Bahar Geldi!


Merhaba,

İnanması zor olsa da kış herhalde bu kez gerçekten bitti ve bahar sonunda buralara da geldi. Nedense bu defa bana soğuklar hiç sona ermeyecekmiş, ömrümüzün geri kalan kısmı, sonsuz bir kaotik kış mevsiminde debelenerek geçecekmiş gibi gelmeye başlamıştı. Aslında hava şartları bu coğrafya ve iklim için gayet normal sayılsa da görünüşe göre bazılarımız bu yıl koyu mavi sabahlara, buza ve soğuğa fazlasıyla doyduk. Belki de yüzden, yeni mevsimle birlikte gelen her yenilik, içimizdeki yenilenme umudunu artırmaya başladı. Baharın gelmekte olduğunu aslında en çok akşam yürüyüşüne çıktığım zaman gözlerim tomurcuklanmaya başlayan ağaçlara takılmaya başladığında hissediyorum. Ağaçların altından geçerken, her tomurcuğun içinde saklı olan merak ve büyüme arzusunun, kendisinden taşarak damla damla süzülüp üzerime yağdığını hissediyorum. Doğa henüz çiçeklenmemiş olsa da, gün ışığı bize her gün biraz daha yaklaşmakta olan müjdeyi getiriyor aslında. Bu sebeple, bu blog yazısının konusu olarak, her sahnesi bir bahar günü gibi güzel ve renkli bir film olan Azur ve Asmar’ı seçtim.


Azur ve Asmar

Azur ve Asmar yönetmenliğini Michel Ocelot ve Ian McIntyre’ın yaptığı, 2006 yılına ait ödüllü bir masal filmi. Filmin öyküsü yine, Kirikou serisi, Prensler ve Prensesler, Ejderhalar ve Prensesler, Gece Hikayeleri, Dilili Paris’te gibi ses getirmiş animasyon filmlerinin de yaratıcısı olan fransız yazar ve yönetmen Michel Ocelot tarafından yazılmış. Benim Ocelot adıyla tanışmam yıllar önce bir film festivalinin reklamında afişine denk geldiğim Prensler ve Prensesler(2000) filmiyle olmuştu. Çocukluğumda evimizde gölge tiyatrosu pek sevilirdi. O yüzden bir silüet filmi olan Prensler ve Prensesler‘i izlediğimde adeta büyülenmiştim. Azur ve Asmar’ı keşfetmem de bu sayede oldu. Ten renkleri, ait oldukları kültür ve sosyal statüleri farklı olsa da aynı annenin sütü ve sevgisiyle bir araya gelen ve yine onun bakımıyla serpilip büyüyen iki masum çocuğun öyküsünü böyle bir özgünlükle ele alan bu özgün filmi henüz izlemeyenleriniz olabileceğini düşünüp sizinle paylaşmak istedim. Filmin konusu hakkında, tadını kaçırmamaya çalışarak, biraz bilgi vermek istiyorum.


Film içinde klasik masal öğelerine rastlayacağımız türden bir öyküye sahip. Hikayenin başında başında Azur ve Asmar iki küçük bebektir. Azur’un soylu babası oğlunu ona süt annelik de yapan koyu tenli, Arapça konuşan bir dadıya teslim etmiştir. Bir bebeğin annesi, ötekinin de babası yoktur. Resimdeki tek babaysa ne kendi çocuğuna ne de Asmar’a herhangi bir yakınlık ve sıcaklık göstermektedir. Asmar’ın annesi bu iki bebeği hiç ayırmadan onlara ninniler söyleyerek ve masallar anlatarak okul çağına getirir. Anlattığı masallardan Cinlerin Prensesi hakkında olan, iki çocuğu da çok etkiler. Azur ve Asmar, iki kardeş gibi hem birlikte oynarak hem de kavga ederek büyümektedirler. Ta ki Azur’un babası oğlunun dadının ailesinin bir üyesi olarak yetişmesinden rahatsız olup onu kendi sınıfına uygun bir eğitime göndermeye karar verene dek… Bu kararla birlike fikirleri bile sorulmadan Azur eğitime, Asmar ve annesi ise kendi kaderlerine gönderilirler. Azur evden ayrılabilecek yaşa geldiğinde ne dadısını ne de Cinlerin Prensesi’nin öyküsünü unutabilmiştir. Prensesi bulmak için deniz aşırı bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Böylece biz izleyiciler de egzotik bir kültürün içinde devam eden filmin eşsiz görselleriyle büyülenmeye başlarız.

Filmin her sahnesi gerçekten etkileyici bir güzellikte. Sadece bu bile onu izlemek için yeterli olabilecekken değindiği birçok önemli konuyu böyle hoş bir öyküyle ifade edebilmesi onu diğer filmlerden ayrı bir yere koyuyor. Göçten çok kültürlülüğe ve iki dilliliğe, tarihi ve kültürel zenginliklerin değerinden (ve nasıl değersizleştirildiklerinden), kardeşliğe, eşitlikten kimliğe ve aile sevgisine kadar birçok konuyu mavi minik cinlerin eşliğinde klasik bir masal diliyle anlatıyor bize. Ben bu sıradışı filmi yıllar içinde birçok kez izledim ve her defasında hem anlattıklarını hem de bunları yorumlama biçimini yeniden sevdim. Merak edenleriniz için aşağıya filmin uzun sayılabilecek bir fragmanın linkini ekleyeceğim. Umarım hoşunuza gider.

Bu blog yazısının da sonuna geldik. Size söylemek istediklerimi evde bir türlü tamamlayamadığım için yakındaki bir kafeye geldim. Pazar günü olduğundan burası şu an oldukça kalabalık. Neyse ki kulaklıklarım, gürültüyle ve diğer insanlarin sohbetleriyle olan ilişkimi minimum düzeye indiriyor ve siz duyamasanız da, yazdıklarıma bambaşka bir melodinin eşlik etmesini sağlıyor. Daha şimdiden, bir dahaki konuyu, Uranienborg semtindeki çıkmaz sokakta bulunan Åpent Bakeri’de, yeni açmış pembe kiraz çiçeklerinin gölgesinde otururken yazmayı hayal etmeye başladım. İlk baharda bu şehrin her yeri güzel olsa da, her sene kiraz çiçekleri açtığında, o güzelim çıkmaz sokağın sonundan benim kalbime ince bir yol açılır. Bir dahaki blog yazısında, sizinle tam olarak orada buluşmak istiyorum.


Sevgiyle… ❤️


Eylem Rosseland

Filmin IMDB sayfası:

https://www.imdb.com/title/tt0439123/

Michel Ocelot’nun resmi internet sayfası:

https://www.michelocelot.fr

Azur ve Asmar’dan resimler:

https://www.michelocelot.fr/images-images_de_films–azur-asmar

Filmin fragmanı:

Fındıkkıran




Fındıkkıran’ı sever misiniz?

Eğer benim gibi onu sevenlerden veya esrarengiz bulanlardansanız doğru blog yazısında buluşmuşuz demektir. Yazımızın atmosferine Fındıkkıran’ın tatlı müziklerini eklemek için Berlin Senfoni Orkestrası’nı da bu link aracılığıyla aramıza davet edelim istiyorum. Müzik çalmaya başlayınca ben de onca yıl, binlerce okura, müzisyene, tasarımcıya, dansçıya ve seyirciye ilham veren ve onları bir araya getiren bu Fındıkkıran aslında kim diye düşünmeye başlıyorum. Öyle ya, kim bu Fındıkkıran? Boyalı bir oyuncak bebek mi? Bir mutfak gereci mi? Sorumun cevabı olarak düşümde önce ahşaptan oyma tacı, karışık yarı uzun sacları ve el boyaması kocaman hülyalı gözleriyle uzaklara bakan yakışıklı bir fındıkkıran beliriyor. Sonra ardında bir derinlik… Ardında bir pırıltı ve toz görünüyor. Sihir… Tüy gibi uçuşarak danseden gençler, rengarenk ipek ve tül kostümler, özenle tasarlanmış dekorlar… Sonra bunların hepsini hem doğuran hem de sarmalayan Pyotr İlyiç Çaykovski’nin (1840-1893) unutulmaz bestesi beliriyor. Ve ardında o müzikte çözülüp kaybolan kendim…

Norveç Opera ve Balesi’nde Fındıkkıran

Ne şanslıyız ki, soğuk ve karanlık Aralık gecelerinde, eski bir Alman masalı ve bir rus bestesi, Oslo’da modern bir binada, dönemimizin sanatçılarının emekleriyle rengarenk bir bale gösterisiyle yeniden biçimleniyor. Hikaye özünde Ernst Theodor Wilhelm Hoffmann’ın 1816 yılında yayımladığı “Fındıkkıran ve Fare Kral” masalına dayansa da, Çaykovski’nin 1892 yılında yazdığı iki perdelik Fındıkkıran balesine ilham veren versiyonu, masalın 1845 yılında Alexandre Dumas tarafından konusu fazla değiştirilmeden yeniden düzenlenmiş halidir.

Norveç Opera ve Balesi’nin 2016 yılından beridir sahneye koyduğu son uyarlamaki hikaye ise 1905’ler Kristiania’sında geçiyor. Yani bugünkü adıyla Oslo’da… Balenin koreografisi Kaloyan Boyadjiev‘e, sahne tasarımı Jon Bausor’a, dansçıların kostümleri yine Jon Bausor ve Bregje van Balen’e ait. İlk perdede kahramanımız Clara, ailesinin verdiği görkemli Noel davetine katılır. Eve gelen konuklar aileye birbirinden harika armağanlar getirmiştir. Çocuklukla genç kızlık arasında kalan Clara, davetteki çocukların oyununa katılmak için çok büyük, yetişkinlerin sohbetine katılmak içinse fazla küçüktür. Kendisini dışlanmış hissetmektedir. Vaftiz babası Bay Drosselmeyer o akşam bütün çocuklara el yapımı hediyeler verir. Clara’nın noel hediyesi, sırtındaki mandala basıldığında ağzına konan fındığı kıran el yapımı ahşap bir bebektir. Tıpkı bir askere benzemektedir. İlerleyen saatlerde Clara yorulur ve Noel ağacının dibinde uykuya dalar. Gözlerini açtığında her şey değişmeye başlamıştır. Şömineden odaya giren Fare Kral ve ordusu, canlanan Fındıkkıran’la savaşır. Mücadele sırasında yara alan Fındıkkıran, Bay Drosselmayer tarafından yaşama döndürülür ve artık bir prenstir. Fındıkkıran Prens, Clara’yı bir Noel süsünün içinde masallar ülkesine götürür. İkinci perdede ise, bu büyülü yerde, yabancı konukların ailesine vermiş oldukları bambaska kültürlerden gelen egzotik armağanlar canlanır ve Clara için dans etmeye başlarlar.

Sonra ne oluyor diye sorarsanız, hikayeye göre Clara düşünden uyanır, gösteri görünüşte biter ve Eylem eve döner; ama müzik aslında hiç bitmez. Tatlı bir bahar gününde veya güneşli bir yaz tatilinde bile çalmaya devam eder. Hani bazı müzikler vardır, sessizce hayatınızın arka planına yerleşmiştir. Biriyle konuşurken, hayal kurarken, çalışırken, gülerken veya sevdiklerinizi özlerken diğer seslerden bağımsızca kafanızda çalmaya devam eder. İşte o müziklerden biri benim için Fındıkkıran balesinin bestesidir. En sevdiğim kısmı da “The Last Waltz”dır. Hayallerin doruğa ulaştığı, ama rüyanın henüz bitmediği o güzel son dans… Bazen çok merak ediyorum. Nasıl, ama nasıl yaratabilmiş Çaykovski bu neşeli, canlı, rüya gibi müzikleri ve insanların yaşamına nasıl hala böyle hoş pırıltılar katıp tatlı anları böyle çoğaltabiliyor?

Çaykovski’nin bestesiyle canlanan bu sıcak noel masalının akşamları uzun ve puslu Aralık ayının sembollerinden biri haline gelmesi aslında hiç şaşırtıcı değil. Tam da bu sebeple yıllar içinde bu balenin birkaç farklı yorumunu izlemiştim. Ancak, Norveç Opera ve Balesi’nin son dönemde sahneye koyduğu eser, bence diğer örneklerin arasından sıyrılıyor. Görkemli sahne tasarımı, incecik işlenmiş anlatımı ve parlak kostümlerin arasından sızan o çocuksu masumiyeti insanı sarıp tatlı bir hikayenin işine çekiyor.

Gösteri için dökülen teri unutup büyü hiç bitmesin, eve dönme saati hiç gelmesin, “Son Vals” loopa alınsın, Clara rüyasından uyanmasın, Fındıkkıran Prens tekrar boyalı bir bebeğe dönüşmesin istiyor insan. Çok şanslıyız ki bale gösterisi sona erse de on bir ay sonra geri dönüyor ve yine, donuk ve karlı bir gecede renkli bir masalın içine düşme olanağı veriyor bize. O yüzden Fındıkkıran benim için bir Noel öncesi geleneği oldu. Son yıllarda bilet bulmanın neredeyse imkansız hale gelmiş olmasına bakılırsa, meraklıların sayısı oldukça artmış olmalı. Bence balenin tek kusuru da burada yatıyor. Bilet fiyatları çok yüksek ve biletler çok çabuk tükeniyor. Bu kadar güzel bir şölene sadece bazı çocukların ve gençlerin ulaşabiliyor olması bence haksızlık. Tabii haksızlıklar konusuna girersek işin içinden çıkamayabiliriz ve muhtemelen de sıra baleye gelmez bile. Yine de Aralık ayında Oslo’daysanız ve fırsatınız varsa, bu gösteriye bir bakmanızı öneririm. Plan yapmak için erken gibi görünse de, biletler yaz öncesinde satışa çıkıyor ve sahneye yakın, iyi komünumdaki koltukların biletleri çabucak tükeniyor. Ben geçen yılki biletimi yanlış hatırlamıyorsam Mayıs ayında almıştım. Gidemeyecek olanlar içinse salgın döneminde televizyonda gösterilen videosunun linkini yazının sonuna ekleyeceğim.


Gennady Spirin’in Resimleriyle Fındıkkıran

Fındıkkıran’ın ilk kez 1996 yılında yayımlanan bu basımı Hoffman’ın masalına sadık kalınarak yapılmış. Doksan dokuz sayfalık kitabın çevirisi Aliana Brodmannsa ait. Rus ressam ve illüstratör Gennady Spirin’in kapağı ve sayfaları süsleyen suluboya illüstrasyonlarının güzelliği bence hikayeye güzel yorum katmış. Aslında buraya kitaptan resimler eklemek istiyordum, ancak Spirin’in kendi sitesinde bile kitaptan kapak haricinde bir görüntü paylaşmadığını görünce kitabın telif haklarını gözettiğini anladım. Bu sebeple ben de çektiğim fotoğrafları eklememeyi seçtim. Ben bu kitabı yıllar önce yeğenim Deniz için almış, evde Norveççe bir baskısı olmasına rağmen sadece resimlerinin güzelliği sebebiyle kendim için de bir adet sipariş etmiştim. Benim kitabım ne yazık ki elime hiç ulaşmadan kaybolmuştu. Bu sebeple Noel tatilinde kitabı Deniz’den ödünç aldım ve benimle Atlantik okyanusunu geçerek Norveç’e geldi. Onu diğer resimli kitapların arasına koydum. Umarım sahibi gelip alana kadar yeni arkadaşlarıyla hoş vakit geçirir. Eski bir kitap olmasına rağmen bugün itibarı ile Amazon’da veya çok daha uygun bir fiyata (iki veya üç dolara) Ebay’de hala temiz ve güzel örneklerini bulmak mümkün.


Evet, yine bir blog yazısının daha sonuna geldik. Sabredip yazıyı sonuna kadar okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir dahaki blog yazısı şahane bir animasyon film hakkında olacak. O zamana dek sevgiyle kalın. ❤️

Eylem Rosseland



https://www.operaen.no/forestillinger/arkiv/2022/notteknekkeren-ballett/

https://tv.nrk.no/se?v=MKTV45000120

https://www.gennadyspirin.org/gallery

Yeni Yıl


Merhaba,

Yeni yılınızı kutlamak ve mutlu, huzurlu, sağlıklı ve neşeli bir yıl dilemek için uğradım. Umarım 2024 sevdiklerinizle birlikte dolu dolu yaşadığınız şahane bir yıl olur. Ben yeni yıla evden çok uzakta Michigan’ın bahçeleri geceleri noel ışıkları, gündüzleriyse kızılgerdanlarla süslenmiş güzel, küçük bir şehrinde girdim. Orada kaldığım süre içinde Fındıkkıran hakkında yazmayı istedim. Fazla zamanım olmadığı için yazıyı yetiştiremedim, ancak size tanıtmak üzere yeğenim Deniz’den Fındıkkıran’ın çok güzel resimlendirilmiş bir baskısını ödünç aldım. Bir dahaki yazımda bale gösterisiyle birlikte ona da yer vereceğim. O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgiler ❤️

Eylem


Bir Kış Gecesi…



Karlı bir kış gecesinden merhaba, 

Bu defa arayı çok uzatmadım umarım. İyisiyle ve kötüsüyle bir seneyi daha yaşadık ve anılarımıza katmak üzere yüzümüzü gelmekte olan taze yıla ve umuda döndük. 2024’e şöyle bir bakmak için geleceğin perdesini aralıyorum, karşıma tüm planların ve görevlerin arasından bana göz kırpan dileklerim çıkıyor. Onları noel ağacına asmak isiyorum. Hem kendim hem de yine zor dönemlerden geçen insanlığımız için… Aralık ayında bir sınav projesi teslimi olduğu halde katıldığım etkinlikleri yoğun tutmak istedim. Hem şehirde yoğun bir etkinlik takvimi olduğu için hem de yılın en karanlık akşamlarını biraz ışıkla süslemek istediğimden… Geçen yaz Oslo Filarmoni Orkestra’sının toplu konser biletlerinden birini aldığım için, bu sene zaten düzenli şekilde konserlere gidiyorum (Oslo’daysanız ve hali hazırda takip etmiyorsanız Filarmoni’nin programına bir bakmanızı öneririm). Ay başında bu rutin konserlere iki farklı konser, bir masal etkinliği, bir bale ve sinemada gösterien klasik bir noel filmi de eklenince, Aralık ayının ilk iki haftası sanatla dolu geçmiş oldu. İzlediğim her şeyden söz etmeye zaman yetmeyeceği için size anlatmak üzere iki gösteri seçtim. Bunların ilki Nationalthreatret, yani Ulusal Tiyatro’daki noel konseri. İkincisi ise, bir sonraki blog yazısını ayırmayı planladığım ve kalbimde ayrı bir yeri olan Fındıkkıran Balesi.



Noel Konseri – Nationaltheatrets Julekonsert

Tiyatro’da verilen konserlere daha önce hiç katılmamıştım. Bu yüzden, biletimi alırken biraz heyecanlı biraz da meraklıydım. O akşam Oslo epeyce soğuktu. Tiyatro binası evime yakın sayılır aslında ama telefonda – havanın -9 derece olduğunu görünce biraz direnmiş olacağım ki kapıdan yine son anda çıkmayı becerdim. Eldivenlerimi giyecek vaktim bile olmadığından durağa geldiğimde elimde tuttuğum eldivenlerin birini düşürmüş olduğumu fark ettim. En az on senedir kullandığım emektar eldivenimimi kaybettiğim için üzülecek fırsatım bile olmamıştı; çünkü otobüsü kaçırdığımı anlamış, yeni otobüs saatlerine bakmaya dalmıştım. Yine de güzel bir akşam olacağını hissediyordum. Öyle de oldu. Öncelikle kapıların kapanmasına üç dakika kala konsere yetiştim. Sonra ilk sıradaki tek boş koltuk bana ait olacağı için (salona en geç ben girmiştim) yerimi bulmak kolay oldu. Ondan sonrasıysa hepten şahaneydi. Konser dediğime bakmayın, hem şarkılarla hem de hikayelerle dolu bir gösteriydi. Tiyatro sanatçıları sırayla ve bazen birlikte noel şarkıları söylediler, şiirler okudular ve masallar anlattılar. Biz seyirciler hem güldük hem ağladık. Ortamın güzelliğini hatırlayabilmek için bir fotoğraf çektim ama içerideki sıcaklığı ve samimiyeti kadrajım ne yazık ki almadı. Anlatılan ilk masal, Alf Prøysen’in Noel’i Unutan Küçük Köy masalıydı. Masal zaten çok sevimli, ama sanatçının sesi o kadar tatlıydı ki o anlattıkça ben küçüldüm, küçüldüm ve sonunda masaldaki kız gibi beş yaşında oldum. Böylece gösterinin devamını küçük çocuğun şaşkınlığı ve coşkusuyla izleme fırsatım oldu. Bu masalı ilerideki günlerde Türkçe’ye çevirerek bloga eklemeyi planlıyorum. 

Gösterinin ikinci masalıysa Lise Fjelstad’ın anlattığı Kibritçi Kız’dı. Sanatçı, bir kelimesini bile unutmadan ve bütün duygularını sesine vererek o masalı adeta biz seyirciye yaşattı. Tek bir kelimenin bile atlanmadığını biliyorum çünkü masalı sizin için Türkçe’ye çevirmiştim (Dilerseniz buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Fjelstad son cümlesini tamamladığında, salonda ağlayanların sayısı ağlamayanlardan fazlaydı. İki koltuk ötemde oturan seksen yaşlarındaki amcanın gözyaşları gösterinin sonuna dek kurumadı. Küçük bir çocuğun maruz kaldığı maddi manevi yoksulluğu ve içinde yaşadıkları dönemin acımasızlığını bu kadar gerçekçi bir şekilde masallaştırabilen Andersens’in karşısında tekrar saygıyla eğildim. Tabii soğuk ve sıradan bir kış gecesine o büyülü atmosferi veren yaratıcı tiyatro sanstçılarının da hakkını yememek gerek. Bir gösteriyi bu kadar içten ve iddiasız bir şekilde sunabilmenin çok büyük bir çaba ve çalışma gerektirdiğini anlamamak imkansız. Oslo’daysanız ve konsere gitmediyseniz tavsiye ediyorum. Gösteri 30 Aralık tarihine kadar devam edecek. Bu yıl için bilet bulmak zor olabilir; ama 2024’te belki gösteriyi birlikte izleriz? O akşama dönecek olursak, eski ve görkemli tiyatro binasında başlayan büyü, orada kalmadı. Nationaltheatret istasyonundan beni eve kadar takip etti.


Nasıl diye soracak olanlarınız için anlatayım. Eve dönmek için yola çıkmıştım. Tam metro binasına girmek için adımlarımı hızlandırdığım anda, biraz ileride, parke taş döşeli yolda şahane bir köpek gördüm. Kocaman, pofuduk kuyruğu olan kızıl bir köpekti bu. Onun iki adım ilerisinde genç bir adam yürüyordu. Akşam yürüyüşüne çıkmış olmalılardı. Adam belli ki şanslı biriydi. Keşke benim de böyle bir köpeğim olsa diye geçirdim içimden. Üstelik kuyruğunun ucunda tıpkı bir tilkininki gibi beyaz bir tüy öbeği vardı. Ben tam bunları düşünürken o güzel hayvan yolunu değistirdi ve önümden geçti. O an onun köpek değil, kocaman, besili bir tilki olduğunu anladım ve ben, tilkilere bayılırım. O saatte, şehrin en işlek noktalarından birinde bir tilkinin ne işi olabilirdi? Adını bilmediğim için arkasından “Tilki” diye seslendim, ama dönüp bakmadı. Biraz ilerideki sarayın bahçesinde mi yaşıyordu acaba? Nereye gidiyor olabilirdi? Hava çok soğuktu ve epeyce geç olmuştu. O yüzden kendimi her aklı başında yetişkinin yapacağını yapmak zorunda hissettim. Yolumu değiştirerek tilkinin peşine takıldım. O kadar çabuk gözden kaybolmuştu ki, onu epeyce bir zaman aramak zorunda kaldım. Bir zaman sonra eldivensiz kalan elim soğuktan kıpkırmızı olmuş, hissizleşmeye başlamıştı. Biraz kaybolan eldivenimi, biraz da küçük Kibritçi Kız’ı düşünerek çalıların arasında tilkiciği aramaya devam ettim; ama yoktu. Pırıltılı tüyleri sokak ışıklarına karışıp bu kadar çabuk kaybolabildiğine göre evi veya güvenli bölgesi bu yakınlarda olmalıydı. Kürkü çok sağlıklı ve bakımlı göründüğü, kilosu da yerinde olduğu için aslında içim rahat olmalıydı. Metro istasonuna geri dönmekten başka seçenek kalmamıştı elimde. Zaten tilkiyi bulsam da bir noktada geri dönmek zorunda kalacaktım. Durumu kabul edip eve geldiğimde kapının yanında, yerde küçük siyah bir eldivenin şekerleme yapmakta olduğunu farkettim. Emektar eldivenim kaybolmamıştı. Sadece soğuktan biraz gözü korkmuştu belki. Onu alıp eşiyle birlikte girişteki aynanın önüne koydum. Kim bilir belki de eşi ona o gece kaçırdığı güzel şarkıları söylemiş, küçük bir şiir okumuş ve tatlı bir iki masal anlatmıştır. Gecenin büyüsünün, beni eve kadar sadece kapıdan geri dönmek için takip etmiş olması mantıklı olmazdı zaten.



Ben size bunları anlatırken saat iyice ilerlemiş. Yarın sabah erken kalkmam gerekiyor. Zaman ayırıp okuduğunuz ve o güzel akşamı bu yazı üzerinden benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Bakmak isteyenleriniz için noel konseriyle ilgili bilgi veren linki ekleyeceğim. Bir dahaki blog yazısında buluşmak dileğiyle… 

Sevgiler, ❤️

Eylem Rosseland

https://www.nationaltheatret.no/forestillinger/julekonsert/