladığımız en güzel dileklerin gerçekleştiği, verimli, neşeli ve ışıltılı bir yıl olur.

Üç aylık bir aradan sonraki ilk buluşmamız yeni yıla denk geldiği için, konumuz bu güzel kış günlerine dair sıcak bir masal olsun istiyorum. Hatırlarsanız bir önceki yazımızda Selanik’e özgü bir efsaneyi paylaşmıştık. Aslında ondan sonraki ilk konuğumuz, Küçük Deniz Kızı olacaktı. Ancak, onun acıklı öyküsünün, yılın bu içimizi karın aydınlığına ve pırıltısına açmak istediğimiz soğuk dönemi için biraz ağır kaçacağına karar verdim. Bu sebeple de 2025’i Norveç’te pek sevilen bir masal olan Noel’i Unutan Küçük Köy masalı ile karşılamamızın daha yerinde olacağını düşünüyorum.

Orjinal adı “Den Vesle Bygda Som Glømte At Det Var Jul” olan masalımız Norveç’te oldukça sevilen, okullarda, noel etkinliklerinde anlatılan, tiyatro sahnelerine ve ekranlara taşınmış bir masal. Ünlü yazar, şair ve oyun yazarı Alf Prøysen (1914–1970) tarafından kaleme alınan bu kısa eser hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap ediyor.

Alf Prøysen, çocukluğunu ve gençliğini bir çiftlikte geçirmiş, Norveç’in köy yaşamından esinlendiği birçok eser vermiş sevilen bir yazar. Doğup büyüdüğü yörenin konuşma dilini eserlerine taşıyan Pøysen, Norveç’in kırsal bölgelerindeki yaşamla birlikte insan ilişkilerine dair gözlemlerini eserlerine içten ve akıcı üslup ile aktarmayı başarmış. Yaşamı boyunca yalnızca çocuk edebiyatına değil, genel olarak Norveç kültürüne olan katkıları sebebiyle, bu toprakların yetiştirdiği en değerli sanatçılardan kabul ediliyor. Umarım onun bloğumuz için seçtiğim bu tatlı masalıni seversiniz. Onu orjinal dilinde okumayı tercih edecek olanlarınız için ilgili linki yazının sonuna ekleyeceğim.

Yakında yeniden görüşmek dileği ile…

Sevgiler,

Eylem Rosseland❤️


Den Vesle Bygda Som Glømte At Det Var Jul

Yüksek bir tepenin yamacında kendi halinde küçük bir köy vardı.

Bu köyde yaşayan insanlar tıpkı diğer köylerdeki insanlar gibiydi. Bazıları büyük, bazıları küçüktü; bazıları çalışkan, bazıları tembeldi; bazıları balık köftesini kıymadan yapılan köfteden daha çok sever, bazıları ise kıymadan yapılan köfteyi balık köftesine tercih ederdi. Yani oldukça farklıydılar, ama bir konuda hepsi birbirine çok benziyordu: Hepsi korkunç derecede unutkandı ve hepsi aynı anda en tuhaf şeyleri unutabiliyordu.

Bir seferinde ayakkabı giymeyi unutmuşlardı. Yaz boyunca hava çok sıcak olduğu için herkes yalınayak dolaşmıştı. Sonbahar geldiğinde ise ayakkabı giymeyi tamamen unutmuşlardı. Birbirlerine:

“Ah, ne kadar soğuk oldu!”

“Eğer hava daha da soğursa nasıl dayanacağız, bilmiyorum”.

“Kar yağarsa, durum daha da kötü olacak.” dediler.

Sonunda kar yağdığında, yalınayak dışarı çıkıp, “Aman tanrım, bugün gerçekten çok soğuk!” dedikten sonra öylece üşümeye devam ettiler.

Bir gün, köy yolunun kavşağında iki kadın ayakları donarak sohbet ediyordu. O sırada bir çocuğun demirciye ata neden nal takıldığını sorduğunu gördüler. İşte tam o anda kadınlar, ayakkabı giymeyi unuttuklarını anladılar. Hemen evlerine koşup ayakkabılarını giydiler. Sonra biri doğuya, diğeri batıya giderek, herkese ayaklarının neden üşüdüğünü anlattılar. Böylece köydeki herkes ayakkabılarını giydi.

Başka bir sefer de yemek yemeyi unuttular. Günlerce hiçbir şey yememişler, sonunda hepsi birden hastalanmışlar; yataklara düşmüş ve doktoru çağırmak zorunda kalmışlardı. Ancak doktorun kendisi de yemek yemeyi unuttuğu için diğerleri kadar hasta olmuştu.

Bir gün doktor, ağzında bir peynir parçası olan bir fare yavrusu gördü. İşte o anda, yemek yemeyi unutmuş olduklarını anladı. Ayağa kalktı, yemek yedi ve sonra köydeki tüm hastaları ziyaret ederek, “Sadece yemek yemeyi unutmuşsunuz.” dedi. Böylece herkes yataktan kalktı, yemek yedi ve tekrar sağlığına kavuştu. Bundan daha kötüsü ise, Noel’i unuttukları zamandı.

Noel arifesi geldiğinde köyde kimse evini temizlememiş, yeni perdeler asmamış, hiç kimse evine bir Noel ağacı getirmemişti. Mağaza vitrinlerinde tek bir Noel Baba maskesi bile yoktu. Okuldaki çocuklar ise Noel şarkıları yerine “Gel, ey güzel Mayıs” şarkısını söylüyordu. Köydeki kurabiye kutularının hiçbirinde tek bir kurabiye veya çörek yoktu.

Köyün en tepesinde, ormanın hemen kıyısındaki küçük bir kulübede küçük bir kız sürekli düşünüp durmaktaydı. Henüz beş yaşında olduğu için normal zamanlarda zıplar, oynar, güler ve neşe içinde vakit geçirirdi. Ama şimdi yalnızca düşünüp duruyordu. Böylece ormana gitti ve küçük çam ağaçlarına bakmaya başladı.

“Yine bir şeyi unuttuk” dedi kendi kendisine. “Bir şey var, sanki küçük bir çam ağacı ile ilgili, ama ne olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum.”

Sonra eve gidip bir makasla biraz saman kâğıdı buldu. “Bu makasla ilgili de bir şey var,” diye düşündü küçük kız, “Ama ne olduğunu hatırlayamıyorum.”

Ardından ahıra gitti ve babasının tavana, farelerin ulaşamayacağı bir yere asmış olduğu buğday demetini gördü.

“Bu buğday demetiyle ilgili de bir şey var sanki,” diye düşündü. Orada durdu, şöyle bir etrafına bakınca uzun bir sırık gördü. Bu sırık Noel için hazırlanmış buğday demetini asmak için kullanılırdı. İşte o anda, küçük kız Noel’in yaklaştığını hatırladı!

“Ah, bugün Noel arifesi, bugün Noel arifesi!” diye bağırarak annesiyle babasına haber vermek için eve koştu, ama içeride kimse yoktu.

“Ah, bütün köye Noel’in yaklaştığını nasıl haber vereceğim? Herkese Noel arifesinin bugün olduğunu nasıl söyleyeceğim?” dedi kız.

Uzun sırığı alıp buğday demetini tepesine takmaya çalıştıysada başaramadı. Sonra ne yapması gerektiğini anladı! Bayrak direği! Buğday demetini bayrak direğine asacaktı!

Küçük kız bunu başardı. Buğday demetini bayrak direğine asmasından hemen sonra, en yüksek çam ağacının en tepesindeki dalından küçük bir baştankara kuşu uçtu ve kar dallardan aşağıya dökülmeye başladı.

“Nereye gidiyorsun, nereye gidiyorsun?” diye cıvıldadı, dalların arasında yarı uyur halde oturan diğer baştankaralar.

“Noel geldi, Noel geldi. Küçük kız buğday demetini astı!” dedi minik bir baştankara. “Biz de geliyoruz, biz de geliyoruz!” diye şakıdı diğer baştankaralar ve hep birlikte havalandılar.

“Nereye gidiyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu telefon tellerine tüneyen serçeler.

“Noel geldi, Noel geldi! Küçük kız buğday demetini astı!” diye şarkı söyledi baştankaralar.

“Biz de geliyoruz, biz de geliyoruz!” diye öttü serçeler ve bir anda hep birlikte telefon tellerinden uçtular. Öyle ki telefon santralinde çalışan kadınların kulakları çınladı.

Tam o sırada, bahçede bulunan kuşburnu çalılarındaki bayağı şakrak kuşlarının hepsi birden havalandı.

Telefon santralinde çalışan kadınlar kuşların nereye gittiğini görmek için pencereye koştular ve bayrak direğindeki buğday demetini gördüler. Sonra hemen tüm köye telefon etmeye başladılar. Herkese Noel’in yaklaştığını unutmuş olduklarını söylediler.

Köydeki herkes telaşla işe koyuldu. Kimisi hamur işi yaptı, yemek pişirdi, evi temizledi ve yeni perdeler astı. Kimisi ormana gidip bir Noel ağacı buldu, daha önce sakladıkları hediyeleri paketledi ve kimisi de pencerelerine Noel yıldızları astı.

En sonunda köydeki herkes, marangozun Noel hazırlıkları sırasında yaptığı devasa küvete tırmandı ve topluca suya atlayarak temizlendi. Tam herkes banyosunu bitirip temiz giysilerini giydiğinde, köyün en tepesindeki evde küçük kızın annesi, onun saçına kırmızı bir kurdele bağlamaktaydı.

İŞTE TAM O ANDA KİLİSE ÇANLARI ÇALDI VE NOEL GELDİ.

Alf Prøysen

Kaynaklar:

https://www.kreativhverdag.no/2017/12/03/vesle-bygda-glemte-jul-alf-proysen/

https://snl.no/Alf_Prøysen

Bir Kış Gecesi…



Karlı bir kış gecesinden merhaba, 

Bu defa arayı çok uzatmadım umarım. İyisiyle ve kötüsüyle bir seneyi daha yaşadık ve anılarımıza katmak üzere yüzümüzü gelmekte olan taze yıla ve umuda döndük. 2024’e şöyle bir bakmak için geleceğin perdesini aralıyorum, karşıma tüm planların ve görevlerin arasından bana göz kırpan dileklerim çıkıyor. Onları noel ağacına asmak isiyorum. Hem kendim hem de yine zor dönemlerden geçen insanlığımız için… Aralık ayında bir sınav projesi teslimi olduğu halde katıldığım etkinlikleri yoğun tutmak istedim. Hem şehirde yoğun bir etkinlik takvimi olduğu için hem de yılın en karanlık akşamlarını biraz ışıkla süslemek istediğimden… Geçen yaz Oslo Filarmoni Orkestra’sının toplu konser biletlerinden birini aldığım için, bu sene zaten düzenli şekilde konserlere gidiyorum (Oslo’daysanız ve hali hazırda takip etmiyorsanız Filarmoni’nin programına bir bakmanızı öneririm). Ay başında bu rutin konserlere iki farklı konser, bir masal etkinliği, bir bale ve sinemada gösterien klasik bir noel filmi de eklenince, Aralık ayının ilk iki haftası sanatla dolu geçmiş oldu. İzlediğim her şeyden söz etmeye zaman yetmeyeceği için size anlatmak üzere iki gösteri seçtim. Bunların ilki Nationalthreatret, yani Ulusal Tiyatro’daki noel konseri. İkincisi ise, bir sonraki blog yazısını ayırmayı planladığım ve kalbimde ayrı bir yeri olan Fındıkkıran Balesi.



Noel Konseri – Nationaltheatrets Julekonsert

Tiyatro’da verilen konserlere daha önce hiç katılmamıştım. Bu yüzden, biletimi alırken biraz heyecanlı biraz da meraklıydım. O akşam Oslo epeyce soğuktu. Tiyatro binası evime yakın sayılır aslında ama telefonda – havanın -9 derece olduğunu görünce biraz direnmiş olacağım ki kapıdan yine son anda çıkmayı becerdim. Eldivenlerimi giyecek vaktim bile olmadığından durağa geldiğimde elimde tuttuğum eldivenlerin birini düşürmüş olduğumu fark ettim. En az on senedir kullandığım emektar eldivenimimi kaybettiğim için üzülecek fırsatım bile olmamıştı; çünkü otobüsü kaçırdığımı anlamış, yeni otobüs saatlerine bakmaya dalmıştım. Yine de güzel bir akşam olacağını hissediyordum. Öyle de oldu. Öncelikle kapıların kapanmasına üç dakika kala konsere yetiştim. Sonra ilk sıradaki tek boş koltuk bana ait olacağı için (salona en geç ben girmiştim) yerimi bulmak kolay oldu. Ondan sonrasıysa hepten şahaneydi. Konser dediğime bakmayın, hem şarkılarla hem de hikayelerle dolu bir gösteriydi. Tiyatro sanatçıları sırayla ve bazen birlikte noel şarkıları söylediler, şiirler okudular ve masallar anlattılar. Biz seyirciler hem güldük hem ağladık. Ortamın güzelliğini hatırlayabilmek için bir fotoğraf çektim ama içerideki sıcaklığı ve samimiyeti kadrajım ne yazık ki almadı. Anlatılan ilk masal, Alf Prøysen’in Noel’i Unutan Küçük Köy masalıydı. Masal zaten çok sevimli, ama sanatçının sesi o kadar tatlıydı ki o anlattıkça ben küçüldüm, küçüldüm ve sonunda masaldaki kız gibi beş yaşında oldum. Böylece gösterinin devamını küçük çocuğun şaşkınlığı ve coşkusuyla izleme fırsatım oldu. Bu masalı ilerideki günlerde Türkçe’ye çevirerek bloga eklemeyi planlıyorum. 

Gösterinin ikinci masalıysa Lise Fjelstad’ın anlattığı Kibritçi Kız’dı. Sanatçı, bir kelimesini bile unutmadan ve bütün duygularını sesine vererek o masalı adeta biz seyirciye yaşattı. Tek bir kelimenin bile atlanmadığını biliyorum çünkü masalı sizin için Türkçe’ye çevirmiştim (Dilerseniz buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Fjelstad son cümlesini tamamladığında, salonda ağlayanların sayısı ağlamayanlardan fazlaydı. İki koltuk ötemde oturan seksen yaşlarındaki amcanın gözyaşları gösterinin sonuna dek kurumadı. Küçük bir çocuğun maruz kaldığı maddi manevi yoksulluğu ve içinde yaşadıkları dönemin acımasızlığını bu kadar gerçekçi bir şekilde masallaştırabilen Andersens’in karşısında tekrar saygıyla eğildim. Tabii soğuk ve sıradan bir kış gecesine o büyülü atmosferi veren yaratıcı tiyatro sanstçılarının da hakkını yememek gerek. Bir gösteriyi bu kadar içten ve iddiasız bir şekilde sunabilmenin çok büyük bir çaba ve çalışma gerektirdiğini anlamamak imkansız. Oslo’daysanız ve konsere gitmediyseniz tavsiye ediyorum. Gösteri 30 Aralık tarihine kadar devam edecek. Bu yıl için bilet bulmak zor olabilir; ama 2024’te belki gösteriyi birlikte izleriz? O akşama dönecek olursak, eski ve görkemli tiyatro binasında başlayan büyü, orada kalmadı. Nationaltheatret istasyonundan beni eve kadar takip etti.


Nasıl diye soracak olanlarınız için anlatayım. Eve dönmek için yola çıkmıştım. Tam metro binasına girmek için adımlarımı hızlandırdığım anda, biraz ileride, parke taş döşeli yolda şahane bir köpek gördüm. Kocaman, pofuduk kuyruğu olan kızıl bir köpekti bu. Onun iki adım ilerisinde genç bir adam yürüyordu. Akşam yürüyüşüne çıkmış olmalılardı. Adam belli ki şanslı biriydi. Keşke benim de böyle bir köpeğim olsa diye geçirdim içimden. Üstelik kuyruğunun ucunda tıpkı bir tilkininki gibi beyaz bir tüy öbeği vardı. Ben tam bunları düşünürken o güzel hayvan yolunu değistirdi ve önümden geçti. O an onun köpek değil, kocaman, besili bir tilki olduğunu anladım ve ben, tilkilere bayılırım. O saatte, şehrin en işlek noktalarından birinde bir tilkinin ne işi olabilirdi? Adını bilmediğim için arkasından “Tilki” diye seslendim, ama dönüp bakmadı. Biraz ilerideki sarayın bahçesinde mi yaşıyordu acaba? Nereye gidiyor olabilirdi? Hava çok soğuktu ve epeyce geç olmuştu. O yüzden kendimi her aklı başında yetişkinin yapacağını yapmak zorunda hissettim. Yolumu değiştirerek tilkinin peşine takıldım. O kadar çabuk gözden kaybolmuştu ki, onu epeyce bir zaman aramak zorunda kaldım. Bir zaman sonra eldivensiz kalan elim soğuktan kıpkırmızı olmuş, hissizleşmeye başlamıştı. Biraz kaybolan eldivenimi, biraz da küçük Kibritçi Kız’ı düşünerek çalıların arasında tilkiciği aramaya devam ettim; ama yoktu. Pırıltılı tüyleri sokak ışıklarına karışıp bu kadar çabuk kaybolabildiğine göre evi veya güvenli bölgesi bu yakınlarda olmalıydı. Kürkü çok sağlıklı ve bakımlı göründüğü, kilosu da yerinde olduğu için aslında içim rahat olmalıydı. Metro istasonuna geri dönmekten başka seçenek kalmamıştı elimde. Zaten tilkiyi bulsam da bir noktada geri dönmek zorunda kalacaktım. Durumu kabul edip eve geldiğimde kapının yanında, yerde küçük siyah bir eldivenin şekerleme yapmakta olduğunu farkettim. Emektar eldivenim kaybolmamıştı. Sadece soğuktan biraz gözü korkmuştu belki. Onu alıp eşiyle birlikte girişteki aynanın önüne koydum. Kim bilir belki de eşi ona o gece kaçırdığı güzel şarkıları söylemiş, küçük bir şiir okumuş ve tatlı bir iki masal anlatmıştır. Gecenin büyüsünün, beni eve kadar sadece kapıdan geri dönmek için takip etmiş olması mantıklı olmazdı zaten.



Ben size bunları anlatırken saat iyice ilerlemiş. Yarın sabah erken kalkmam gerekiyor. Zaman ayırıp okuduğunuz ve o güzel akşamı bu yazı üzerinden benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Bakmak isteyenleriniz için noel konseriyle ilgili bilgi veren linki ekleyeceğim. Bir dahaki blog yazısında buluşmak dileğiyle… 

Sevgiler, ❤️

Eylem Rosseland

https://www.nationaltheatret.no/forestillinger/julekonsert/


-Yeni Eski Kitaplar- (1. Bölüm)

Dolaptaki Kedi

Dolaptaki Kedi

Dün benim için mutlu bir gündü; çünkü akşamüstü gezmesinden bir kucak resimli kitapla döndüm. Bu kitaplara eski demek yerinde mi bilemiyorum; çünkü hem benim için yeniler hem de hepsi daha önce seçilmiş ve okunmuş olmalarına rağmen yepyeni kitaplardan ayıramayacağım kadar iyi durumdalar. Sahaflardan ya da eski kitap satan dükkanlardan alışveriş etmeyi sevmemin birçok nedeni var. Bunların en önemlisi, bu kitapçılardaki koleksiyonların farkı. Eğer sahafa aklınızdaki özel bir kitabı aramaya gitmiyorsanız, bakıp beğenerek alışveriş yapmayı istiyorsanız, o ziyaret sırasında orada gördüğünüz kitapları muhtemelen başka bir yerde veya hatta bir dahaki ziyaretinizde aynı yerde bile bir arada göremeyecek olmanız. Her uğradığımda farklı kitaplarla karşılaşacağımı bilmek, kitapların hemen hiçbirinin aynı baskısından iki tane göremeyecek olmak, artık yeni baskısı ya da dağıtımı yapılmadığı için başka yerlerde göremeyeceğim ve bu sebeple belki varlığını bile hiç bilemeyeceğim kitaplarla karşılaşma olasılığını düşünmek, eski kitap satan mekanları benim için çok cazip hale getiriyor. Çok kitap satın alan insanlar için yeni bir kitap fiyatına iki, hatta belki üç eski kitap alabilmek de avantaj sayılabilecek başka bir nokta elbette. En sevdiğim eski kitapçılar sanırım Londra’daki yardım kuruluşlarına ait olanlar. Bu kitapçılara ne zaman gitsem hep harika şeyler buluyorum. Londra’ya gittiğimde, eğer her gün bir iki tanesine girmemişsem ya da yeni gelen bir şeyler var mı diye bakmak için her gün aynı yerlere uğramamışsam içim rahat etmez; çünkü neler kaçırıyor olabileceğimi düşünüp hayıflanırım.

Yeni Eski Kitaplarım

Yeni Eski Kitaplarım

 

Dün aldığım kitapların hepsi Norveççe. Hepsi kocaman resimli ve az sayfalı kitaplar oldukları için çabucak okunuyorlar. O yüzden çoğunu eve gelir gelmez okuyup bitirdim. Bu yazıda biraz bu kitaplardan söz etmeyi planladığım için onları kitaplıktan çıkarıp resimlerini çekmek istedim. Tam dolabın kapaklarını açmıştım ki, kediciğimizin raflara tırmanmaya çalıştığını farkettim. En üst rafa çıkıp oturmasına yardım edince, kendisi çok memnun oldu. Ben bir yandan çayımı yudumlayıp bir yandan bu yazıyı hazırlarken, o da yukarıdan beni ve odamızı keyifle izliyor.

Dolaptaki Kedi (2)

Dolaptaki Kedi (2)

 

Godnattsangboka bir şarkı, daha doğrusu bir ninni kitabı. Ninnilerin ve çocuk şarkılarının, tıpkı masallar gibi bir toplumun kültüründe önemli bir rolu olduğunu düşünüyorum. Şimdilik akşamları bu ninnileri söyleyeceğim biri olmasa da, bu kadar güzel resimleri olan, ninnilerin çoğununun notalarını da gösteren böyle harika bir kitabı almadan duramadım. Resimler ödüllü sanatçı Sigrun Sæbø Kapsberger tarafından yapılmış ve hepsi rüya gibi. Troll bebekler ve anneleri, ormanda rengarenk çiçekler arasında uyuyan minikler, kırmızı çatılı Norveç evleri, aslında Danimarka kültürüne ait olan ve şemsiyesiyle çocukları rüya ülkesine uçuran Şemsiyeli Minik Ole bunlardan bazıları… Akşam, ninnilerin sözlerine şöyle bir bakınca kitabı daha çok sevdim. Her biri o kadar tatlı, o kadar yumuşak ki, insana adeta birkaç sayfa çevirerek küçük çocukların masum dünyasına bakma fırsatı veriyor. Keşke bu güzel kitabın her sayfasını burada sizinle paylaşabilseydim; ama eserin telif haklarına sahip olmadığım için ne yazık ki böyle bir şansım yok.

GODNATTSANGBOKA by Sigrun Sæbø Kapsberger

GODNATTSANGBOKA by Sigrun Sæbø Kapsberger

 

Kong Kresen, yani Türkçe adıyla, Kral Müşkülpesent, çok zor beğenen ve ülkesinin bütün kaynaklarını her şeyin en iyisine sahip olmak için kullanan bir kralın hikayesi. Her ülkenin uzak ya da yakın tarihinde kendisini ülkesinin insanlarından üstün zanneden ve bir türlü doymak bilmeyen, onlara hizmet etmekle yükümlü olmasına rağmen halkından çalan yöneticiler varolmuştur. Bu masaldaki kral da bunlara bir örnek. Hikayeye göre Kral Müşkülpesent’in hayatta en önemsediği şey farklı lezzetlerde güzel yemekler yemekmiş. Yılın her günü yeni tariflerle hazırlanmış yepyeni bir yemek yediği için tam üç yüz altmış dört aşçısı ve bir de küçük aşçı yamağı varmış. Kral, tadına bakabileceği bütün farklı yemek tarifleri tükenince, mecburen aynı tarifleri kullanmak zorunda kalan aşçılarını teker teker zindana atmaya başlamış. Bütün aşcılar zindana atılıp sıra küçük yamağa gelince olayların seyri değişmiş. Bundan sonrasını, kitabı okumak isteyenler olabileceğini düşünerek anlatmıyorum. Hikayeyi yazan ve resimleyen sanatçı Çek Cumhuriyeti’nden Jindra Čapek.

Kong Kresen by Jindra Čapek

Kong Kresen – Jindra Čapek

 

Den Strålende Perlen, yani ‘Işıldayan İnci’ eski Çin masallarından bir tanesi. Çok eskiden doğuda, çok uzakta bir okyanusta ejderha bir kral, siyah saçlı güzel kızı ile birlikte yaşarmış. Adı Prenses Mai Li olan kız, büyüyüp evlenme çağına gelince kimseyi beğenmemeye başlamış; çünkü zengin ve güçlü değil, dürüst ve cesur bir gençle evlenmek istiyormuş. Bir prenses için böyle bir damat adayıyla tanışmak ve ona güvenmek çok kolay olmayacağından, Mai Li, geceleri ışık saçan parlak inciyi bulan ve kendisine getiren aday ile evleneceğini bildirmiş… Bu tatlı masalı yazıya döken kişi, Betty L. Torre. Resimler ise Carol Inouye’ye ait.

Den Strålende Perlen by Betty L. Torre and Carol Inouye

Den Strålende Perlen by Betty L. Torre and Carol Inouye

 

Kongsdotteren og Røverne, yani Türkçe ‘Kralın kızı Ve Korsanlar, Norveç yerlileri Laponlara (Samer) ait bir halk masalı. Masalı kitaplaştıran ve resimleyenler ise Arnljot Eggen ve Anne Cecilie Røgeberg. Kitap, daha önce resimli kitaplar ile ilgili yazdığım yazıda söz ettiğim metni kısa, resimleri büyük ve ayrıntılı kitaplara güzel bir örnek teşkil etiyor (yazıyı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz), Kitaptaki her bir resim iki sayfaya yayılıyor ve her resme sadece üç ya da dört cümle eşlik ediyor. Resimlerin her biri tablo gibi capcanlı renklerle yapılmış ve kimisi gerçekten çok ayrıntılı.

Kongsdatteren og Røverne by Arnljot Eggen & Anne Cecilie Røgerberg

Kongsdatteren og Røverne by Arnljot Eggen & Anne Cecilie Røgerberg

 

Diğer kitapları tanıtmayı başka bir güne bıraksam daha yerinde olacak sanıyorum; çünkü tahmin ettiğimden çok daha uzun bir yazı oldu. Çayım bitti, kediciğim bile dolaptan çıkıp arka odalardan birine kaçtı. Ben de gün ışığını tamamen kaçırmadan evden çıkıp biraz temiz hava alsam iyi olacak.

Çok yakında, yazının ikinci bölümünde görüşmek üzere…

Sevgiler ❤

Cat-Lady