Güzeller Güzeli Venezia (1. Bölüm)

Venedik'te Lambalar, Deniz Ve Kuleler

 

 

Kanal ve Tarihi Venedik Saraylari-Venetian Palaces on a Canal-Sayılı gün çabuk geçer derler. Sayılı günlerin sonunda ulaşılacak yer Venedik olduğundan benim için durum pek de öyle olmadı. Tam bir yıl boyunca fotoğraflara bakarak ve belgeseller izleyerek hayaller kurduktan sonra nihayet güzeller güzeli Venedik’i tekrar görme ve doya doya gezme fırsatına eriştim. Bu kez daha uzun kaldığımız için hemen hemen bütün sokaklarını gezme imkanımız oldu. Her mahalleye bir gün ayırarak Venedik’in her yerine birkaç anı sığdırdık. Turist kalabalıklarından sıyrılıp şehrin ruhunu tanımak ve Venediklilerin yaşantılarına tanık olmak için mutlaka bir süre kalmak gerekiyor. Buradaki kanalların, sarayların ve köprülerin hepsi birbirinden güzel. İlk bakışta birbirlerine benzeteceğiniz bu mekanların her birinden diğer saraylar, köprüler, kuleler ve gondollar bir başka açıyla ve bambaşka bir çarpıcılıkta görünüyor. Güneş her dokunduğu yapıya başka bir renk veriyor ve eğer binaları aşıp derin kanallara vurabilirse bambaşka kıpırtılarla yansıyor. İlk günlerde insanın gözü bu zaman zaman neşeli, zaman zaman melankolik ve gizemli manzaralardanVenedik'te Renkler-Colours of Venice- başka hiçbir şey görmüyor. Kahvelerini minicik mekanlarda ayaküstü kısa sohbetler eşliğinde içen, taze yiyecek alışverişlerini Rialto Köprüsü’nün hemen yakınındaki pazardan yaptıktan sonra, aldıklarını köprüler yüzünden pazar arabalarıyla evlerine götüren ve Venedik’e özgü gotik pencerelerini açıp yoldan geçen tanıdıklarıyla sohbet eden insanları sonraları farketmeye başlıyorsunuz. Şehrin yaşantısına ve kültürüne dair izlenimleriniz gözlerinizi zamansız ve enfes bir masal büyüsündeki mekanlardan ayırıp, çocuklarını okuldan alan ailelere, ders arasında kanal kenarlarında içeceklerini yudumlayıp, chiccettilerini yerken laflayan üniversitelilere bakabildiğinizde çoğalmaya başlıyor.

 

Victor Nizovtsev -Harlequin with Masks by Victor Nizovtsev

 

Francesco’nun Venedik’i

Green Waters of VeneziaBir zamanlar müthiş bir güçle Akdeniz’e hakim olmuş, Doğu’nun ışıltılı kumaşlarını, görkemli kubbelerini, geceleri kulaktan kulağa fısıldanan esrarengiz masallarını ve rengarenk baharatlarını Avrupa’ya taşımış Venedik ve Venediklileri biraz daha yakından tanımak isteyen yetişkin okurlarıma yine yetişkinler için (on beş yaş üstü izleyicilere hitap ediyor) BBC tarafından hazırlanmış güzel bir belgesel önerebilirim. Adı Francesco’s Venice (Francesco’nun Venedik’i) olan bu seriyi bu kadar özel hale getiren kişi Francesco’nun ta kendisi. Aslen Venedikli bir kont olup bütün hayatını Venedik’te geçirmis olan Mimar Francesco da Mosto, Venedik’in tarihini ve hikayelerini yer yer komik, yer yer hüzünlü ama hep ilginç anlatımıyla daha çekici ve daha samimi hale getiriyor. Venedik’e uzaktan ama aynı zamanda içten gözlerle bakmış, onu kendi hikayeleriyle daha yakından izlemiş oluyorsunuz. Belgeselin müzikleri şehrin kendisi gibi son derece gizemli ve sıcak. Francesco’s Venice şu anda Youtube’da mevcut (Buraya tıklayarak ilk parçayı izleyebilirsiniz). Da Mosto’nun BBC ile birlikte hazırladığı tek belgesel bu değil. Venedik serisi çok sevilince onu Italy: Top To Toe, Francesco’s Mediterranean Voyage, Shakespeare in Italy, A Sicilian Dream gibi yeni belgeseller takip etmiş. Ben bu sonuncusu, yani Bir Sicilya Rüyası dışındakilerin hepsini aldım ve çok büyük bir keyifle izledim. Henüz izlememiş olan okurlarıma mutlaka zaman ayırıp bu serilere bakmalarını öneririm. Bu tip belgeselleri özellikle seyahatlerden önce hazırlık programı olarak izlemeyi seviyorum; çünkü gittiğimiz mekanlara farklı gözlerle bakmamıza yardımcı oluyor. Bazen bir yeri gördüğümüzü, bildiğimizi ya da çok iyi tanıdığımızı düşünsek  bile, oraya başkansının gözleriyle bakmak bizim de bakışımızı tazeliyor, içimizde yeni heyecanlar ve meraklar yaratıyor sanırım.

 

The Doge Cat Bookmark - http://www.insigniamasks.com.au/venetian-cats-as-traditional-venetian-characters

İlk ziyaretim sırasında içi muhteşem fresklerle süslenmiş pembe bir rüyaya benzeyen Dükler Sarayı’nı çok romantik bulmuş, sarayın avlusundaki mermer merdivenlerde güzel resimler çekmiştim. Venedik, uzun yıllar oligarşik cumhuriyet denilen bir sistemle yönetilmiş. Bu sisteme göre devlet yönetiminin başında, soylu ailelerden gelen adaylar arasından seçilen bir dük (doge) bulunuyormuş. Bu dükün hareketleri birçok kuralla sınırlıymış. Örneğin yabancılarla yaptıgı her görüşmede mutlaka bir gözlemci bulunur, dük Venedikli olmayan hiçkimse ile yalnız görüşemezmiş. Karısıyla olan özel yazışmaları dahil her türlü mektubu önce kontrolden geçer, çiçek, gül suyu, balsam gibi ekonomik değeri düşük olanların dışında hiçbir hediye kabul edemezmiş. Tüm diğer dükler gibi seçimle başa gelen elli beşinci dük Marino Faliero bu kısıtlamalardan sıkılmış olacak, ailesi ve yandaşlarının planları yardımıyla kendisini Venedik Kralı ilan edip, ülkeye saltanatı getirmeye karar vermis. Ancak buna fırsat bulamadan yakalanmış ve vatan haini olarak yargılandıktan sonra çabucak idam cezasına çarptırılmış. İdamı ise benim ilk bakışta romantik bulduğum bu mermer merdivenlerde gerçekleşmiş. Dükler Sarayı’nın salonlarından birinde, o zamanlar La Serenissima olarak da anılan Venedik Cumhuriyeti’ni yönetmiş bütün düklerin birer portresi olmasına rağmen, Marino Faliero’nun portresinin yeri siyaha boyanmış. Böylesi büyük tarihi olaylara sahne olan mekanlar hakkında bilgi edindikçe, insan baktığı beyaz mermerlerde bile, kara lekeler de dahil, insanlık tarihinin her rengini görmeye başlıyor.

 

Victor Nizovtsev -Harlequin with Masks by Victor Nizovtsev

 

Labirent Sokaklar

A Venetian Canal under the Shining Sun - Işıldayan Güneş Altında Bir Venedik KanalıUfacık tefecik, içi içine sığmayan bu şehrin sırlarından biri de labirent sokakları sanırım. Binaları kazıklarla suyun üzerine inşa edince, bunları birbirine bağlayan sokaklar ve yine kanallarla birbirinden ayrılmış olan bu sokakları birleştiren yüzlerce küçük köprü yapmışlar. Anlatırken bile tekerlemeye benzemeye başlayan bu durum, küçücük görünen şehrin aslında o kadar da küçük olmadığına dair ipucu veriyor. Bu labirent kent, şöyle bir bakmaya gelmiş gözlere kendisini birbirine benzeyen sokaklar bütünü gibi tanıtsa da, her şeyi bilmek ve görmek isteyenlerin karşısına sürekli yeni yollar ve yeni kanallar çıkararak onlara içini ve en gizli sırlarını açıyor. ‘Bütün şehri baştan sona gezmeme gerek yok; her yer zaten birbirine benziyor’ demeyen herkesin Venedik’e giderken iyi bir haritaya ve en az bir çift spor ayakkabıya ihtiyacı var bence. Biz gezerken kaybolmamak için telefonlarımıza Mtrip programını kaydedip kullandık. Labirente benzeyen bir yerde gezerken online bir rehberinizin olması işin büyüsünü biraz kaçırsa da, sokakları tanımaya başlayana kadar epey yardımcı oluyor. Tarihi bin seneyi aşan bu antik kenti modernleştirme ve modern bir kent gibi yaşatma çabasını görünce buraya olan Venedik'te Bir Kopruhayranlığımız biraz daha arttı. Elektrik ve telefon hizmetinin sunulması bile bu kente özel çözümler gerektirmiş. Telefon ve elektrik kablolarını şehrin mimari dokusunu bozmamak için köprülerden geçirmişler. Binaların su altında kalan kısımlarının bakımını ise kanalları düzenli bir şekilde boşaltıp kuruttuktan sonra yapıyor, işlem tamamlandıktan sonra kanalları yeniden suyla dolduruyorlarmış. Biz yer yer boyası bozuk görünen binaları bakımsız zannederken, tam tersine bazen yapıların ayakta kalma süresini uzatmak için yeni sıva ya da boya yapılmaması gerektiğini duyup şaşırdık. Şehrin nasıl yaşadiğini anlatan birkaç ilginç bilgiyi Venice Backstage – How does Venice work? adlı videoda İngilizce olarak bulabilirsiniz.

 

Victor Nizovtsev -Harlequin with Masks by Victor Nizovtsev

 

Unutulmaz Anlar

Venedik'te Gun Batarken-When the Sun Sets in Venice-Venedik’te gördüğüm ya da yaptığım her şeyi anlatarak sizi sıkmayı istemediğim için yazımın geriye kalan bölümünde sadece zamanın sessizce durmasını istediğim ve bende güzel anılar bırakan birkaç andan ve mekandan söz edeceğim.

En baştan başlamak gerekirse havaalanından şehre gelmek için bindiğimiz küçük vapur, yani vapuretto Venedik’e yaklaştığında karşımıza çıkan muhteşem siluet unutulmazdı. Yalnız bu yolculuk, mesafe hiç uzun olmamasına rağmen, vapur çok dolaştığı için neredeyse bir buçuk saat sürüyor. Ben kendimi yol boyunca şekerci dükkanının vitrinine bakar gibi hissettim. Güzelim Venedik elimizi uzatsak tutabileceğimiz kadar yakındı; ama onu bir türlü yakalayamıyor, ona bir türlü varamıyorduk. Şimdi Venedik’i düşündüğümde aklıma gelen en güzel görüntülerden biri, şehrin suyun üzerinde yüzermiş gibi görünen esrarengiz silüeti.

 

Bir Venedik Sarayinda IsiklarGüzellik deyince aklıma hemen Modern Sanat Galerisi olarak kullanılan Franchetti Sarayı (Palazzo Cavalli-Franchetti) geldi. Bu yapı öylesine güzeldi ki, gezerken binanın süslerine bakmaktan sergilenmekte olan eserleri unuttuk. Sarayın içindeki her ayrıntı zaten birer sanat eseri gibi. Sıradan ya da özensiz yapılmış ya da saklanmış hiçbir şey yok. Geniş salonları süsleyen rengarenk üfleme camdan yapılmış Murano avizeleri bile buna birer örnek olabilir. İçlerinden onlarca mavi, sarı ve pembe cam çiçekler ve yapraklar taşan kocaman cam sepetlere benzeyen bu şahane avizelerin hakkını veren bir fotoğraf çekmem mümkün olmadı. Sarayda gezerken beni en çok etkileyen şey ise kocaman pencereler oldu. Binanın ön cephesi Grand Canal denilen ana kanala bakarken, yan ve arka cephelerdeki pencereler, güzelim bir bahçeye açılıyordu. Bu pencerelerin önüne birer koltuk koyup orada bir öğleden sonrayı kitap okuyarak geçirmek nasıl olur hayal ettim ve bu hayal içimi ısıttı.

 

Vendik'te Bir Masal Penceresi

Venedik Franchetti Sarayi-Palazzo Franchetti-Venedik'te Bir Saray -A Venetian Palace- Palazzo

 

 

 

 

 

San Marko Meydanı’nında bulunan ve bana şehrin en süslü binası gibi görünen San Marco Bazilikası‘na girdiğim ve o inanılmaz altın mozaikleri gördüğüm ilk anı yaşadıkça hatırlayacağım sanırım. Burası sıradan bir katedral değil. Yüzyıllar boyunca seyahat eden Venedikliler şehre hep bu katedrali süslemek için çeşitli mücevherler ve kıymetli süslerle dönmüşler. Burada yatan Aziz Marko’nun bedeninin ülkeye çalınarak ve bir sır gibi gizlenerek getirilmiş olması ve çeşitili yağmalar sonucunda diyar diyar gezdirildikten sonra dinlenmeye ayrılan dört bronz atın hikayesi bu binanın tarihiyle ilgili öğrenilebilecek ilginç detaylar arasında.

 

San Marco Bazilikası

 

Venedik’te sıradan olduğunu tahmin ettiğim bir kış akşamıydı. Yoldan geçerken aldığımız kuru ve lezzetsiz sayılabilecek pizza dilimlerini yemek için Ponte di Rialto yani Rialto Köprüsü‘nün altındaki basamaklara oturduğumuz o an, benim için unutulmaz anlardan biri oldu. Hava kararmış, Grand Canal‘daki sarayların ışıkları yanmıştı. Kendi başımıza kaldığımız bu sessiz ve kısa zaman diliminde, yakınımızdan geçen vapurları dolduran turistlere baktık. Gelenlerde bir merak ve resim çekme telaşı, gidenlerde muhtemelen biraz hüzün ve belki biraz da gurur vardı. Çıkınlarına bu masal şehrinden süslü resimler ve anılar ekleyen ziyaretçiler, onları arada bir tekrar çıkarıp bu şehre ve geçmişlerine sihirli birer kaçamak yapabilecek olmanın gururunu hissetmekte haklılardı. Biz de sessizce oturmuş boğazımızı yırtan pizzaları yemeye çalışırken, yüzyıllardır bu köprünün altından ve üstünden geçen milyonlarca yolcunun arasındaki yerimizi ve kendi yolculuklarımızı düşündük. Venedik’e tekrar gittiğimde yine Rialto Köprüsü’nün altında oturup kanala vuran ışıklara bakmak istiyorum. Yalnız bu defa pizza yerine elimde Venedik’e özgü geleneksel bir bisküvi olan tereyagli Bacoli olacak.

Franchetti Sarayı’nın hemen yanında bulunan Accademia Köprüsü, yani Ponte dell’Accademia bence Venedik’in en güzel yerlerinden biri. Köprünün görüntüsünde herhangi bir çarpıcılık yoktu bana göre; ancak şehrin en muhteşem manzara fotoğraflarını çekebileceğimiz yerlerden bir tanesiymiş burası. Zaten kalabalığı görür görmez köprünün çok gözde bir nokta olduğunu anlıyor insan. Manzara buradan günün her saatinde farklı renklerde görünüyor. O yüzden Accademia Köprüsü’ne defalarca gelip sabah sisler içinde yüzen gondolları, kızıl akşam güneşini, yağmurla solmuş mavi gökyüzü altında hüzünlenen kubbeleri izlemek mümkün.

 

Kopru'den Venedik'e Bir Bakis -Accademia Venice -Venezia

 

Venedik’te geçireceğimiz tek Cumartesi gününü değerlendirmek için pazara ayrılmıs alanın biraz ilerisinden ara sokaklara sapmaya karar verdik. Karşımıza çıkan bir fırından aldığımız güzel kurabiyelere eşlik etmesi için kahve alabileceğimiz bir yer ararken merkezden iyice uzaklaştığımızı fark etmeden, alışveriş eden genç çiftler, köpeklerini gezdiren orta yaşlı Venedikliler ve birkaç diğer turistle birlikte arka sokakları aştık. Venedik’in sokaklarında amaçsızca epey yürüdükten sonra geri dönüş yolunda hem dünyanın en eski Ghetto’suna hem de Castello bölgesinde bulunan ve Vivaldi’nin vaftiz edildiği San Giovanni in Bragora kilisesine uğradık. Aslında Vivaldi’nin doğduğu evi görmek istiyorduk; ama görülecek bir ev olmayınca ve kilise de yakınımızda olunca buraya uğramayı tercih ettik. Ghetto ise elbette daha etkileyici geldi bana. Şehrin fakir bölgelerinden biri olan bu mekanda farklı bi hüzün vardı. Gittikçe tenhalaşan sokaklar ve meydanlarda yapayalnız kalıp geçmişi hayal edebileceğimiz çokca fırsatımız oldu.

 

Puslu Bir Gunde Venedik Ve Kanallar

 

Venedik gezisinin son günü Sevgililer Günü’ne denk geliyordu. Amacımız bu özel günü Venedik’te başlatıp, Floransa’da bitirmekti. Bu sebeple Cafe Florian‘a özellikle o gün gitmek istedik. Sabahtan itibaren bütün gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığı için yaptığımız planın çok isabetli olduğunu görmüş olduk. Venedik’in her tarafı suya batmış gibiydi. Kanallar yetmezmiş gibi yer ve gök de suyla kaplanmıştı sanki ve dışarıda dolaşmak neredeyse imkansızdı. Dünyanin en eski kafesi olan Cafe Florian’a girmek için önce biraz sıra beklememiz gerekti; ama buna değdi. Servis ve sunulan her şey gerçekten çok kendine has ve lezzetliydi. Bu şehirde sıcak çikolatayı koyu kıvamlı olsun diye nişasta ile yapıyorlar. Florian’da içtiğimiz de bu yöntemle yapılmıştı; ama diğer yerlerde denediklerimize oranla çok daha koyu ve güzeldi . Soğuk ve yağmurlu bir günde her yanı fresklerle süslü bir mekanda bisküvi ve baharatlı çikolata ile servis edilen bir fincan cikolatalı içecek nasıl unutulmaz anılara eklenmez ki? Tarihi kimliği ve bozulmamış dokusu ile bu kendisine özgü kafeye yaptığımız ziyaret, bizim için tipik bir müze gezisi gibiydi.

 

Caffe Florian'da Sevgililer Günü

Yine Castello bölgesinde bulunan ve dünyanın en güzel kitapçısı olmaya aday Libreria Acqua Alta bana zamandan soyutlandığım ve bir rüya bulutunun içinde gibi hissettiğim harika bir öğleden sonra yaşattı; ama buna dair ayrıntıları yazımın ikinci bölümünde paylaşacağım. Venedik ile ilgili seçtiğim iki resimli çocuk kitabına da yazımın ikinci bölümünde değinmeyi planlıyorum. Çok yakında yeniden görüşmek üzere…

Sevgiler

 

Victor Nizovtsev -Harlequin with Masks by Victor Nizovtsev

 

HandDrawn_10_2bough_up_graphicsfairy

 

 

 

Londra’dan bir bavul kitapla döndüm!

Holland Park'ta bir gül bahçesi 0

Holland Park’ta bir gül bahçesi

Bu fotoğrafa ne zaman baksam, kendimi küçük Alice gibi hissediyorum. Londra’ya gittiğimizde kaldığımız güzeller güzeli tarihi evin giriş katındaki koridorda çekmiştim bu fotoğrafı. O an Harikalar Diyarı’ndaki gül bahçesini gördüğümü sanmıştım. Minicik kapıdan giren ve sanki çiçeklerin nefesini iceriye taşıyan tazecik havayı, cep telefonuyla çekilmiş bu fotoğrafa ekleyemsem de, her baktığımda özlemle hatırlıyorum. Bu ev ve mekan benim için bütün karmaşalardan ve kötülüklerden kaçıp sığınılabilecek güzellik ve gizem dolu bir masal sahnesi gibi.

Holland Park'ta arka bahçe 2

Arka bahçe

 

Bahçe elbette her mevsim bu kadar renkli görünmüyor. Kışları bütün semte bir hüzün yerleşmek istese de noel süsleri ve okul çocuklarının cıvıltıları bu melankolik havayı süpürüp götürmeye yetiyor. Ayrıca biz kışları çok daha karanlık bir coğrafyadan gittiğimiz için olacak, Londra bize her zaman biraz bahar gibi geliyor.

Holland Park'ta bahçe 3

Arka bahçe

robin

Bavuldaki Kedi1

Bavuldaki Kedi

Aslında yaz sonunda doğum günümü kutlamak için gittiğimiz Londra’dan bir bavul kitapla döneli aylar oldu. Eve döner dönmez bizim evin en güzeli hemen kitapla dolu valizin içine yattı. Bize bir mesaj vermeye çalıştığı çok açıktı. Evden çıkacağı zamanlar gücünün son damlasına kadar direnme huyu olmasaydı, bir dahaki gezimizde bize katılmak istediğini düşünebilirdim. Sanırım sadece tekrar uzağa gitmemizi istemediğini anlatmaya çalışıyordu. Bu yazıyı uzun zaman önce yazmaya niyetlenmiştim; ancak yazacak diğer şeyler artınca, blog için zaman ayırmak lüks gibi gelmeye başladığı için Londra gezisi hakkında yazacaklarımı sürekli erteledim. Noel tatili gelince nihayet ihtiyacım olan motivasyonu da bulmuş oldum. Bu yıl kar taneleri, buralardan sıkılmış olacaklar, yeni yılı kutlamak için batı Turkiye’ye tatile gitmişler. Hava şu an buz gibi olsa da, burada tek bir beyaz kar tanesi bile yok. Karanlıkta en ufak bir ışık dokunuşuyla bile gümüş simler gibi ışıl ışıl ışıldayan karları özlemiyor değilim. Neyse ki çok yakında baharın ilk aylarına kadar dek gitmemek üzere geleceğinden eminim.

London Eye Dönerken

London Eye Dönerken

 

Swiss Chalet in St James's Park London

Swiss Chalet – St James’ Park

St James Park

St James’ Park

Londra bana tarihiyle, mimarisiyle, romantik park ve bahçeleriyle ve ucuz kitap satan sahaflarıyla bir masal şehri gibi geliyor. O sebeple Masal Penceresi bir gezi sayfası olmamasına rağmen bu güzel şehir bu sayfada kendisine yer açtı. Londra’ya gittiğimizde en çok peşine düştüğüm şey genellikle resimli kitaplar oluyor. Şimdiye kadar bu şehirden hep birbirinden güzel kitaplarla döndüm. Bu son gezi de farklı olmadı. Hem anılarım canlı kalsın hem de çektiğim fotoğrafların bazıları kaynak olarak burada dursun diye güzel Londra ile ilgili mütevazi ve kişisel bir yazı yazmaya karar verdim. Oslo’dan gidince Londra gerçekten çok kalabalık ve büyük geliyor insana. Yine de hem büyüklüğünü, hem karışıklığını hem de renklerini çok seviyorum. Biz hep gezmeye gittiğimiz için çalışan bir insan olarak orada yaşamanın nasıl olduğunu hayal etmekte zorlanıyorum. İnsanlar hep çok meşgul ve koşuşturma içindeymis gibi geliyor bana. Biz o karmaşanın içinde kendimize ayırdığımız kısıtlı süreyi mümkün olduğunca sakin ama verimli geçirmeye çalışıyoruz. Her ziyaretimizde rituel gibi aksatmadan yaptığımız etkinikler var.

robinHolland Park

Holland Park 2

Holland Park

Kaldığımız ev Kensington bölgesindeki Holland Park semtinde olduğu için en çok zaman geçirdiğimiz yer bu semt. Semt adını içindeki güzeller güzeli parktan alıyor. Bu park bizim favori mekanımız. Sadece içinden geçmek bile büyük bir keyif. Sonbaharda ve yağmurlu havalarda büründüğü hava ayrı güzel, kışın rengarenk kuşlarla ve sincaplarla neşelenen kuru dallı ağaçları ayrı güzel. Yazın yemyeşil ve insan cıvıltılarıyla dolu hali bambaşka bir güzellikte görünüyor. Parkın sakinleri olan sincapları beslemek için ceplerinı fındık fıstıkla doldurup gelen bir sürü insan var. O yüzden olacak, sincapların hemen hepsi tombişler ve aynı zamanda çok insancıllar. Bu güzel parkın içinde davet mekanı ya da sanat galerisi olarak kullanılan çok guzel eski bir sera, The Orangery, bulunuyor. Her gidişimizde kapalı olan bu mekanı bir gün ziyaret etmeyi ve kocaman bronz heykellerle süslenmiş bu güzel binanın havasını koklamayı çok istiyorum. Bu mekanla bitişik Belvedere adında bir adet Fransız restoranı ve parkın içinde yine büyükçe bir hostel var.

Holland Park'ta tombiş bir sincap

Holland Park’ta tombiş bir sincap

Kyoto Garden - Holland Park 2

Kyoto Garden – Holland Park

Kyoto Garden - Holland Park 3

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

Kyoto Garden - Holland Park 5

Kyoto Garden – Holland Park

 

 

 

 

 

 

 

 

Lord Holland'ın heykeli - Holland ParkAslında parkın büyük kısmı, daha önce Holland House ya da Cope Şatosu adıyla bilinen ve Alman saldırısından sonra harabeye dönen güzelim tarihi binaya aitmiş. Yazları burada Opera Holland Park’ın gösterilerini izlemek mümkün. Küçük ve güzel bir Japon bahçesi olan Kyoto Garden ve içindeki iri balıklar da bence buranın görülmeye değer noktalarından. Ayrıca parkın tam ortasında, Lord Holland’ın kocaman bir heykeli var. Bu heykel bir bakıma parkta kaybolmanızı önlüyor. Işıklandırılmaması ve akşamları girişlerin kapatılması buraya ayrı bir hava katıyor bence. Bir kere hava karardığında içinden geçtikten sonra neden akşam saatlerinde parkın kapılarını kapatmayı tercih ettiklerini anladım. Karanlık, ıssız ve kocaman bir orman gibi hem çok güzel hem de bir o kadar ürkütücü.

Kensington High Street

Kensington High Street

Cafe Aubaine'de kahve molası- Kensington High Street

Cafe Aubaine’de kahve molası- Kensington High Street

Holland Park’ın bir ucu, iki yanı mağazalarla kafe ve restoranlarla süslenmiş geniş bir cadde olan Kensington High Street’e çıkıyor. Burada aklımıza gelebilecek hemen hemen bütün mağazalar var. Caddede aynı zamanda bir metro durağı da mevcut. Metro bize çok kalabalık ve havasız geldiği için hemen hemen hiç kullanmıyoruz. Otobüste en azından etrafı görme şansımız oluyor. Holland Park, Notting Hill’e de çok yakın olduğu için bu semti gezmek ve Portobello Caddesi’ndeki Geil’s Artisan fırınına uğramak bizim rutinlerimizden biri oldu. O muhteşem brownielerden tatmak için daha uzağa da gidilir gerçi. Her ziyarette mutlaka George Orwell’in bu sokakta bulunan müstakil evinin önünden geçmek, taze çikolatalı ve muzlu krep yapan mekanlardan yayılan enfes kokuları duymamak için burnumuzdan nefes almamak ve başka yerlere bakmak, her defasında Oxfam’ın sadece kitap satan şubesinde en az bir saat harcamak bunlardan birkaçı. George Orwell evinin fotoğrafını aslında arkadaşım Duygu için çekmiştim. Seneler önce İzmir’de Portobello Road - George Orwell Evibuluştuğumuzda yemek yemek için bir yere oturmuştuk. Duygu yemekte çantasından Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabını çıkarmıştı. O dönem onu okuduğu için çantasında her yere taşıyordu. Bu evi görünce aklıma hem o an hem de Eurythmics’in ‘1984’ filmi için hazırladığı 1984 adlı albümdeki parçalardan biri olan Sex Crime geliyor. Hatta şimdi yazarken yine aklıma geldiği için açtım ve bir yandan onu dinliyorum. Önceleri Portobello’daki antikacılardaki porselenlere bakmak için de zaman harcıyordum; ama artık bu huyumu bıraktım. Satılan her parça değerinin kat kat üzerinde fiyatlandırıldığı için insanın hevesi kırılıyor. Pazarda alışveriş yapmanın tadını alamadığımdan burada vakit kaybetmeyi sevmiyorum artık. O yüzden Notting Hill gezintisinin en önemli iki noktası sadece Oxfam’in kitapçısı ve leziz brownielerin mekanı Geil’s Artisan Bakery. Aslında güzel brownie yapan birçok yer bulunabilir Londra’da. Ben herhalde biraz da bazı mekanları anılarımla beraber sahiplenmeyi ve o mekanlara tekrar tekrar gitmeyi seviyorum.

Notting Hill Gate durağından başlayıp Kensington High Street’e inen Church Street’in üzerinde yine Royal Trinity Hospice’in bağış kitaplar satan güzel bir sahaf şubesi var. Buradan daha önce inanılmaz güzel resimli kitaplar almıştım. Son ziyaretimizde aradığımız tarzda bir kitap bulamadım; ama civarda kalanlar için arada bir uğranacak ve hazine avcılığı yapılabilecek güzel kitapçılardan biri.

robinHampstead

Hampstead Londra

Hampstead Londra

Son iki Londra gezimizde Hampstead de uğramadan dönmediğimiz semtler arasına katıldı. Hampstead yemyeşil doğasi ve kızıl ateş tuğlasıyla kaplı tarihi binalarıyla tipik İngiliz kasabalarına benziyor. Şehirden uzaklaşmadan bakımlı, yeşil ve sakin bir yerleşim bölgesi görmek için çok uygun. Çarşısı çOxfam-Hampsteadok büyük olmasa bile merkezde bulunan magazaların şubeleri burada da var. Gözlemlediğim kadarıyla bu semtte oturuyorsanız iş dışında merkeze inmenize gerek bile yok. Oxfam’in yalnızca bağış kitaplar satan şubelerinden bir tane de Hampstead’de var.robin

İkindi Çayı

The Ritz-Londra

İngiltere’ye gezmeye gidip meşhur afternoon tea yani ikindi çayına gitmemek olmaz herhalde. En azından bir kere denenmesi gerek bence. Aslında ikindi çayı dense de günün birçok saatinde ikindi çayı servisi yapan mekan bulmak mümkün. Büyük otellerin öğleden sonra başlayıp akşam saatlerine kadar devam eden servisleri oluyor. Daha önce çok sevdiğim arkadaşlarımdan biriyle Ritz Oteli’nin çayına gitmiştik. Aylar önce rezervasyon yapmamıza rağmen ikindi çayı için akşam dokuzdan önce yer bulamamıştık, ki daha çok akşam çayı olmuştu. Çay salonu (üstteki resim), canlı müzik, çaylar, kekler ve parmak sandviçler gerçekten lezizdi. Bir kere denediğim için memnunum; ama çok özel bir kutlama Kensington Sarayı'nda çay saatiolmadıkça tekrar gideceğimi sanmıyorum. Onun yerine güzeller güzeli fincanlarda tazecik çay ve yanında scone ya da kremalı kek servisi yapan başka bir mekana gitmek bize daha cazip geliyor. Bu son gezimizde de rezervasyonla uğraşmak yerine ikindi çayımızı yürümekten yorulduğumuz bir anda, paylaştığımız bir dilim kekin yanında, en sevdiğimiz kafede içmeyi tercih ettik.

robinTower of London

https://en.wikipedia.org/wiki/Tower_of_London#/media/File:Tower_of_London_viewed_from_the_River_Thames.jpg

Tower of London / Wikipedia

Londra büyük bir şehir olduğu için burada yapılacak etkinlikler tükenmiyor. Doğum günü gezisinde görmeyi çok isteğim iki yeri ziyaret etme fırsatım oldu. Bunlardan bir tanesi Tower of London yani Londra Kulesi’ydi. Aslında bu yapıya Londra Kalesi demek belki daha doğru olurdu. Biz bu mekana neredeyse tam bir gün ayırdık. Hem kaldığımız yerden çok uzak olduğu için gidip gelmek çok zaman aldı, hem de içeride görülecek çok şey vardı. Birkaç yıl önce okulla birlikte York şehrinde bir eğitim gezisine gitmiştik. Orada hem bir Shakespeare oyunu izlemiş hem de Londra Kulesi ile ilgili ilginç şeyler dinlemiştik. Londra Kulesi’ne karşı merakım aslında orada başladı. Sonra nedense Londra’ya gitsek de bir türlü denk getirip bu Kule’yi gezemedim. Burası zamanla girişin olduğu ama çıkışın olmadığı bir yer haline geldiği için hanedan üyeleri ve devlet adamlarının asla ziyaret etmeyi bile istemedikleri bir mekanmış. Ziyaret sırasında görebileceğiniz Kraliçe Anne Boleyn’in idam öncesi hapsedildiği binadan idam edildiği noktaya kadar, çeşitli tutsakların notlarından, kraliyet mücevherlerine ve kuzgunlara kadar İngiliz kültürü ve tarihi açısından kıymetli olabilecek çok şey var. Gezebildiğim, o atmosferi hissedebildiğim ve en sonunda binaların birinde kaybolmadan sapasağlam dışarı çıkabildiğim için çok memnunum. Doğum günü dileklerimden bir tanesi böylece gerçekleşmiş oldu. Geziden önce kaleyi anlatan birkaç belgesel ve tanıtım programı izlemiştim. İzlemek isteyen yetişkinler için yine yetişkinler için hazırlanmış ingilizce bir programın linkini ekliyorum.

robinWestminster Abbey

Westminster Abbey

Westminster Abbey

Görmeyi uzun zamandır istediğim bir diğer mekan da Westminster Abbey’di. Bu yapıyı gezmeye onunla ilgili bir belgesel izledikten sonra karar verdik. Westminster Abbey müze gibi belirli bir ücret ödeyip gezebileceğiniz önemli tarihi mekanlardan biri. UNESCO’nun kültür mirası ilan ettiği bu yapının adına hanedan üyelerinin düğünleri ve cenazeleri sebebiyle aşinaydık. Ancak Westminster Abbey’e sadece büyük bir kilise deyip geçmek, birçok tarihi olayla yakın bağı bulunan bu görkemli yapıya haksızlıkmış. Yedi yüz yıllık geçmişi olan bu devasa binanın mermer koridorlarının altında, Charles Darwin’den, Charles Dickens ve Isaac Newton’a kadar nice önemli isim yatıyor. Yürürken kimlerin mezarının üzerinden geçtiğinizi farkettikten sonra başınızı bir süre yerden kaldıramıyorsunuz. Yürürken mermerlere yazılmıs adlara bakmamak onlara saygısızlık olacakmış gibi geldiğinden olacak, biz bir süre hep yerlere baktık. Burası yüzlerce insanın mezarı olduğu için içeride bunu yansıtan ağır bir atmosfer var. Kraliçe 1. Elizabeth de buraya gömülen önemli tarihi isimlerden biri. Mezarının üzerinde bulunan kendi boyutlarındaki mermer heykel son derece etkileyiciydi. İçerideki yüzlerce diğer sanat eseri gibi… Bu mekan sadece dini açıdan değil tarihi açıdan da İngiltere’nin en önemli simgelerinden biri. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için binanın içini gösteren herhangi bir resim ekleyemiyorum; ancak internette Westminster Abbey ile ilgili birçok resim ve belgesel bulmak mümkün. Binanın tarihiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isterseniz aşağıdaki youtube linki hoşunuza gidebilir.

https://www.youtube.com/watch?v=2388hTrKn3g

robin

Son yolculuğumda doldurduğum kitap bavulumda elbette birçok kitap var. Bunların hepsinden söz etmek şu an için imkansız. O yüzden içlerinden sevdiğim bir tanesini, Kadife Tavşan‘i, sizin için seçtim ve bir sonraki yazımda ondan söz etmek istiyorum. Bu yazıyı yeni yılınızı tekrar kutlayarak bitirmek istiyorum. Umarım Noel Baba bu sene torbasında nice guzellikler getirmiştir. Bize de 2016’yı dolu dolu yaşarken o torbadan çıkacak surprizleri beklemek kalıyor. Bu blog yazısı tamamen Londra’ya adandığı için kapanışı da geçen sene yeni yılı karşıladığımız bu güzel şehirde çektiğim birkaç fotoğrafla yapıyorum.

Sevgiler…

robin

 

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası

Noel için süslenmiş Fortnum and Mason Magazası – Londra

 

Noel süsleriyle Covent Garden

Noel süsleriyle Covent Garden

 

Noel Ağacı

Evden bir kare: Noel Ağacı

 

Noel Yıldızı Londra

Mutfaktaki Noel Yıldızı-Londra

robin