Ole Lukøje ile Rüyalar Ülkesinde




Sen içimdeki küçük mum
Hala sönmedin, yanıyor musun?
Gündüz aydınlıkta kaybolup
Gece yatınca karşımdasın

Bülent Ortaçgil


Merhaba,

Gece, iri ve güzel bir kuzgunun kanatlarında oturmuş usulca yeryüzüne inmekte. Dudaklarında daha önce duyduğumuz, ama hangisi olduğunu çıkaramadığımız tatlı ninnilere benzeyen cılız bir ıslık var. Ayaklarını ıslığının ritmine uydurmuş, gözlerindeyse bir mumun parlak alevi geziyor. Biliyoruz ki onun ayakları yere tam bastığında, bizimkiler yerden kesilmiş olacak. İşte böyle bir gece bu. Bense, sizinle bir süredir güzel masalları çağıran tılsımlı bir gecede buluşmayı diliyordum. Çünkü dünyaya açılan gözlerimizin yönünü artık içimize çevirmeye başlayıp, onlarla yalnızca kendimizi gördüğümüz anlara geçişimizi kolaylaştıran yardımcılardan biri de eksantrik masalcıların kaleminden çıkan bu gece masallarıdır. Biliriz ki onlar, gizemli atmosferleriyle bizi düşlerimizle buluştuğumuz o sürprizlerle dolu salona götürürler. Yani şu hiç bilet parası ödemeden girip kavuşmalardan kovulmalara uzanan geniş yelpazedeki gösterileri izlediğimiz, sadece bize ait olan rüyalar sahnesine.

Geçtiğimiz kış, Norveç’in ulusal tiyatrosu Nationaltheatret’te izlediğimiz gösteri beni böyle bir rüya gibi masalla tanıştırmış ve kendimi bir yıldız yağmurunun ortasında, Ole Lukøje’nin tuhaf şemsiyesinin altında bulmama neden olmuştu. Danimarkalı masalcı Hans Christian Andersen tarafından yazılmış ve dilimize daha önce Ole Yumgöz olarak çevrilmiş masalı burada bölümlere ayırarak, her güne bir adet düşecek şekilde paylaşacağım. Böylece kahramanımız küçük Hjalmar’ın Ole ile tanışmasına ve yedi gün boyunca sürecek olan uyku yolculuklarına birlike tanıklık etmiş oluruz.

Eylem Rosseland ❤️


Ole Lukøje

Dünya üzerinde Ole Lukøje kadar çok hikâye bilen başka kimse yoktur ve onları gerçekten çok güzel anlatır.

Akşam olduğunda, çocuklar hâlâ bir masanın etrafındaki küçük taburelerinde düzgün bir şekilde oturmaktayken Ole Lukøje gelir. Ayaklarında sadece çorap olduğu için hiç ses çıkarmadan yukarı çıkar. Yavaşça kapıyı açar ve çocukların gözlerine nazikçe tatlı bir süt serper. Öyle çok değil ama sadece biraz, onların gözlerini kapalı tutmaya yetecek kadar. Böylece çocuklar onu hiç göremezler. Parmaklarının ucuna basarak onların arkalarından yürür ve enselerine hafifçe üfler. Bu üfleme küçüklerin başlarını öne düşürür. Ah evet, Ole Lukøje bunu onlara hiç zarar vermeden yapar, çünkü çocukları pek sever. Tek isteği miniklerin yatağa girdiklerinde sessiz olmasıdır, çünkü hikâyelerini anlatabilmek için sessizlik gerekir.

Çocuklar uykuya dalar dalmaz, Ole Lukøje yatakta yanlarına oturur. Üzerinde şık giysiler vardır. Ceketi ipekten yapılmıştır. Hareket ettiğinde kırmızı, yeşil ya da mavi parıldadığı için tam olarak ne renk olduğunu söylemek mümkün değildir. Kollarının altında birer şemsiye vardır. Bunların birinin üzerinde resimler vardır. Onu uslu çocukların üzerine açar. Böylece çocuklar bütün gece boyunca düşlerinde öykülerin en güzellerini görürler. Diğeri ise üzerinde hiçbir şey bulunmayan sade bir şemsiyedir. Bu şemsiyeyi de yaramaz çocukların üzerine açar. Onlar da bütün gece huzursuz bir şekilde uyur ve sabah uyandıklarında hiç rüya görmemiş olurlar.

Şimdi Ole Lukøje’nin bir hafta boyunca her akşam Hjalmar adındaki küçük bir çocuğun yanına nasıl geldiğini ve ona neler anlattığını dinleyelim bakalım. Bir haftanın içinde yedi gün olduğu için öyküler de yedi tanedir.

Pazartesi

Akşam olup Hjalmar’ı yatağına yatırır yatırmaz Ole Lukøje “Dinle şimdi, önce şu etrafı bir düzenleyelim ” dedi.

O anda saksılardaki tüm çiçekler kocaman ağaçlara dönüştü, uzun dalları tavanın altından duvarlara doğru kıvrılarak odayı güzel bir çardağa dönüştürdü. Dallar, her biri güllerden bile daha güzel çiçeklerle doluydu ve kokuları o kadar tatlıydı ki, yiyecek olsanız reçelden bile daha tatlı olduklarını görürdünüz. Meyveler altın gibi parlıyordu, çöreklerin içinden kuş üzümleri fışkırıyordu . Her şey o kadar muhteşemdi ki!

Birdenbire, Hjalmar’ın okul kitaplarını koyduğu masanın çekmecesinden korkunç bir inilti yükseldi.

“Ne oluyor bakalım?” diye sordu Lukøje, çekmeceyi açarken. Çekmecedeki küçük yazı tahtası adeta sinir krizi geçirmekteydi. Üzerinde sonucu yanlış çıkmış bir matematik işlemi olduğu için öfkeden parçalarına ayrılmak üzereydi. Tahtaya bir iple bağlı olan tebeşirse bir köpek gibi zıp zıp zıplıyor, hatayı düzeltmeye çabalasa da yapamıyordu.

Bir başka yakınma da Hjalmar’ın yazı defterinden geldi. Aman Tanrım, dinlemeye katlanmak bile zordu! Her sayfasında alt alta dizilmiş büyük harfler vardı; yanlarında ise küçük harfler duruyordu. Büyük harfler örnek olmak için yazılmışlardı. Hemen yanlarında ise Hjalmar’ın yazdığı harfler bulunmaktaydı. Onlar da tıpkı ilk örnekler gibi göründüklerini sanıyorlardı ama çizgilerin üzerinde durmak yerine oraya buraya yuvarlanıp dağılmışlardı.

“Bakın, işte kendinizi şöyle tutmalısınız,” dedi örnekteki güzel yazılar. “Şöyle, yana doğru eğik ve kalın bir çizgiyle.”

“Ah, biz de öyle olmak isterdik!” diye cevap verdi Hjalmar’ın yazdığı harfler. “Ama yapamıyoruz. Çok zayıfız.”

“O zaman biraz çocuk ilacı içmeniz gerek,” dedi Lukøje.

“Ah, hayır!” diye haykırdı harfler ve hemen öyle bir dikeldiler ki onları öyle görmek bir zevkti.

“Artık öykü anlatacak zamanımız yok,” dedi Lukøje. “Bunlara antrenman yaptırmam gerekiyor. Bir, iki! Bir, iki!” Harfleri çalıştırmaya başladı; öyle ki, hepsi örneklerden bile daha düzgün, daha zarif bir şekilde dizildiler. Fakat Lukøje gidip Hjalmar sabah harflere baktığında, hepsinin yine eski perişan hallerine dönmüş olduğunu gördü.

Hans Christian Andersen


https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Çeviren: Eylem Rosseland

Ole Lukøje Masalı “Salı”



Salı

Hjalmar yatağına yatar yatmaz, Ole Lukøje küçük sihirli fısfısını alıp odadaki bütün mobilyalara dokundu ve birdenbire hepsi konuşmaya başladı. Her biri yalnızca kendisinden söz ediyordu; yalnızca köşedeki küçük çöp tabağı sessizdi. Diğerlerinin böylesine kibirli olup yalnızca kendilerinden söz etmelerine içerliyordu. Köşede öylece alçakgönüllü bir şekilde duruyor ve herkesin üzerine tükürmesine rağmen sessizliğini koruyordu.

Komodinin üzerinde altın varaklı bir çerçevesi olan büyük bir manzara tablosu asılıydı. Yaşlı, uzun ağaçlar, çimenler arasında çiçekler ve ormanın arkasından geçip pek çok şatonun önünden dolaşarak uzaklardaki vahşi denize ulaşan bir nehir ile geniş bir göl görünüyordu. Ole Lukøje sihirli fısfısıyla tabloya dokununca, içindeki kuşlar şakımaya, ağaçların dalları kıpırdanmaya, bulutlar gökyüzünde hareket etmeye başladı. Onların gölgelerinin manzaranın üzerinden geçtiği bile görülebiliyordu.

Şimdi Ole Lukøje küçük Hjalmar’ı kaldırıp çerçevenin önüne getirdi; çocuk bacaklarını doğrudan resmin içine, yüksek otların arasına uzattı ve orada durdu. Güneş dalların arasından parlayarak ona kadar ulaşıyordu. Hjalmar suyun kıyısına koştu, orada duran kırmızı ve beyaz boyalı küçük kayığa bindi. Kayığın yelkenleri gümüş gibi ışıldıyordu. Başlarında altın birer taç, alınlarında parlak mavi birer yıldız olan altı tane kuğu, kayığı yemyeşil ormanların arasından çekerek götürüyordu. Ağaçlar haydutlardan ve cadılardan, çiçekler ise sevimli küçük elflerden ve kelebeklerin anlattıklarından söz ediyordu.

Pulları altın ve gümüş gibi parlayan güzeller güzeli balıklar kayığın ardından yüzmekteydi. Arada bir sıçradıktan sonra “şap” diye suya düşüyorlardı. Büyüklü küçüklü kırmızı ve mavi kuşlar iki uzun sıra hâlinde kayığın ardından uçuyordu. Sinekler dans ediyor, mayıs böcekleri vız vız ötüyordu. Hepsi Hjalmar’ın peşinden gitmek istiyordu ve her birinin anlatacak ayrı bir öyküsü vardı.

Ne muhteşem bir yolculuktu bu! Bazen orman öylesine sık ve karanlıktı ki… Bazen de güneşli, çiçeklerle bezenmiş en güzel bahçeye dönüşüyordu. Göğe doğru balkonlarında prensesler olan cam ve mermerden yapılmış saraylar yükseliyordu. Hepsi Hjalmar’ın daha önceden çok iyi tanıdığı kızlardı, çünkü birlikte oyunlar oynamışlardı. Her biri ona uzattığı ellerinde pastacıların yapabileceği domuz şeklindeki en lezzetli badem ezmesini tutuyordu. Hjalmar geçerken elini uzatıp domuzcuğun bir ucundan tutunca, prenses de diğer ucundan tutmakta olduğu için her ikisi de şekerlemeden birer parça alabiliyordu. Prensesinkine küçük, Hjalmar’ın payına ise büyük olan parça düşüyordu! Bütün sarayların önünde nöbet tutan küçük prensler vardı. Kılıçlarıyla selam veriyor ve gökten kuru üzümler ile kurşun askerler yağmasına neden oluyorlardı. Yaptıkları hareketlerden gerçek birer prens oldukları o kadar belliydi ki…

Hjalmar bazen ormanlardan, bazen koca salonlardan, bazen de bir kasabanın ortasından geçiyordu. Dadısının yaşadığı kasabaya da uğramışlardı. O dadı ki Hjalmar minicik bir çocukken onu kucağında taşımış, onu hep sevmişti. Kadın Hjalmar’a başıyla selam verdi, ona el salladı ve kendisinin yazıp gönderdiği güzel bir şarkıyı söyledi:

Seni sık sık düşünürüm,
Benim sevgili Hjalmar’ım, tatlım!
Senin minicik alnını öpmüştüm.
Pespembe yanaklarını…
Senin ilk sözlerini duymuş,
Sana erkenden veda etmek zorunda kalmıştım.
Tanrımız seni bu dünyada korusun.
Sen onun cennetinden gelen bir meleksin

Sanki Ole Lukøje onlara da masal anlatıyormuş gibi bütün kuşlar bu şarkıya katıldılar. Çiçekler sapları üzerinde dans ettiler ve yaşlı ağaçlar başlarını salladılar.

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Ole Lukøja Masalı “Çarşamba”




Çarşamba

Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Hjalmar, uykusunda bile yağmurun sesini duyabiliyordu. Ole Lukøje pencereyi açtığında, su yükselerek pencere pervazına kadar ulaşmıştı. Dışarıda gerçek bir göl vardı ve evin hemen yanında güzel bir gemi duruyordu.

“Benimle yelken açmak ister misin, küçük Hjalmar?” dedi Ole Lukøje. “Bu gece uzak ülkelere yolculuk edebilir, sabah olunca yine evine dönebilirsin.”

Hjalmar bir anda üzerinde pazar günleri giydiği özenli giysileri ile bu görkemli geminin güvertesinde belirdi. Aynı anda yağmur dindi, bulutlar aralandı. Sokaklardan ve kilisenin etrafından geçerek denize açıldılar. Artık her yer engin ve coşkun bir deniz olmuştu. Öylece yol aldılar ki kara çok gerilerde kaldı. Uzakta bir leylek sürüsü gördüler. Onlar da yurtlarından ayrılmışlardı ve sıcak ülkelere gitmek istiyorlardı. Leylekler tek sıra hâlinde, biri diğerinin arkasında olacak şekilde uçuyordu. Zaten uzun bir yol katetmişlerdi. İçlerinden biri öylesine yorgundu ki kanatları artık onu taşımakta zorlanıyordu. En arkada uçuyordu ve çok geçmeden diğerlerinden epey geride kaldı. Sonunda, kanatlarını güçsüzce çırpa çırpa, gittikçe daha alçalarak gemiye doğru indi. Ayağı geminin yelken direğine takıldı, sonra yelkenin üzerinden kayarak pat diye güverteye düştü. Denizcilerden biri onu alıp kümese, tavukların, ördeklerin ve hindilerin arasına koydu. Zavallı leylek şimdi onların ortasında büsbütün mahcup bir halde duruyordu.

“Ne tuhaf şey!” dedi bütün tavuklar.

Hindilerden biri olanca gücüyle kabardı ve ona kim olduğunu sordu; ördekler ise geriye çekilip birbirlerini dürterek, “Vak, vak!” dediler.

Leylek onlara sıcak Afrika kıtasından, piramitlerden ve çölde bir yaban atı gibi koşan devekuşundan söz etti; ama ördekler onun söylediklerini anlamadılar. Birbirlerini dürterek, “Onun bir budala olduğunda hemfikiriz, değil mi?” dediler.

“Evet tabii ki budala!” diye bağırdı hindi ve gevezelik etmeye başladı. Bunun üzerine leylek sustu, sessizce durdu ve Afrika’sını düşündü.

“Ne güzel ince bacaklarınız var!” dedi hindi. “Acaba bir metresi kaç lira?”

“Vak, vak, vak!” diye güldü bütün ördekler; fakat leylek onları duymuyormuş gibi davrandı.

“Siz de bizimle birlikte gülebilirsiniz!” dedi hindi ona. “Çünkü bu çok nükteli bir söz! Yoksa sizin anlayışınıza biraz ağır mı geldi? Ah, ah! O kadar da zeki değilmiş! Biz kendi kendimizle ilgilenmeye devam edelim!” Bunun üzerine tavuklar gıdakladı, ördekler vak vak diye ses çıkardı. Korkunç şekilde eğleniyorlardı.

Hjalmar kümese geldi, kapıyı açtı, leyleğe seslendi. Leylek de dışarı sıçrayarak güverteye geldi. Artık dinlenmişti ve sanki Hjalmar’a teşekkür etmek ister gibi başını salladı. Sonra kanatlarını açtı ve sıcak ülkelere doğru uçup gitti. Tavuklar gıdakladı, ördekler vakladı, hindi ise baştan aşağı kıpkırmızı kesildi.

“Yarın sizden çorba yapacağız!” dedi Hjalmar. Bunu der demez uyandı ve kendisini yine küçücük yatağında buluverdi. O gece Ole Lukøje’nin onu çıkardığı yolculuk gerçekten harikuladeydi!

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Ole Lukøja Masalı “Perşembe”


Perşembe

“Bak ne diyeceğim,” dedi Ole Lukøje. “Sana küçük bir fare gösterirsem sakın korkma.” Sonra içinde o sevimli küçük hayvan olan elini uzattı. “Seni bir düğüne davet etmeye geldi. Bu gece evlenmeye hazırlanan iki küçük fare var. Sizin evin kilerinin altında bir dairede yaşıyorlar, evlerinin pek güzel olduğu söyleniyor.”

“Peki ama, ben yerdeki o küçücük fare deliğinden nasıl geçeceğim?” diye sordu Hjalmar.

“Onu bana bırak!” dedi Ole Lukøje. “Seni küçülteceğim!” Sonra sihirli fısfısıyla Hjalmar’a dokundu, çocuk gitgide küçüldü, küçüldü, sonunda bir parmak kadar kaldı. “Artık kurşun askerin elbiselerini ödünç alabilirsin. Sana tam gelecektir, hem davetlerde üniforma giymek çok şık olur!”

“Evet tabii!” dedi Hjalmar ve bir anda en sevimli kurşun asker giysilerine büründü.

“Annenizin dikiş yüksüğüne oturmaz mısınız?” diye sordu küçük fare, “Sizi bu yüksük arabayla çekmek benim için büyük bir onur olur.”

“Aman Tanrım, hanımefendi siz kendiniz mi zahmet edeceksiniz?” dedi Hjalmar. Böylece fare düğününe doğru yola çıktılar.

Önce döşemenin altında bulunan uzun bir geçide girdiler. Burası öyle alçaktı ki ancak yüksükle geçilebiliyordu. Çürümüş parkelerin üstündeki parlak mantar tabakası tüm geçiti aydınlatıyordu.

“Burası mis gibi kokuyor değil mi?” dedi fare. “Tüm yol bir domuz yağı tabakasıyla kaplı! Bundan daha güzeli olamazdı!”

Gelin odasına ulaştıklarında sağ tarafta toplanmış birbirleriyle alay eder gibi fısıldaşarak kıkırdayan dişi fareler duruyordu. Sol tarafta ise pençeleriyle bıyıklarını düzelten erkek fareler vardı. Tam ortadaysa, içi oyulmuş bir peynirin içinde gelinle damat durmaktaydı. Herkesin gözü önünde birbirlerini öptüler, çünkü nişanlanmışlardı ve evlenmek üzereydiler.

Düğüne durmadan daha çok konuk geliyordu. Fareler neredeyse kalabalıktan birbirini ezecekti. Gelinle damat kapının ortasına yerleştiler. Böylece artık içeri kimse girip çıkamıyordu. Tüm oda tıpkı geldikleri geçit gibi domuz yağından bir tabakayla kaplıydı. Tatlı olarak da bir bezelye getirilmişti. Ailenin küçük farelerinden bir tanesi, bu bezelyeye kemirerek gelinle damadın adlarının ilk harfini yazmıştı. Bu, bambaşka bir incelikti.

Bütün fareler bunun çok güzel bir düğün olduğunu, herkesin çok hoş ve keyifli vakit geçirdiğini söylediler.

Sonra Hjalmar yeniden eve döndü. Gerçekten de çok seçkin bir davete katılmıştı, ama bunu yapabilmek için küçücük olup bir kurşun askerin üniformasına sığmak zorunda kalmıştı.


Hans Christian Andersen

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Çeviren: Eylem Rosseland

Ole Lukøja Masalı “Cuma”




Cuma

Bana ne kadar çok yaşlı insanın ulaşmak istediğine inanamazsın!” dedi Ole Lukøje. “Özellikle de kötü şeyler yapmış olanlar bana, ‘Sevgili küçük Ole, gözlerimizi kapatamıyoruz; çünkü kapatırsak bütün gece yaptığımız kötülükleri görüyoruz. Onlar çirkin birer küçük troll gibi yatağımızın kenarına oturup üzerimize kaynar su püskürtüyorlar. Gelip onları kovsan da bir rahat uyusak olmaz mı?’ derler. Sonra derin derin iç çekerek ‘Ücreti de neyse öderiz. İyi geceler Ole! Paralar pencerenin pervazında duruyor.’ diye eklerler, fakat ben para için böyle bir şey yapmam” dedi Ole Lukøje.

“Peki bu gece ne olacak?” diye sordu Hjalmar.

“Bilmem! Bu gece yine bir düğüne gitmek ister miydin? Bu, dünkünden farklı bir düğün olacak yalnız. Bu defa kardeşinin oyuncak bebeği, hani şu erkek ve adı Herman olan, diğer oyuncak bebek Bertha ile evlenecek. Ayrıca bugün Bertha’nın doğum günü. Bu yüzden kendisine birçok hediye de verilecek!”

“Evet biliyorum,” dedi Hjalmar. “Ne zaman oyuncak bebeklerin yeni giysilere ihtiyacı olsa, kız kardeşim ya bir doğum günü düzenler ya da bir düğün! Bu en az yüz kere olmuştur!”

“Evet, ama bu geceki düğün yüz birincisi olacak ve yüz bir tamamlanınca her şey bitecek! Bu yüzden de bu düğün olağanüstü olacak. Baksana!”

Hjalmar masaya baktı. Orada pencerelerinde ışık olan kartondan yapılmış küçük ev duruyordu. Hemen dışarıda durmakta olan bütün kurşun askerler tüfeklerini selam duruşuna kaldırmışlardı. Gelinle damat masanın ayağına yaslanmış şekilde yerde oturuyorlardı. Odukça düşünceliydiler ve bunun bir nedeni vardı. Ole Lukøje ise, büyükannenin siyah giysisini giymişti. Oyuncak bebekleri o evlendirdi! Nikâh kıyıldıktan sonra odadaki tüm mobilyalar; kurşun kalem tarafından yazılmış olan ve “tapto” melodisiyle söylenen şu güzel şarkıya eşlik ettiler:

Şarkımız esecek rüzgâr gibi,
Girecek içeri gelinle damadın yanına şimdi;
İkisi de dimdik durur birer sopa gibi,
Eldiven derisinden yapılmışlar sanki!
Yaşasısn sopayla deri!
Bunu söyleriz yüksek sesle, rüzgârla fırtına gibi!

Sonra hediyeler verildi; ama çift kendilerine sunulan bütün yiyecekleri reddetmişti. Çünkü zaten sevgileri onlara yetiyordu.

“Peki biz şimdi köyde mi yaşayalım, yoksa yurtdışına mı gidelim?” diye sordu damat. Bunun üzerine çok seyahat etmiş olan kırlangıçın ve beş kez civcivi olmuş yaşlı çiftlik tavuğunun da fikri soruldu. Kırlangıç, dallarını iri üzümlerin süslediği ağır salkımlarla dolu bağların olduğu, havası yumuşak, dağları buralarda hiç bilinmeyen renklerde görünen o sıcak ve güzel ülkelerden söz etti.

“Fakat onların bizimki gibi yeşil yapraklı lahanası yok ki!” dedi tavuk. “Ben bir yaz boyunca bütün civcivlerimle birlikte köyde kaldım; orada gidip eşelenebileceğiniz bir çakıl ocağı da vardı. Ayrıca lahana bahçesine de girebiliyorduk! Ah, ne kadar da yeşildi o bahçe! Daha güzelini düşünemiyorum!”

“Fakat bütün lahanalar birbirine benzer,” dedi kırlangıç, “Hem burada havalar sık sık kötü gider!”

“Evet ama buna alışılır!” dedi tavuk.

“Ama burada soğuk var, don oluyor!” dedi kırlangıç

“Bu lahanaya iyi gelir!” dedi tavuk. “Üstelik burada da bazen hava çok sıcak olabiliyor! Dört yıl önce tam beş hafta süren bir yaz olmamış mıydı? O kadar sıcaktı ki nefes bile alamıyorduk! Hem bizde onlardaki gibi zehirli hayvanlar yok. Haydutlar da yok. Bizim ülkemizin en iyisi olduğunu kabul etmeyen biri tam bir sefildir ve burada yaşamayı hiç hak etmiyor!” dedikten sonra tavuk ağlamaya başladı ve ekledi, “Ben de seyahat ettim! On iki mil boyunca bir kovanın içinde yolculuk ettim. Seyahat dediğin kesinlikle keyifli bir şey değil!”.

“Evet, bu tavuk akıllı bir hanım!” dedi oyuncak bebek Bertha. “Ben de dağlara gitmeyi sevmem; tek yaptığın aşağı yukarı inip çıkmaktır! Hayır, biz çakıl ocağının olduğu yere taşınacağız ve lahana bahçelerinde yürüyüşe çıkacağız!”

Ve öyle de oldu.

Hans Christian Andersen

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Çeviren: Eylem Rosseland

Ole Lukøje Masalı “Cumartesi”




Cumartesi

Ole Lukøje onu uyutur uyutmaz, “Hikaye anlatacak mısın?” diye sordu küçük Hjalmar.

“Bu akşam bunun için zamanımız yok,” dedi Ole ve güzel şemsiyesini onun üzerine açtı. “Şu Çinlilere bak,” dedi. Şemsiye, mavi ağaçlar ve sivri köprülerle süslü, Çin porseleninden yapılmış kocaman bir kâse gibi görünüyordu. Köprülerin üzerinde başlarını sallayan küçük Çinliler vardı.

“Yarın günlerden pazar ve bu bizim için kutsal bir gün. Bu yüzden bütün dünyayı temizleyip parlatmalıyız,” dedi Ole. “Ben kilise kulelerine gidip küçük kilise cinlerinin güzel ses çıkarmaları için çanlarını cilalayıp cilalamadıklarını kontrol edeceğim. Sonra tarlalara giderek rüzgârların, otların ve yaprakların üzerindeki tozu silkeleyip silkelemediklerine bakacağım. En büyük işim ise bütün yıldızları indirip parlatmak olacak! Onları önlüğüme dolduracağım; fakat önce her birine birer numara vermem gerek. Gökteki yerlerini de işaretlemeliyim ki tekrar doğru yere yerleşebilsinler. Yoksa tutunamadıkları için arka arkaya kayıp düşerler. Böylece çok fazla yıldız kayması olur.“

“Bay Lukøje, bir bakar mısınız?” dedi Hjalmar’ın uyuduğu odanın duvarında asılı durmakta olan eski bir portre. “Ben Hjalmar’ın büyük dedesiyim. Çocuğa hikâyeler anlattığınız için çok teşekkür ederim; fakat onun kafasını karıştırmamalısınız. Yıldızlar öyle sizin dediğiniz gibi indirilip parlatılamaz! Onlar da tıpkı bizim dünyamız gibi gök cisimleridir. Onları değerli yapan da budur.”

“Teşekkür ederim, ihtiyar büyük dede!” dedi Ole Lukøje. “Gerçekten çok teşekkür ederim! Siz bu ailenin başısınız. Yani en yaşlısısınız; ancak ben sizden çok daha yaşlıyım! Ben çok eski, pagan çağlarda bile vardım. Romalılar ve Yunanlılar bana rüya tanrısı derdi. En soylu evlere girdim ve girmeye de devam ederim. Hem küçüklere hem büyüklere nasıl yaklaşacağımı iyi bilirim. Şimdi siz anlatın bakalım!” dedikten sonra şemsiyesini alıp gitti.

“Artık insan kendi fikrini söylemeye bile cesaret edemiyor,” diye söylendi yaşlı resim.

Ve sonra Hjalmar uyandı.


Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Ole Lukøje Masalı “Pazar”



Pazar

“İyi akşamlar!” dedi Ole Lukøje. Hjalmar başını eğerek selam verdi. Sonra hemen koşarak büyük dedesinin portresini dün yaptığı gibi konuşmaya başlamaması için duvara doğru çevirdi. “Şimdi bana, bir bezelye kabuğunda yaşayan beş yeşil bezelyenin, tavuğz kur yapan horozun ve çok becerikli olduğu için kendisini dikiş iğnesi sanan yorgan iğnesinin öyküsünü anlatmalısın!” dedi

“En güzel şeylerin bile fazlası iyi değildir!” dedi Ole Lukøje, “Sana bir şeyler göstermeyi tercih ettiğimi biliyorsun. Şimdi sana kardeşimi göstermek istiyorum. Onun adı da Ole Lukøje; ama kendisi kimsenin yanına bir kereden fazla uğramaz. Geldiği zaman insanları atına bindirir ve onlara öyküler anlatır. Bildiği sadece iki öykü vardır. Biri dünyada kimsenin hayal edemeyeceği kadar güzel, diğeri ise tarif edilemeyecek kadar çirkin ve korkunç!” Bunu dedikten sonra Ole Lukøje küçük Hjalmar’ı pencereye kaldırdı ve ekledi: “İşte kardeşimi, diğer Ole Lukøje’yi görüyorsun. Ona ölüm de derler! Görüyorsun ya, aslında hiç de kötü değil. Öyle kitaplarda resmedildiği gibi sadece kemiklerden ibaret bir iskelete benzemiyor! Elbisesindeki gümüş işlemelere bak! Giysisi pek güzel ve hafif bir süvari üniforması. Atının arkasından siyah kadife bir pelerin uçuşuyor! Bak nasıl da dörtnala gidiyor.”

Hjalmar, Ole Lukøje’nin genç ve yaşlı herkesi atına nasıl bindirdiğini gördü. Bazılarını öne bazılarınıysa arkaya oturtuyordu. Bunu yapmadan önce hep “Karnen nasıl bakalım?” diye soruyordu. Hepsi de iyi diye yanıtlıyorlardı. “Evet, bir de kendim göreyim!” yanıtını duyduklarında ise hayat boyu yaptıkları iyi ve kötü şeylere dair aldıkları notu ona göstermek zorunda kalıyorlardı. Karnesinde pekiyi veya iyi yazanlar ata binip güzel hikayeyi dinliyorlardı. Orta veya kötü olmış olanlar ise arkaya binip korkunç hikayeyi titreyerek ve ağlayarak dinliyorlardı. Atlayıp kaçmak isteseler de yapamıyorlardı; çünkü ata yapışmışlardı.

“Ama en güzel Ole Lukøje ölüm olan,” dedi Hjalmar. “Ben ondan korkmuyorum!”

“Korkmamalısın da. Yeter ki karnenin iyi olduğundan emin ol” dedi Ole Lukøje.

“Evet, bu gerçekten eğiticiydi!” diye mırıldandı büyükbabanın portresi. “Demek ki insanın fikrini söylemesinin faydası oluyormuş!” diye ekledi. Keyfi yerine gelmişti.

İşte Ole Lukøje’nin hikayesi böyle! Daha fazlasını ise bu gece sana belki kendisi anlatır.

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/ole_lukoje

Norveç’ten Bir Kış Masalı

Yeni yılın ilk ayından merhaba,

Öncelikle, 2025’in hepimiz için sağlık, sevgi, mutluluk ve huzur dolu bir yıl olmasını diliyorum. Umarım bu yıl, kalplerimizde sakladığımız en güzel dileklerin gerçekleştiği, verimli, neşeli ve ışıltılı bir yıl olur.

Üç aylık bir aradan sonraki ilk buluşmamız yeni yıla denk geldiği için, konumuz bu güzel kış günlerine dair sıcak bir masal olsun istiyorum. Hatırlarsanız bir önceki yazımızda Selanik’e özgü bir efsaneyi paylaşmıştık. Aslında ondan sonraki ilk konuğumuz, Küçük Deniz Kızı olacaktı. Ancak, onun acıklı öyküsünün, yılın bu içimizi karın aydınlığına ve pırıltısına açmak istediğimiz soğuk dönemi için biraz ağır kaçacağına karar verdim. Bu sebeple de 2025’i Norveç’te pek sevilen bir masal olan Noel’i Unutan Küçük Köy masalı ile karşılamamızın daha yerinde olacağını düşünüyorum.

Orjinal adı “Den Vesle Bygda Som Glømte At Det Var Jul” olan masalımız Norveç’te oldukça sevilen, okullarda, noel etkinliklerinde anlatılan, tiyatro sahnelerine ve ekranlara taşınmış bir masal. Ünlü yazar, şair ve oyun yazarı Alf Prøysen (1914–1970) tarafından kaleme alınan bu kısa eser hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap ediyor.

Alf Prøysen, çocukluğunu ve gençliğini bir çiftlikte geçirmiş, Norveç’in köy yaşamından esinlendiği birçok eser vermiş sevilen bir yazar. Doğup büyüdüğü yörenin konuşma dilini eserlerine taşıyan Pøysen, Norveç’in kırsal bölgelerindeki yaşamla birlikte insan ilişkilerine dair gözlemlerini eserlerine içten ve akıcı üslup ile aktarmayı başarmış. Yaşamı boyunca yalnızca çocuk edebiyatına değil, genel olarak Norveç kültürüne olan katkıları sebebiyle, bu toprakların yetiştirdiği en değerli sanatçılardan kabul ediliyor. Umarım onun bloğumuz için seçtiğim bu tatlı masalıni seversiniz. Onu orjinal dilinde okumayı tercih edecek olanlarınız için ilgili linki yazının sonuna ekleyeceğim.

Yakında yeniden görüşmek dileği ile…

Sevgiler,

Eylem Rosseland❤️


Den Vesle Bygda Som Glømte At Det Var Jul

Yüksek bir tepenin yamacında kendi halinde küçük bir köy vardı.

Bu köyde yaşayan insanlar tıpkı diğer köylerdeki insanlar gibiydi. Bazıları büyük, bazıları küçüktü; bazıları çalışkan, bazıları tembeldi; bazıları balık köftesini kıymadan yapılan köfteden daha çok sever, bazıları ise kıymadan yapılan köfteyi balık köftesine tercih ederdi. Yani oldukça farklıydılar, ama bir konuda hepsi birbirine çok benziyordu: Hepsi korkunç derecede unutkandı ve hepsi aynı anda en tuhaf şeyleri unutabiliyordu.

Bir seferinde ayakkabı giymeyi unutmuşlardı. Yaz boyunca hava çok sıcak olduğu için herkes yalınayak dolaşmıştı. Sonbahar geldiğinde ise ayakkabı giymeyi tamamen unutmuşlardı. Birbirlerine:

“Ah, ne kadar soğuk oldu!”

“Eğer hava daha da soğursa nasıl dayanacağız, bilmiyorum”.

“Kar yağarsa, durum daha da kötü olacak.” dediler.

Sonunda kar yağdığında, yalınayak dışarı çıkıp, “Aman tanrım, bugün gerçekten çok soğuk!” dedikten sonra öylece üşümeye devam ettiler.

Bir gün, köy yolunun kavşağında iki kadın ayakları donarak sohbet ediyordu. O sırada bir çocuğun demirciye ata neden nal takıldığını sorduğunu gördüler. İşte tam o anda kadınlar, ayakkabı giymeyi unuttuklarını anladılar. Hemen evlerine koşup ayakkabılarını giydiler. Sonra biri doğuya, diğeri batıya giderek, herkese ayaklarının neden üşüdüğünü anlattılar. Böylece köydeki herkes ayakkabılarını giydi.

Başka bir sefer de yemek yemeyi unuttular. Günlerce hiçbir şey yememişler, sonunda hepsi birden hastalanmışlar; yataklara düşmüş ve doktoru çağırmak zorunda kalmışlardı. Ancak doktorun kendisi de yemek yemeyi unuttuğu için diğerleri kadar hasta olmuştu.

Bir gün doktor, ağzında bir peynir parçası olan bir fare yavrusu gördü. İşte o anda, yemek yemeyi unutmuş olduklarını anladı. Ayağa kalktı, yemek yedi ve sonra köydeki tüm hastaları ziyaret ederek, “Sadece yemek yemeyi unutmuşsunuz.” dedi. Böylece herkes yataktan kalktı, yemek yedi ve tekrar sağlığına kavuştu. Bundan daha kötüsü ise, Noel’i unuttukları zamandı.

Noel arifesi geldiğinde köyde kimse evini temizlememiş, yeni perdeler asmamış, hiç kimse evine bir Noel ağacı getirmemişti. Mağaza vitrinlerinde tek bir Noel Baba maskesi bile yoktu. Okuldaki çocuklar ise Noel şarkıları yerine “Gel, ey güzel Mayıs” şarkısını söylüyordu. Köydeki kurabiye kutularının hiçbirinde tek bir kurabiye veya çörek yoktu.

Köyün en tepesinde, ormanın hemen kıyısındaki küçük bir kulübede küçük bir kız sürekli düşünüp durmaktaydı. Henüz beş yaşında olduğu için normal zamanlarda zıplar, oynar, güler ve neşe içinde vakit geçirirdi. Ama şimdi yalnızca düşünüp duruyordu. Böylece ormana gitti ve küçük çam ağaçlarına bakmaya başladı.

“Yine bir şeyi unuttuk” dedi kendi kendisine. “Bir şey var, sanki küçük bir çam ağacı ile ilgili, ama ne olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum.”

Sonra eve gidip bir makasla biraz saman kâğıdı buldu. “Bu makasla ilgili de bir şey var,” diye düşündü küçük kız, “Ama ne olduğunu hatırlayamıyorum.”

Ardından ahıra gitti ve babasının tavana, farelerin ulaşamayacağı bir yere asmış olduğu buğday demetini gördü.

“Bu buğday demetiyle ilgili de bir şey var sanki,” diye düşündü. Orada durdu, şöyle bir etrafına bakınca uzun bir sırık gördü. Bu sırık Noel için hazırlanmış buğday demetini asmak için kullanılırdı. İşte o anda, küçük kız Noel’in yaklaştığını hatırladı!

“Ah, bugün Noel arifesi, bugün Noel arifesi!” diye bağırarak annesiyle babasına haber vermek için eve koştu, ama içeride kimse yoktu.

“Ah, bütün köye Noel’in yaklaştığını nasıl haber vereceğim? Herkese Noel arifesinin bugün olduğunu nasıl söyleyeceğim?” dedi kız.

Uzun sırığı alıp buğday demetini tepesine takmaya çalıştıysada başaramadı. Sonra ne yapması gerektiğini anladı! Bayrak direği! Buğday demetini bayrak direğine asacaktı!

Küçük kız bunu başardı. Buğday demetini bayrak direğine asmasından hemen sonra, en yüksek çam ağacının en tepesindeki dalından küçük bir baştankara kuşu uçtu ve kar dallardan aşağıya dökülmeye başladı.

“Nereye gidiyorsun, nereye gidiyorsun?” diye cıvıldadı, dalların arasında yarı uyur halde oturan diğer baştankaralar.

“Noel geldi, Noel geldi. Küçük kız buğday demetini astı!” dedi minik bir baştankara. “Biz de geliyoruz, biz de geliyoruz!” diye şakıdı diğer baştankaralar ve hep birlikte havalandılar.

“Nereye gidiyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu telefon tellerine tüneyen serçeler.

“Noel geldi, Noel geldi! Küçük kız buğday demetini astı!” diye şarkı söyledi baştankaralar.

“Biz de geliyoruz, biz de geliyoruz!” diye öttü serçeler ve bir anda hep birlikte telefon tellerinden uçtular. Öyle ki telefon santralinde çalışan kadınların kulakları çınladı.

Tam o sırada, bahçede bulunan kuşburnu çalılarındaki bayağı şakrak kuşlarının hepsi birden havalandı.

Telefon santralinde çalışan kadınlar kuşların nereye gittiğini görmek için pencereye koştular ve bayrak direğindeki buğday demetini gördüler. Sonra hemen tüm köye telefon etmeye başladılar. Herkese Noel’in yaklaştığını unutmuş olduklarını söylediler.

Köydeki herkes telaşla işe koyuldu. Kimisi hamur işi yaptı, yemek pişirdi, evi temizledi ve yeni perdeler astı. Kimisi ormana gidip bir Noel ağacı buldu, daha önce sakladıkları hediyeleri paketledi ve kimisi de pencerelerine Noel yıldızları astı.

En sonunda köydeki herkes, marangozun Noel hazırlıkları sırasında yaptığı devasa küvete tırmandı ve topluca suya atlayarak temizlendi. Tam herkes banyosunu bitirip temiz giysilerini giydiğinde, köyün en tepesindeki evde küçük kızın annesi, onun saçına kırmızı bir kurdele bağlamaktaydı.

İŞTE TAM O ANDA KİLİSE ÇANLARI ÇALDI VE NOEL GELDİ.

Alf Prøysen

Kaynaklar:

https://www.kreativhverdag.no/2017/12/03/vesle-bygda-glemte-jul-alf-proysen/

https://snl.no/Alf_Prøysen

Sürpriz Konuk




Merhaba,

Uzun yaz günleri birbirlerini öyle hızlı kovaladı ki, sonunda hepsi yorulup sonbaharın kısa, serin günlerine teslim oldu. Biz de sessiz sakin bir perşembe sabahına uyandık ve güne İzmir’den satın aldığım Pablo Neruda’nın Kuşlar Sanatı kitabı ile başladık. Şiirleri, kuşlara olan özel ilgisi sebebiyle minik kedi Josefine Bonbon da sevdi. Ben uzak ülkeleri ve denizleri düşlerken, o kim bilir kuşlarla süslü hangi ziyafet sofralarının hayallerini kurdu. Bu arada minik dedim; ancak kendisi kaşla göz arasında büyüdü ve Ağustos ayında birinci doğum gününü bir kutu karidesli ton balığı yiyerek kutladı. Her şeyiyle son derece tuhaf, nefis bir kedi oldu. O biblo gibi minicik güzel bebeğin evdeki perdeler dahil her kumaşı jilet gibi pençeleriyle yırtan kocaman egzotik bir kediye dönüştüğüne inanmak güç. O şu anda yumuşacık yatağında huzurla uyurken ben de size bir önceki yazımda söz ettiğim sihirli şişeyi son açtığımdan beri neler olduğunu anlatmak istiyorum.

Yine böyle güneşli bir gündü. Öykü dolu şişenin kapağını açtım. Tam o anda etrafa öyle heyecanlı fısıltılar yayıldı ki, onları işitseydiniz siz de benim gibi hepsini ortaya dökmek için şiddetli bir istek duyardınız. Dikkatimi toplayıp söylenenleri anlamaya çalışırken, birden bire şişenin ağzında bir balık kuyruğu belirdi. Biraz sıkıştığından onu şişeden çıkarabilmek için çekiştirmek zorunda kaldım. Gemiye Ege Denizi’nden binmiş tombul, parlak bir balıkla karşılaşmayı beklerken karşımda Küçük Deniz Kızı’nı görünce epeyce şaşırdım. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Sonuçta gemimizin rotasında Danimarka yoktu. Şişeyi kenara kaldırırken arkamdan umutlu bir sesle “Yaşıyor mu?” dediğini duyar gibi oldum. “Ne demiştiniz, sevgili Küçük Deniz Kızı” diye cevap verince biraz içerledi. “Bir deniz kızı olduğum doğru, ancak pek küçük sayılmam. Beni gerçekten tanımıyor musunuz?” diye sordu. Gerçekten tanımıyordum. Konuşmasını “Madem ki kim olduğumu bilmiyorsunuz öyleyse biraz araştırmanız gerekecek. Böylece ne kadar önemli biri olduğumu kendi çabanızla öğrenmiş olursunuz. Sizin yolculuğunuza antik şehir Selanik’ten katıldım. Bu da ipucunuz olsun. Bir de öğrenin bakalım o hala yaşıyor mu ” diyerek sürdürdü. Bunun üzerine ben de önce baba tarafı Selanikli olan anneme, sonra okulumuzda çalışan Selanikli Yunanca öğretmeni Athanasios’a bu parlak kuyruklu, ipek saçlı kızın öyküsünü sordum.

Sora sora Bağdat bulunur demişler. Ben de sora sora Selanik şehrinin yolunu buldum ve Büyük İskender’in kız kardeşi Thessalonike’nin hikayesini öğrendim. Kendisi benim duyduklarımın bir kısmının uydurma olduğunu, aslında yaşam öyküsünün çok daha inanılır ve içten olduğunu söylediyse de, ben onun anlattıklarıyla kendiöğrendiklerimi benzer buldum. Bu nedenle onun da izniyle, önce efsanesini sonra tarihteki yerini burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Dilerim keyifle okursunuz.



Thessalonike Efsanesi

Çok eski zamanlarda Makedonya’da Thessalonike, yani Selanike adında bir prenses yaşarmış. Thessalonike, Kral II. Philippos’un kızı Büyük İskender’in de kardeşiymiş. Prenses, küçük yaşta annesini kaybetmiş; ancak üvey annesi Olympias, onu ilgiyle büyütmüş. Kızcağız görgüsü ve zarafeti sayesinde zamanla herkesin sevdiği biri olup çıkmış. Onun hayatta en çok sevdiği kişi ise ağabeyi İskender’miş.

Günlerden bir gün, İskender dünyanın dört bir yanını fethetmek için uzun seferlere çıkmaya karar vermis. Yolculuğa çıkarken değerli kız kardeşi Thessalonike’yi mecburen geride bırakmak zorunda kalmış. Prenses, onu çok özler, her gün güze haberler almayı diler, onun çabucak eve döndüğünü hayal edermiş. Zaman geçtikçe İskender’in şanı yürümüş ve başarı haberleri tüm dünyaya yayılmaya başlamış.

İskender seferlerinden biri sırasında sonsuz hayat vaadeden ölümsüzlük çeşmesini duymuş. Zar zor bir yolculuktan sonra bu çeşmeyi bulmuş. Yanında getirdiği şişeyi büyülü su ile doldurmuş. Eve döndüğünde bir gün kız kardeşinin saçlarını tararken fark etmeden bu büyülü suyu kullanmış. Bir süre sonra yeniden fethe çıkmış; ancak ne yazık ki gittiği yerden dönememiş. Onun yolunu gözlemekte olan zavallı Thessalonike aldığı kötü haberle yıkılmış. Kardeş acısı onu o kadar üzmüş ki zamanla bütün yaşam sevincini yitirmiş. Bir gün, bu yükü daha fazla taşıyamayıp kendisini denize atmış; fakat o anda bir mucize gerçekleşmiş. Thessalonike suya düşünce ölümsüz bir deniz kızına dönüşmüş.

Artık ne tam bir insan ne de bir deniz canlısıymış. Yarı insan, yarı balık bedeniyle mavi sularda yapayalnız yüzer olmuş. Tek isteği ise ağabeyinin hala yaşadığına inanmakmış. Bu sebeple bir gemiye rastladığında denizcilere umutla “Kral İskender yaşıyor mu?” diye sormaya başlamış. Bu aslında sadece bir soru değil, denizcilerin geçmesi gereken bir sınavmış. Eğer deniz kızının istediği yanıtı verip, “Yaşıyor, hüküm sürüyor ve dünyayı fethediyor!” derlerse Thessalonike’nin yüzü aydınlanırmış. Denizciler, böylece prensesin yüreğindeki derin sevgi ve sadakati anlarlarmış. Bu cevap karşısında deniz kızı gözden kaybolur, denizler sakinleşir ve gemiler huzurla yol alırmış.

Tabii her şey hep yolunda gidecek değil ya, bir gün talihsiz bir denizci Thessalonike’nin duymak istediği yanıtı vermek yerine ona gerçeği, yani İskender’in öldüğünü söylemiş. Kızcağız o an çok derin bir keder duymuş; yüzü bir anda kararmış. Acısı öfkeye, ipek saçları Gorgon’un yılanlarına dönüşerek etrafı sarmış. Denizin dibini öyle bir sarsmış ki sular hırçınlaşmış ve çıkan dev dalgalar gemiyi yutuvermiş.

Bu olaydan sonra denizciler bu öyküyü korkuyla birbirlerine anlatır olmuşlar. Böylece Thessalonike ile karşılaştıklarında “Kral İskender yaşıyor mu?” sorusuna nasıl cevap vermeleri gerektiğini öğrenmişler. Onlar her sorulduğunda Büyük İskender’in yaşadığını söyleyip bu hikayeyi birbirlerine anlatmışlar ve böylece Thessalonike bir efsaneye dönüşmüş. Bu sayede ölümsüz deniz kızı, çok sevdiği Büyük İskender’in anısını kendi öyküsüyle birlikte ölümsüzleştirmeyi başarmış.




Makedonya Kraliçesi Thessalonike

Efsaneye hayat veren ünlü Makedonya Kraliçesi Thessalonike’nin gerçek yaşamı da ne yazık ki büyük bir trajedi ile başlamış ve bitmiş. Kral II. Philippos’ın kızı ve Büyük İskender’in kız kardeşi olarak M.Ö. 352 yılında dünyaya gelen prensese babası, hem annesi Nicesipolis’in memleketi olan Thessalia’yı hem de Thessalialılar karşısında kazandığı zaferi onurlandırmak için Thessalonike adını vermiş. Annesi, Thessalonike daha bebekken öldüğü için onu üvey annesi Olympias büyütmüş.

Ağabeyi İskender, Pers seferlerine çıktığında o henüz çocuk yaşlardaymış. Onun ölümü sonrası oluşan kaos ise, prensesin hayatında önemli bir dönüm noktası olmuş. İskender’in generallerinden biri olan Cassander ile evlenip zamanla Makedonya kraliçesi olmuş. Thessalonike’nin ismi, M.Ö. 315 yılında eşi Cassander’ın kurduğu Thessaloniki yani Selanik kentine verilmiş. Kendisi eşinin vefatından sonra taht kavgasına tutuşan oğulları tarafından öldürülmüş olsa da adı ve öyküsü adını verdiği güzel Selanik şehri sayesinde ölümsüzleşmiş.

Yazımızın sonuna geldik. Sabırla okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir sonraki buluşmamızda aramıza katılacak olan konuk oldukça ünlü ve benim de çocukluğumdan beri pek sevdiğim biri. O zamana dek bu güzel Sonbahar mevsiminin tadını çıkarmanız dileğiye.

Sevgiler,

Eylem ❤️

Kaynaklar:

https://greekreporter.com/2024/08/05/alexander-the-great-sister-thessalonike-mermaid

https://parallaximag.gr/thessaloniki-news/gorgona-thessaloniki

Kağıttan Gemi



Merhaba,

Dolunayın parlak pullarının dökülerek lacivert sulara karıştığı ve dalgalarla birlikte yanıp söndüğü bir gece hayal etmenizi istesem? Bir de bu gecenin içinde sessizce süzülen büyük güzel bir gemi… Şöyle beyaz kremayla süslenmiş bir düğün pastasına benzeyen, kat kat ve içinde eğlenceler, apoletli kaptanlar, dans eden balerinler, oyunlar ve müzikler olan bir gemi… Ona biraz yaklaşıp dikkatlice bakarsanız, on birinci kattaki havuzla restoranın arkasında kalan ahşap döşemeli geniş güvertede oturmakta olan beni görebilirsiniz. Gece ilerlediği için bardaklar boşalmaya, sohbet eden yolcular burayı tek tek terk etmeye başladılar. Arka masalardan gelen tek tük neşeli kahkaha sessizliği kırsa da rüzgar onları kocaman ağzıyla çabucak avlayıp yutuyor. Geriye kalan birkaç sessiz yolcu ve ben dalgalar arasında yolunu arayan bu kağıttan gemide oturmuş mehtaba bakarak geçmişten geleceğe doğru ettiğimiz yolculuğu düşünüyoruz. Evet, zaman karada sanki bir noktadan diğerine ilerlerken burada adeta gecenin içinde genişliyor, uzuyor, esneyip yuvarlanmaya başlıyor. Çocukluğumuz, gençliğimiz, anlarımız, anılarımız ve öykülerimiz karışıp adeta helezonik bir şekilde kıvrılarak sonsuz gibi görünen denizde  uzayıp gidiyor.

Özenle kesip biçerek üzerime güzelce oturttuğum sorunsuz ve uyumlu gemi yolcusu rolüm böyle anlarda biraz potluk yapmaya başlıyor. Diğer yolcularla birlikte eğlencelere katılmak ideal bir seçim gibi dursa da konuk olduğum topraklarda kulağıma çalınan eski hikayeleri düşünmeden edemiyorum. Aslında onları kaybetmeden size anlatabilmek için küçük bir cam şişenin içine doldurmuştum. Efsunları kaçmasın diye kapağı sıkıca kapatmayı da unutmamıştım. Sihirli şişeyi açıp içindekilerin ilkini burada yazıya dökmek için zamanın yoldan çıktığı böyle bir andan daha iyi bir fırsat bulabilir miyim diye soruyorum kendime. Cevabım belli. Gelin bu güzel mehtaplı gecenin hakkını vermek için birlikte Ege Denizi’nin berrak sularına dair mitolojik bir öyküye dalalım. Ne dersiniz?



Theseus ve Minotaurus Efsanesi

Atina’nın görkemli krallığında hüküm süren Kral Aigeus (Kral Ege), iki kez evlenmesine karşın çocuk sahibi olamamıştı. Bu durum, krallığın geleceği için büyük bir endişe kaynağıydı. Aigeus, soyunu sürdürecek bir evlat özlemi içindeydi ve bu sebeple bir kahine danıştı. Kendisine verilen öğütü tam olarak anlayamamıştı; ama dönüş yolunda Troizen’e uğradı.

Aigeus Troizen’de Kral Pittheus’un kızı güzeller güzeli Aithra’yı gördü ve ona gönül verdi. Aithra bu birliktelikten, hamile kaldı ancak Aigeus’un orada onunla kalması mümkün değildi. Atina’ya geri dönmeden önce altın sandaletleriyle kılıcını ağır bir kayanın altına saklayarak, “Oğlum bu kayayı kaldıracak kadar büyüyüp güçlendiği zaman ona benim soyumdan olduğunu anlatabilirsin. Bu emanetleri alarak bana gelirse onu tanımam mümkün olur” dedi. Theseus büyüdü, güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu. Zamanı geldiğinde ağır kayayı kaldırıp babasının eşyalarını alarak Atina’ya doğru yola çıktı. Korkusuz bir yiğit olduğundan yol boyunca birçok tehlikeli yaratıkla karşılaşmasına rağmen hepsini yendi ve babasının memleketine bir kahraman olarak ulaştı.

Öte yandan, Girit’te hüküm sürmek isteyen Minos (Zeus ve Europe’nin oğlu), kardeşleriyle taht kavgasına tutuşmuştu. Hükümdarlığı hak eden kişinin kendisi olduğunu, bu sebeple tanrıların da onu desteklediklerini kardeşlerine göstermek istemekteydi. Bunun için denizler tanrısı Poseidon’dan kendisine kocaman, güçlü bir boğa vermesini istedi. Poseidon, Minos için beyaz köpüklü dalgalardan bembeyaz, muhteşem bir boğa yarattı. Ancak bir şartı vardı. Minos’tan onu kendisi için kurban etmesini istiyordu. Minos hem kendi gücünü hem de tanrılar tarafından kutsanışını simgeleyen bu boğayı Poseidon’a kurban etmeyi kabul etti. Böylece bu boğa sayesinde istediği güce erişti. Ancak hayvanı o kadar beğenmişti ki öldürmeye bir türlü kıyamadı. Onun yerine sıradan bir boğayı kurban etmeyi seçti. Poseidon, bu ihaneti çabucak farkederek çok öfkelendi. Kral Minos için onun isteğine karşı gelmenin cezası ağır olacaktı. Poseidon, intikamını almak için aşk tanrısı Eros’tan yardım istedi ve Minos’un karısı güzel Pasiphae’e bir büyü yaptı.

Pasiphae, bu güçlü büyünün etkisinde, beyaz boğaya aşık oldu. Ondan bedeni insan, kafası boğa olan vahşi bir canavar dünyaya getirdi. Bu korkunç varlığa Minos’un boğası anlamına gelen Minotaurus adını verdiler. Boğa adam, hem kralın hem de Girit halkının hayatını bir kabusa çevirdi; çünkü etrafındaki herkese zarar vermeye başlamıştı. Onu kontrol etmek mümkün değildi. Bu nedenle, Minos, Minotaurus’u gözden uzak tutmak ve kontrol altına almak için bir çözüm arıyordu. Mimarı Daidalos’un yardımıyla, girenin bir daha içinden çıkamayacağı büyük, karmaşık bir labirent inşa etmeye karar verdi. Saldırgan bu labirente hapsedilecek, böylece verdiği zarar kontrol edilebilecekti.

Atinalılar Giritlilerle ile bir anlaşmazlığa düşmüş, haksız çıktıkları için ceza olarak her yıl olarak Atina’daki en güzel yedi genç kız ile erkeği yemesi için Minotor’a kurban olarak göndermek zorunda kalmışlardı. Kurbanları götüren gemi, siyah yelkenleri olan bir gemiydi. Atina’da babasına kavuşan ve pek sevilen prens Theseus, Minotaurus’u öldürüp, bu kurban işine bir son vermek istemekteydi. Aigeus, onu bu karardan vazgeçiremeyeceğini anlayınca gitmesine bir şartla razı oldu. Oğlu Minotaurus’u öldürmeyi başarabilirse, Atina’ya dönerken, siyah değil beyaz yelkenler açacaktı. Böylece kral onun sağ olduğunu, eve iyi haberlerle döndüğünü uzaktan görebilecekti.

Theseus ile diğer kurbanlar, Girit’e vardıklarında labirente götürüldüler. Minos’un kızı Ariadne, kurbanlar arasında Theseus’ u görüp ona aşık oldu. Yarı kardeşi olan Minotaurus’un onu öldürmesine gönlü razı değildi. Labirentte yolunu kaybetmemesi ve oradan sağ çıkmasına yardım etmek için Daidalos’un önerisiyle Theseus’a bir makara iplik verdi. Delikanlı ipliği labirentin girişine bağlayacak, dönerken de onu takip ederek çıkışı kolayca bulabilecekti. Theseus, labirente girdiğinde Minotaurus ile başa baş bir savaşa girdi. Cesareti ve kararlılığıyla onu öldürdü, ipi takip ederek labirentten çıktı. Hayatlarını kurtardığı diğer gençlerle birlikte kendisini seven prensesi yanına alıp Atina’ya doğru yola çıktı; ancak dönüş yolunda babasına söz verdiği gibi beyaz yelkenleri açmayı unutmuştu. Geminin siyah yelkenlerini gören Kral Aigeus, oğlunun öldüğüne inandı. Bu acıya dayanamayacağı için kendisini oracıkta denize attı. Efsaneye göre, Kral Aigeus, yani Kral Ege’nin trajik bir biçimde can verdiği bu sular Ege Denizi adını aldı.


Yine bir blog yazısının daha sonuna geldik. Atina ve Minos uygarlıkları döneminde geçen öykümüz aslında farklı anlatıcılar tarafından değişik örnekleri aktarılan türden. Ben onu size gemi yoculuğumun ilk durağı olan ve babamın köklerinin uzandığı Girit’te öğrendiğim şekliyle anlatmak istedim. Yazının sonuna anlatıyı ve karakterleri daha ayrıntılı bir biçimde ele alan ve benim kaynak olarak faydalandığım iki kitap ile bir internet sitesinin linklerini ekleyeceğim. İçi öykü dolu büyülü şişeyi çok yakında, Oslo’daki evime döndüğümde yeniden açacağım. Bakalım içinden çıkan ilk efsane hangisi olacak? O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgilerimle, ❤️

Eylem Rosseland

Kaynaklar:

Mitoloji Sözlüğü – Azra Erhat

https://www.amazon.com/Mitoloji-S%C3%B6zl%C3%BC%C4%9F%C3%BC-Turkish-Azra-Erhat/dp/975140391X

Yunan Mitolojisi – Karl Kerényi

https://www.amazon.com.tr/Yunan-Mitolojisi-2-Cilt-Tak%C4%B1m-Kahramanlar/dp/6050206279/ref=sr_1_1?crid=9P131G2LYO21&dib=eyJ2IjoiMSJ9.Fl-bXtP_h8FPrP0bQ5B_xbLRAAEk-hI42t9DtndNrF5BelsebOwenBrM48kDavKMB4d8NdZFSl6TzDkVen-uoFPs6bbzwLcKeecceHzKpKhMXvNE_1UghYdPH7tMGWxr7NyiUcI2AeB5hi1MU9yePFZphugjojyXJMpCvw_MQ_g9hQh8m5bBQ8F5OjX54AQcJl3TSfK_FRbsuQnfKWd3xwuVUwdS9BWunNLFijjdrgvofOJywb-75vwUgp1156-RzArkZ4wp49nxJ0z3nwknRNRNY_cbuzywUw5HdsUO7dI.GkA40Xe5zJMo-MY6w2Wh6VLTQMXHGu5AX-jjWeIMrbI&dib_tag=se&keywords=yunan+mitolojisi&qid=1722616661&sprefix=Yunan+mi%2Caps%2C90&sr=8-1

The Myth Of Theseus And The Minotaur

https://meet-the-myths.com/greek-mythology/theseus-and-the-minotaur/