Sular hep aktı geçti,
Kurudu, vakti geçti.
Nice han, nice sultan
Tahtı bıraktı geçti.
Dünya bir penceredir,
Her gelen baktı geçti.
Yunus Emre (1238-1320)
Merhaba,
Ne kadar uzun zaman oldu değil mi? Aslında tekrar yazmaya karar vermem geçen yıl bu zamanlara denk geliyor. Bir cesartle üniversitede ders almaya başladığım ilk zamanlara yani. Nedense hep buraya yazdığım zaman diğer tipte metinleri yazmak kolaylaşıyor gibi gelirdi bana. Tam o sıralarda kedim Pusu sağlığını kaybetmeye başladı. O dönemden beri bu konuda yazmaya hazır hissetmediğim ve bir yandan da hiçbir şey şey olmamış gibi onun gidişinden bahsetmeden tekrar blog yazmaya başlayamayacağım için erteleme durumu bugüne, yani 4 Ekim Dünya Hayvanlar Günü’ne dek sürdü.
Pusu’yu ilk kez hastanede bırakmak zorunda kaldığım o soğuk sonbahar gününden bu yana neredeyse bir yıl geçti. Sonradan minnettarlık hissedeceğim veteriner kedime bakıp “ Öncelikle bu çok yaşlı bir kedi, bedeni önerdiğimiz tedaviyi kaldıramayabilir”, demişti. Onca üzüntünün arasında bunun hayatımda duyduğum en saçma yorumlardan biri olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Onun yumuşacık tertemiz tüylerini, beş buçuk kiloluk iri ve çevik bedenini, mücevher gibi parlayan gözlerini ve ağzının iki yanından ipek püsküller gibi fışkıran tazecik kedi bıyıklarını göremiyor muydu? Farklı kedilerden mi söz ediyorduk acaba? Evet, böbrek yetmezliği vardı ama böbrek değerlerinde son bir senedir artış olmamıştı. Daha bir ay önce klinikteki rutin kontrolünde bir sürü iltifat almıştı. Mahallede her yaştan hayranı vardı. Nasıl o kadar hasta olabilirdi? O gün Pusu’nun, geceyi atlatabileceğine dair söz veremediler. Bir terslik olursa arayacaklarını söylediler sadece. Sabaha kadar telefonun çalmamasını umarken kalbim bizi neyin beklediğini anlamıştı; ama aklım beni yanıltıyordu. Ertesi gün hastaneden arayıp Pusu’nun eve dönebileceğini söylediklerinde sevinçten kulaklarıma inanamamıştım. O kadar mutluydum ki hastaneye varana kadar arabada şarkı söyledim. Bir sonraki muayenede kedime kalp yetmezliği tanısı konuldu. Haberler kötüydü ama o yaşıyordu ve evine gelebildiği için içimde bir umut vardı. Umut ve gözyaşları arasında bir sarkaç gibi gidip geldiğim yoğun bir tedavi süreci tam da böyle başladı ve 28 Aralık 2022 günü Pusu’nun vefat etmesiyle sona erdi.
Pusu’nun varlığı benim hayatı bazen biraz masal gibi algılamamın belki de en önemli sebebiydi. İçinde bulunduğu her anı ve her mekanı güzelleştiren muazzam bir canlıydı. Her şeyiyle çok zarif, iyi kalpli, komik, sabırlı ve kendisinden yaşama dair çok şey öğrendiğim harika bir kediydi. Kışın en karanlık günlerinde bile o olduğu için evimizde günışığı ve sıcaklık vardı. Bana ilk kez sekiz aylık hayat dolu bir kedi olarak geldiğinde onu hiçbir zaman terk etmeyeceğime dair bir söz vermiştim. Hastalığı süresince de gözlerine bakarak bu sözü tekrarlama şansım oldu. Pusu hep bir şekilde beni anladığını gösterdi. Hiçbir zaman duygularını saklamayı seven bir kedi olmamıştı zaten. Hastanedeki ilgili ekip yapılacak hiçbir şeyin kalmadığını söyleyene kadar pes etmedik. Verdiğim boyumdan büyük bu sözü tutabilmek, tam on beş buçuk yıl onunla yaşamak bir ayrıcalıktı.
Bazen hala evde ona sesleniyorum ve nerede olduğunu soruyorum. Unutkanlıktan değil. Pusu hep, her zaman o kadar vardı ki şimdi bu derece olmayabilmesi inanılmaz geliyor. Konuyu «Olmak ya da olmamak» repliğine bağlamadan toparlamaya çalışacağım. Kayıplar gerçekten zor; ama ölümün varolabilmesinin tek nedeni aslında yaşamın varlığı değil mi? Yas tutmamızın sebebi de sevgimiz? Bir gün bir iş arkadaşım yeni bir kedi alıp almayacağımı sorduğunda ona yeni bir kedinin aynı olamayacağını ve tekrar böyle bir bağ istemediğimi söylemiştim. O da bana bakıp gülümseyerek, “Yeniden sevebilirsin Eylem. Tabii ki aynı olmaz, biraz farklı şekilde seversin, ama bu yine de sevgidir” demişti. Haklıydı da. Pusu’nun yerini başka bir şey dolduramaz, ama sevgi zaten doldurmak için boşluk arayan bir duygu değil ki. O çoğu zaman habersizce gelen ve hatta bazen olumsuz görünen şartlara rağmen, bir yandan yerleşip kök salarken, bir yandan da dallarına ve çiçeklerine kendi dilediği kadar yer açarak büyüyen bir duygu. Bu konuşmadan birkaç ay sonra ne yazık ki iş arkadaşımın köpeği de vefat etti. Hem de yaşlanamadan aramızdan ayrıldı. Her şey, her şey hayatın kendisiyle birlikte akıp geçiyor. Kendimizi bu gerçekten ayrı tutmamız imkansız. Öyleyse aslında hiçbir zaman gerçekten sahip olma hakkına erişmediğimiz şeyleri, ki bu hemen hemen sahibi olduğumuzu sandığımız her şey için de geçerli, kaybetme korkusu içinde değerlendirmek biraz anlamsız kaçıyor. Onun yerine, hala nefes alırken ve fırsatını bulduğumuz zaman kalbimizi açıp sevebileceğimiz kadar sevmeye, hayatı hakkını vererek güzel yaşamaya bakmalıyız belki de. İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın «Kuş ölür Sen uçuşu hatırla.» dizesini aklımızda tutarak…
Şiir demişken yazıyı bir şiir daha doğrusu bir sone ve içimizi hafifletmesi için basit ve tatlı bir şarkıyla bitirsek iyi olur diye düşünüyorum. Umarım hoşunuza gider. Bir dahaki yazım bu konuya uygun iki resimli kitap hakkında olacak.
O zamana dek sevgiyle kalın ❤️
Eylem R.
LXV
Ne tunç ne taş ne toprak ne de sonsuz denizler
Acıklı faniliğe karşı koyamazlarken,
Nasıl bu kör öfkeyle güzellik cenge girer
Çabasında en çok bir çiçek gücü varken?
Ah, nasıl göğüs gersin yazın tatlı rüzgarı
Azgın günler dört yandan üstüne yürüdükçe,
Bozguna uğrattıkça yenilmez kayaları,
Çelik kapılar bile zamanla çürüdükçe?
Ne korkunç bir düşünce: Ah,nerede saklı dursun
Çağların mücevheri Çağların sandığından?
Bir zorlu el var mı ki bu koşuyu durdursun?
Güzellik yağmasını kim esirgesin ondan?
Yok hiçbiri meğerki bu mucize sürsün de
Sevdiğim ışıldasın kara yazı üstünde.
William Shakespeare (1564-1616)
Çeviri: Talat Sait Halman