Nice Vedalar…



Merhaba

Bir önceki yazımda sizlere ölüm konusunu işleyen iki tane resimli kitaptan söz edeceğime değinmiştim. Bu kitapları kütüphaneden aldığımda en yakın arkadaşlarımdan biri olan Oya’nın canı gibi sevdiği ve on beş senedir gözü gibi baktığı köpeği Tilya’nın hayata veda etmek üzere olduğunu bilmiyordum. Dolayısıyla Oya’nın minik oğluna okumak için bu iki kitaptan birini satın almak üzere olduğunu da asla tahmin edemezdim. Sizden ayrı kaldığım bu bir ay boyunca ölüm ve yas her gün konuştuğumuz bir konu oldu. Sonbahar Norveç’te bu yıl gerçekten soğuk geçiyor ve senenin en karanlık günlerine doğru dörtnala koşarken bu konular biraz ağır gelse de yaşamın akışını reddetmenin bir faydası yok. Tabii ki acıdan beslenmek sağlıklı bir yaklaşım değil; ama bazen yaşadığımız en yoğun duygu yas olunca hayat da haliyle yasla akmaya devam ediyor. Şilili yazar Isabel Allende bir röportajında: ”Acı yüreğin toprağıdır”, der. Görünene göre bazen sanat eserleri de bu topraktan filizlenip yeşeriyor. Belki bazen onca kaosun içinde bizi en iyi anlayan ve dahası bir adım öteye gidip hiç tahmin etmediğimiz sembollerle deneyimlerimize ışık tutup onları bize olanca sadeliğiyle anlatanlar da bu eserler oluyor.

Ölüm gibi mümkün mertebe konuşmak ve düşünmek istemediğimiz bir konuyu yeri geliyor her şeyden korumak istediğimiz çocuklarımızla konuşmak zorunda kalıyoruz. Onların yaşama ve kayıplara dair sorularına içimize sinen yanıtlar vermek her zaman kolay olmayabiliyor. Böyle durumlarda bazı ebeveynler haklı olarak konuyu küçük çocuklarının rahat ve kendilerini güvende hissettikleri bir ortamda bir öykü yardımıyla ele almayı tercih ediyorlar. Bu sebeple blogumda kayıp konusunu işleyen ve hem kütüphane görevlileri hem de bazı uzmanlar tarafından önerildiğine tanık olduğum Ördek, Ölüm ve Lale‘ye yer vermek istedim. Seçtiğim diğer resimli kitap ise benim yıllar önce okuyup ilginçliği ve rengarenk resimleri sebebiyle bir türlü unutmadığım Ballade of the Death, yani Ölüm Baladı.


Ördek, Ölüm ve Lale

Ördek, Ölüm ve Lale her yaştan okura hitap edebilecek otuz sayfalık resimli bir kitap. Alman yazar Wolf Erlbruch (1948-2022) tarafından 2007 yılında yazılmış ve resimlendirilmiş. Bu sıradışı öykü bize kahramanlarımız Ördek ve Ölüm’ün tanışmalarını, arkadaş olmalarını, hayatın bir bölümünü paylaşmalarını ve sonunda Ördek’in Ölüm tarafından son yolculuğuna uğurlanmasını olabildiğince yalın şekilde anlatıyor. İlk başta illüstrasyonların büyüklüğüne ve metnin kısalığına bakarak kolay okunabilecek basit bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu zannedebiliriz. Ancak yazar bize kısacık bir eserde her yaşamın ve ölümün biricikliğinin ve sıradanlığının yarattığı ikilemi, hayatının son günlerini yaşayan bir canlının ölüm fikrini kabul edip onunla yaşamayı öğrenmesini ve bir sevdiğimiz vefat ettiğinde yaşadığımız acıyı duygu sömürüsüne hiç yer vermeden anlatmayı başarmış.

Hikayenin sadeliği karşısında resimlerin baskın ve melankolik karakteri insanı belli belirsiz bir rahatsızlığa ve hüzne sürüklüyor. Ben kitabı ilk okuduğumda ne düşüneceğime karar veremedim. Onu sevmiş miydim? Sanırım hayır. Öte yandan, sevmediği söylemem de mümkün değildi, çünkü en azından baş kahramanlardan Ördek’i sevmiş ve onun yaşamasını istemiştim. Yazara onu Ölüm’le bir araya getirdiği için tepki göstermiş olabilir miydim? Belki… Resimlerin bu kadar büyük ve soğuk karakterli olması, Ölüm’ün uzun kare desenli kışlık giysilerinin Ördek’in ömrünün kışına geldiğini anımsatması, Ölüm’ün gülümseyen yüzü ve dahası Ördek’e şefkat göstermesi, onun için üzülmesi bende gerçekten karmaşık duygular yarattı.

Ördek’çik son yolculuğuna çıktığında Ölüm de benim gibi üzüldü. Çünkü birini yitirdiğimizde sadece kendi kaybımız için yas tutmayız. Ölüm acısında yaşamını kaybeden için hissettiğimiz ama artık onunla paylaşamadığımız olabildiğince içten bir şefkat ve saf bir sevgi de vardır. Sevdiğimiz kişinin daha nice güzel deneyimin yanında artık bu güzel duygularımızı da paylaşamayacak olması belki bu duyguların içimizde daha da büyüyüp derinlerde bir yerde akmasına neden olur. Ölüm’ün, arkadaşı Ördek’in tüylerini düzeltip onu bir lale ile uğurladıktan sonra hissettiği üzüntü onun da bu sevgiyi, ayrılık acısını ve şefkati hissettiğini, ama hayatın böyle olduğunu kabul etmek zorunda kaldığını anlatıyor bize.


Şimdi ben nasıl olur da bu kitabın güzel bir kitap olmadığını iddia edebilirim? Nasıl ölüm ve yas konusunu iyi işleyememiş olduğunu veya onu kimseye tavsiye etmediğimi söyleyebilirim? Elbette söyleyemem çünkü Ördek, Ölüm ve Lale ustalıkla yazılmış, ölüm sürecinden inançlara kadar birçok konuya değinmiş, ölüme hem ölecek kişinin hem de geride kalanın gözünden bakabilmiş ve bütün bunları olabildiğince az sözle yapıp okura düşünmesi ve yorumlaması için alan bırakmış değerli bir kitap. Sadece küçük yaştaki bir çocuk için seçildiğinde, onda uyandırabileceği duyguları hesaba katarak kitabı daha önceden okuyup değerlendirmek, birlikte okuma etkinliği için uygun koşulları önceden sağlamak ve böylece çocuktan gelecek sorulara hazırlıklı olmak yerinde olur diye düşünüyorum.

Ölüm Baladı

Ölüm Baladı, adından ve kapağından da anlaşılacağı ölüm temalı ve şiirsel bir dille yazılmış bir kitap. Deichman kütüphanesi bu kitabı okul öncesi ve okul çağı çocukları için önermiş. Öykü, Hollandalı yazar Koos Meinderts ve müzisyen Harrie Jekkers tarafından yazılmış. Resimler Güney Afrikalı ressam ve illüstratör Piet Grobler’e ait. Hikayeye göre büyük ve kudretli Aslan Kral ölümün kendisinin düşmanı olduğuna karar verir. Düşmanından kurtulmak istemektedir. Bu sebeple Ölüm’ü yakalatıp esir olarak tutmayı uygun görür. Böylece kendisi de dahil krallığındaki kimse ölmeyecektir. Planını harekete geçirir ve Ölüm’ü tutsak alır. O günden sonra o kadar uzun yaşar ki ölümsüzlüğün olumsuz yanlarına bir bir şahit olur. Yeni bebekler doğmaya devam ettiği için dünya da gittikçe kalabalıklaşmıştır. Hikayenin sonunda Ölüm’ü ve onun yaşamın döngüsü içindeki görevini anlar. Varsaymış olduğu gibi bir düşmanla karşı karşıya olmadığını anladığında onun tutsaklığına son verecek cesareti gösterir. Sonunda yüz yüze geldiklerinde kral onun sandığı kadar korkunç olmadığını farkeder.

Ölüm Baladı anladığım kadarıyla kaybın beraberinde getirdiği duygulara hitap eden bir yas öyküsü değil. Her iki okuyuşumda da ölümü korku penceresinden değil yaşam pencersinden gösteren bir kitap olduğunu düşündüm. Bence bu ölümün neden varolması gerektiğine, canlıların yaşamındaki yerine ve önemine değinen, bu kasvetli konuyu rengarek ve biraz da tuhaf resimlerle canlandırarak olabildiğince eğlenceli hale getirmiş, okunması kolay bir öykü. Belki büyük bir kayıp dönemi için ilk tercih olmayabilir. Bununla birlikte “ölüm nedir” veya “neden ölmek zorundayız” gibi sorular duymuya başladığımızda okumak için uygun olabilir. Bu sebeple çok sevdiği birini kaybettiği için yas tutan veya ölümcül bir rahatsızlıkla mücadele eden bir insan kitaba nasıl tepki verir, onda kendi hissettiği duyguların bir yansımasını bulur mu bilemiyorum.


Bir uzun blog yazısının daha sonuna geldik. Ölüm ve edebiyatı bir yazıda buluşturup Anton Cehov’un Acı adlı öyküsünü, Isabelle Allende’nin Paula‘sını, E.B. White’ın Örümcek Ağı‘nı es geçtiğim için biraz suçluluk hissetsem de onları başka bir zamana birakmak konusunda mantığım ağır basıyor. Konuyu uzatmak yerine yazının sonuna bana belki yirmi sene önce ilk kez abimin sevdirdiği bir albümden seçtiğim güzel ve özgün enstrümental bir parça ekleyeceğim. Umarım siz de seversiniz ve dinlerken mutlu olursunuz.

Yakında tekrar görüşmek üzere,

Sevgiler ❤️

Eylem R.

Dünyanın En Harika Kedisi

Pusu Whisker Verdens Beste Orange Blossom Gülbeşeker Pişmaniye Rosseland (2006-2022)

Sular hep aktı geçti,
Kurudu, vakti geçti.
Nice han, nice sultan
Tahtı bıraktı geçti.
Dünya bir penceredir,
Her gelen baktı geçti.
Yunus Emre (1238-1320)

Merhaba,

Ne kadar uzun zaman oldu değil mi? Aslında tekrar yazmaya karar vermem geçen yıl bu zamanlara denk geliyor. Bir cesartle üniversitede ders almaya başladığım ilk zamanlara yani. Nedense hep buraya yazdığım zaman diğer tipte metinleri yazmak kolaylaşıyor gibi gelirdi bana. Tam o sıralarda kedim Pusu sağlığını kaybetmeye başladı. O dönemden beri bu konuda yazmaya hazır hissetmediğim ve bir yandan da hiçbir şey şey olmamış gibi onun gidişinden bahsetmeden tekrar blog yazmaya başlayamayacağım için erteleme durumu bugüne, yani 4 Ekim Dünya Hayvanlar Günü’ne dek sürdü.

Harlequin by Victor Nizovtsev

Pusu’yu ilk kez hastanede bırakmak zorunda kaldığım o soğuk sonbahar gününden bu yana neredeyse bir yıl geçti. Sonradan minnettarlık hissedeceğim veteriner kedime bakıp “ Öncelikle bu çok yaşlı bir kedi, bedeni önerdiğimiz tedaviyi kaldıramayabilir”, demişti. Onca üzüntünün arasında bunun hayatımda duyduğum en saçma yorumlardan biri olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Onun yumuşacık tertemiz tüylerini, beş buçuk kiloluk iri ve çevik bedenini, mücevher gibi parlayan gözlerini ve ağzının iki yanından ipek püsküller gibi fışkıran tazecik kedi bıyıklarını göremiyor muydu? Farklı kedilerden mi söz ediyorduk acaba? Evet, böbrek yetmezliği vardı ama böbrek değerlerinde son bir senedir artış olmamıştı. Daha bir ay önce klinikteki rutin kontrolünde bir sürü iltifat almıştı. Mahallede her yaştan hayranı vardı. Nasıl o kadar hasta olabilirdi? O gün Pusu’nun, geceyi atlatabileceğine dair söz veremediler. Bir terslik olursa arayacaklarını söylediler sadece. Sabaha kadar telefonun çalmamasını umarken kalbim bizi neyin beklediğini anlamıştı; ama aklım beni yanıltıyordu. Ertesi gün hastaneden arayıp Pusu’nun eve dönebileceğini söylediklerinde sevinçten kulaklarıma inanamamıştım. O kadar mutluydum ki hastaneye varana kadar arabada şarkı söyledim. Bir sonraki muayenede kedime kalp yetmezliği tanısı konuldu. Haberler kötüydü ama o yaşıyordu ve evine gelebildiği için içimde bir umut vardı. Umut ve gözyaşları arasında bir sarkaç gibi gidip geldiğim yoğun bir tedavi süreci tam da böyle başladı ve 28 Aralık 2022 günü Pusu’nun vefat etmesiyle sona erdi.

Pusu’nun varlığı benim hayatı bazen biraz masal gibi algılamamın belki de en önemli sebebiydi. İçinde bulunduğu her anı ve her mekanı güzelleştiren muazzam bir canlıydı. Her şeyiyle çok zarif, iyi kalpli, komik, sabırlı ve kendisinden yaşama dair çok şey öğrendiğim harika bir kediydi. Kışın en karanlık günlerinde bile o olduğu için evimizde günışığı ve sıcaklık vardı. Bana ilk kez sekiz aylık hayat dolu bir kedi olarak geldiğinde onu hiçbir zaman terk etmeyeceğime dair bir söz vermiştim. Hastalığı süresince de gözlerine bakarak bu sözü tekrarlama şansım oldu. Pusu hep bir şekilde beni anladığını gösterdi. Hiçbir zaman duygularını saklamayı seven bir kedi olmamıştı zaten. Hastanedeki ilgili ekip yapılacak hiçbir şeyin kalmadığını söyleyene kadar pes etmedik. Verdiğim boyumdan büyük bu sözü tutabilmek, tam on beş buçuk yıl onunla yaşamak bir ayrıcalıktı.

Bazen hala evde ona sesleniyorum ve nerede olduğunu soruyorum. Unutkanlıktan değil. Her zaman o kadar vardı ki şimdi bu derece olmayabilmesi inanılmaz geliyor. Konuyu «Olmak ya da olmamak» repliğine bağlamadan toparlamaya çalışacağım. Kayıplar gerçekten zor; ama ölümün varolabilmesinin tek nedeni aslında yaşamın varlığı değil mi? Yas tutmamızın sebebi de sevgimiz? Bir gün bir iş arkadaşım yeni bir kedi alıp almayacağımı sorduğunda ona yeni bir kedinin aynı olamayacağını ve tekrar böyle bir bağ istemediğimi söylemiştim. O da bana bakıp gülümseyerek, “Yeniden sevebilirsin Eylem. Aynı olmaz, biraz farklı şekilde seversin, ama yine seversin” demişti. Haklıydı. Pusu’nun yerini başka bir şey dolduramaz, ama sevgi zaten doldurmak için boşluk arayan bir duygu değil ki. O çabasızca gelen ve hatta bazen olumsuzluklara rağmen yerleşip hem kök salarak hem de dallarına ve çiçeklerine kendi dilediği kadar yer açarak büyüyen bir duygu. Bu konuşmadan birkaç ay sonra ne yazık ki iş arkadaşımın köpeği de vefat etti. Hem de yaşlanamadan… Her şey, her şey hayatın kendisiyle birlikte akıp geçiyor. Kendimizi bu gerçekten ayrı tutmamız imkansız. Öyleyse aslında hiçbir zaman gerçekten sahip olma hakkına erişmediğimiz şeyleri, ki bu hemen hemen sahibi olduğumuzu sandığımız her şey için de geçerli, kaybetme korkusu içinde değerlendirmek biraz anlamsız kaçıyor. Onun yerine, fırsatını bulduğumuz zaman kalbimizi açıp sevebileceğimiz kadar sevmeye, hayatı hakkını vererek güzel yaşamaya bakmalıyız belki de. İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın «Kuş ölür Sen uçuşu hatırla.» dizesini aklımızda tutarak…

Şiir demişken yazıyı bir şiir daha doğrusu bir sone ve içimizi hafifletmesi için basit ve tatlı bir şarkıyla bitirsek iyi olur diye düşünüyorum. Umarım hoşunuza gider. Bir dahaki yazım bu konuya uygun iki resimli kitap hakkında olacak.

O zamana dek sevgiyle kalın ❤️

Eylem R.

LXV
Ne tunç ne taş ne toprak ne de sonsuz denizler
Acıklı faniliğe karşı koyamazlarken,
Nasıl bu kör öfkeyle güzellik cenge girer
Çabasında en çok bir çiçek gücü varken?
Ah, nasıl göğüs gersin yazın tatlı rüzgarı
Azgın günler dört yandan üstüne yürüdükçe,
Bozguna uğrattıkça yenilmez kayaları,
Çelik kapılar bile zamanla çürüdükçe?
Ne korkunç bir düşünce: Ah,nerede saklı dursun
Çağların mücevheri Çağların sandığından?
Bir zorlu el var mı ki bu koşuyu durdursun?
Güzellik yağmasını kim esirgesin ondan?
Yok hiçbiri meğerki bu mucize sürsün de
Sevdiğim ışıldasın kara yazı üstünde.

William Shakespeare (1564-1616)
Çeviri: Talat Sait Halman

Mutlu Yıllar!

Image-Fairy

2020 yılının son gününde, uzun bir aradan sonra, sizlere yeniden merhaba demenin heyecanını yaşıyorum. 2020 yılı birçoğumuz için zor bir yıldı. O yüzden 2021’in her şeyden önce sağlıkla ve huzurla gelmesini diliyorum.

Yeni yıl hepimiz için resimdeki dansden peri gibi hafif ve neşeli olsun.

Eski yılın son gününden sevgilerle…

Eylem Rosseland

Yılbaşı Ağacı

Yılbaşı Ağacı

Masal Penceresi Noel

Noel-Masal Penceresi

Noel Pastaları-Masal Penceresi

Noel Pastaları-Masal Penceresi

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı (3. Bölüm)

Screenshot

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı

(3. Bölüm)

• • •

“Sleuth Ormanı’nda
Kayalık yaylaların
Göle daldığı yerde
Balıkçılların kanat çırpışlarıyla
Uyuşuk su sıçanlarını uyandırdıkları
Orman meyveleri
Ve çalıntı kirazlarımızın
En kırmızılarıyla dolu
Peri fıçılarımızı sakladığımız
Yapraklı bir ada uzanır.
Oraya gel
Ah insan çocuk
Sulara ve vahşi doğaya
Bir periyle el ele
Çünkü dünya senin anlayabileceğinden
Çok daha fazla gözyaşı dolu”

• • •

The Stolen Child

W.B.Yates, 18651939

Olivia

The Haunting of Julia / Full Circle (1977)

Screenshot

Adından anlışılacağı gibi gotik bir perili köşk hikayesiyle karşı karşıyayız. Gotik bir hikayenin Changelinglerle ne ilgisi var diye sorabilirsiniz haklı olarak. Baştan ben de öyle düşünmüş olacağım ki o kadar eserden söz etmeme rağmen kalbimde apayrı bir yeri olan Full Circle‘ı unutmuşum. Aslında karşılaştığım en acıklı changeling öykülerinden bir tanesi bu.

İngiltere’de Full Circle adıyla gösterime giren film, Amerika’da “The Haunting of Julia” olarak biliniyor. Başrolleri paylaşan Mia Farrow ve Keir Dullea birlikte güzel bir çift olmuşlar. Peter Straub’un ilk romanı olan Julia ‘dan (1975) esinlenilerek çekilmiş olan yapım bence kitapla ciddi farklılar taşıyor. Bu yazının son kısmında size Julia‘dan da kısaca bahsedeceğim, ancak yaratıcılık açısından gerçekten bambaşka bir yorumla ortaya çıkmış bu filmi benim gibi yavaş ilerleyen ve ağır bir atmosfer yaratan korku filmleri sevenler beğenir diye tahmin ediyorum.

Bu bir psikolojik gerilim filmi mi yoksa sıradan bir hayalet hikayesi mi ondan da emin değilim aslında. Sınıflandırmayı izleyicinin tercihine bırakmak belki de daha doğru bir yaklaşım olur. Full Circle’ı sıradan korku ya da gerilim filmlerinden ayıran birçok ayrıntı var. Hikaye bence katman katman duygulardan oluştuğu ve aklınızdan asla çıkmayacak bir sona sahip olduğu için kendisini benzerlerinden farklı bir kategoriye taşıyor. Filmin müzikleri de bence bir rüya dünyasından gibi. Her parça saldırganlıktan uzak ve insana hüzünle karışık bir ürperti veren küçük ve masum ninniler gibi. Full Circle’ı izlemeye karar verirseniz müziklerinin uzun süre zihninizi meşgul ettiğini farkedeceksiniz.

Yapım, bence 1977 yılından beri nice filme esin kaynağı olmuş ve kendi dönemi içinde değerlendirildiğinde son derece özgün sayılır. Dram, kalp kırıklığı, peri hikayesine bulanmış trajedi, sevgi, pişmanlık, yalnızlık, ölüm, güzeller güzeli bir ev, yetmişlerdeki beyaz süslü tarihi binaları ve yemyeşil Londra sokakları, sonbahar renklerine bulanmış nostaljik parklar ve Colin Towns’ın eşsiz müzikleri, güzellikle acının, korkunun ve sürprizlerin birbirine karıştığı değişik bir eser ortaya çıkarmış. Bu kadar az bilinen bir yapım olmasına rağmen dünyanın dört bir yanından özel fanları olması sanırım bu sebepten.

OliviaFilmin hem açılış ve kapanış sahnesi son derece trajik. Amerikalı ve varlıklı genç bir kadın olan Julia Lofting,  İngiliz Magnus Lofting ile evlidir ve Londra’nın şık semtlerinden birinde oturmaktadır. İlk sahnede o zaman için modern sayılacak güzel bir ev ve mutlu bir aile görürüz ve aradan birkac dakika geçtiğinde bu ev korkunç bir ölüme sahne olur. Julia Lofting bu kazada tek çocuğu olan küçük Katie’yi kaybeder. Bir süre tedavi gördükten sonra, baskın karakterli ve parasıyla kendisinden fazla ilgilenen aristokrat kocası Magnus Lofting’i terk eder ve ondan habersiz Holland Park civarında güzel bir ev satın alır. Londra’nın en pahalı semtlerinden birinde yer alan bu evi neden değerinin bu kadar altında bir fiyata aldığını ise çok sonra öğrenecektir.

Bayan Lofting kapıdan girer girmez, yönetmen bize eşsiz bir müzik eşliğinde tarihi Londra evini yeni sahibinin gözleriyle gezdirir ve filmin son sahnesinde kalbimizi kıracak ve senelerce unutamayacağımız o sahnenin geçtiği ortamı bize Julia’nın naif ve umutlu ruh haliyle gösterir. Yeni evine taşındıktan sonra yaşadığı travmayı atlatmakta zorluk çeken Julia’ya tuhaf şeyler olmaya başlar. Yalnızlığıyla ve yasıyla ayakta kalmaya çalışırken, kızı Katie’ye çok benzeyen bir çocuğun, Olivia’nın, trajik hikayesinin içinde bulur kendisini.

İzlemek isteyenlerin hevesini kaçırmamak adına hikayenin bundan sonrasını açıkca anlatmayacağım. Sizi aniden yerinizden hoplatmadan ağır ağır ilerleyen ve etrafınızda bir sis yaratarak içinize işleyen bir yapım bu. Beni etkilemesinin asıl sebebi de böyle negatif duygular uyandıran bir eserin çirkin  görüntülerle değil tam tersine son derece estetik bir şekilde anlatılıyor olması. Sadece ev, müzikler, Mia Farrow, Londra sokakları ve parkları değil çocuklar bile birer porselen bebek gibi giydirilmişler.. Yani yönetmen Bayan Lofting’in acısını güzellikle örmüş ve melankolik ayrıntılarla kat kat sarmış. Göz kamaştıran her bir katmanı açtığınızda içinden başka bir trajedinin çıktığını görüyorsunuz. Full Circle‘ı orjinal dilinde youtube’da izleyebilirsiniz. Etkilenecek olursanız ve bana bir iki satır yazmak için zaman ayırırsanız çok mutlu olurum.OliviaBu beklediğimden çok daha uzun süren Changeling serisini bir kitap yorumuyla bitirmek bence çok yerinde olacak. Bu benim korku türünde okuduğum tek eser. Sonrasında Peter Straub’un daha popüler kitaplarını denesem de beni çok sarmadı. Belki de Julia‘nın bana yetip artmasından kaynaklandı bu durum.

Julia

Juliajuliatwisted

Julia‘yı okuyalı sanırım bir dört beş yıl kadar oluyor. Normalde korku türündeki eserleri tercih etmediğim için eğer Full Circle’ı izlememiş olsaydım Julia ile tanışma ihtimalim olmazdı. Yine de onu okuduğum için memnunum.

Araştırdığım kadarıyla bu kitap kendi fan kitlesine sahip olsa da yazarın en beğenilen eseri değil. Belki Straub’un ilk roman denemesi olmasının bunda payı vardır. Böyle yazdığım için sanki kötü bir kitapmış gibi bir algı oluşmasın. Yarattığı korku atmosferi sebebiyle ünü dünyaya yayılmış olan Straub beni bu açıdan kesinlikle hayal kırıklığına uğratmadı. Hatta bir süre Julia’nin etkisinden ve kitabın yarattığı trajik atmosferden çıkamadım. Okuyup bitirdikten sonra içime yerleşen duygu sadece korku değil aynı zamanda geçmeyen ve kolay azalmayan bir huzursuzluk oldu.

Julia filme oranla olayların gelişimini, karakterlerin kişiliklerini ve birbirleriyle olan bağlantılarını çok daha ayrıntılı şekilde anlatıyor. Böylece filmin karmaşık hikayesini yorumlamakta güçlük çeken izleyici için belirsizlik taşıyan noktaların hepsi kitapta aslında açıklanmış oluyor. Julia’nın başına gelenlerin ve küçük Olivia ile kurduğu güçlü bağın kendi trajik kaybından mı kaynaklandığını bilemesek de kitapta bu bağın sebepleri filmdekinin aksine net bir biçimde ele alınıyor. Hikayenin duygusal yanı ve baş karakterin psikolojik durumu ise bence filmde ve kitapta farklı bakış açılarıyla işlenmiş. Esin kaynağı kitaplar olan görsel eserlerin orjinallerinden tamamen bağımsız şekilde yorumlanmasını sadakatsizlik olarak gören biri olarak ben bu iki eserin kendilerine özgülüklerinden çok keyif aldığımı itiraf etmek zorundayım.

Julia sanırım henüz Türkçe’ya çevrilmedi. Kırk dört yaşında bir kitap olarak bundan sonra da çevrilir mi bilemiyorum. İnternet sebebiyle İngilizce orjinaline ulaşmak nispeten kolay olsa da, her kitapçıda karşılaşabileceğiniz bir kitap değil bu. Okumaya karar verirseniz bulmak için biraz uğraşmanız gerekebilir.

OliviaYazımı sonlandırmadan önce hem kendim için bir hatırlatıcı hem sizler için birer alternatif olması için buraya changelingleri konu alan üç kitap adı ve linki birakmak istiyorum. Bunların ilki Joy Williams tarafından kaleme alınmış The Changeling. İkincisi Eloise McGraw’ın The Moorchild‘ı ve üçüncüsü ise Charles Higham’a ait  bir korku masalı olan The Midnight Tree: A Fairy Tale of Terror.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere hepinize sevgilerimi gönderiyorum.

Eylem Rosseland

Olivia

Kardan Adam

Merhaba,

Her zaman olduğu gibi 2018 yılını da karlı ve buzlu günler uğurluyor. Yarın yılın son günü. İyisiyle kötüsüyle kocaman bir yılı yaşadık ve sıra deneyimlerimizi tarih süzgecinden geçirmeye ve hakedenlerin anı olmalarına izin vermeye kaldı.

Yılbaşı bizim evde her zaman neşeyle kutlandı. O sebeple olacak, yeni yıl deyince aklıma hep güzel sofralar, pastalar, hediyeler ve aile toplantıları geliyor. Bir blog yazısı üzerinden pasta ve hediye paylaşamayız belki ama çok nostaljik ve tatlı bir film paylaşabiliriz diye düşündüm. Kısacık ve içinde konuşma olmayan (hikayenin başındaki birkaç cümleyi saymazsak) sevimli bir çizgi film bu. Umarım sevdiklerinizle izler, izlerken keyif alırsınız.

Yeni Yılınız Kutlu Olsun!

Sevgiler

Eylem Rosseland

sallanan at

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı (2. Bölüm)

John Anster Fitzgerald

John Anster Fitzgerald

Changelings: Periler, Kayıp Çocuklar Ve Bir Hırsızlık Masalı

(2. Bölüm)

Güneşli bir Cumartesi gününden merhaba. Changeling masallarıyla ilgili yazının ikinci bölümünü yazmak için epeydir sakin bir hafta sonunu bekliyordum. Oslo’yu kelimenin tam anlamıyla çiçeklerin bastığı bir bahar ve yaz oldu. Her köşeden rengarenk leylaklar, bahçelerden, parklardan, yol kenarlarındaki bir karış topraktan bile laleler, menekşeler fışkırdı bu yıl. Ağaçların dalları çiçeklerini zor taşır hale geldi. Şimdi ise mevsim dönmeye, yaklaşan sonbaharın serin nefesi havaya karışmaya başladı. Ben de uyanınca insan masallarla ilgili bir yazı hazırlayacaksa ancak böyle bir günde hazırlar diye düşündüm ve yazmak üzere Oslo’nun ünlü kafelerinden W.B.Samson’un evime en yakın şubesine geldim. Burası neredeyse hicbir zaman turist göremeyeceğiniz, onun yerine Oslo’nun kendi sakinleri ile birlikte yiyip içebileceğiniz güzel bir mekan. Ben de bu mekanda bir yandan keyifle kahvemi yudumlarken bir yandan da size iki güzel kitaptan söz etmek ve ardından eski bir İrlanda halk masalı olan The Brewey of Eggshells‘in Türkçesini sunmak istiyorum. Aslında bu masalın değişik bölgelere ait değişik anlatımları var. Umarım sizin için seçmiş olduğum örnek hoşunuza gider.

Royalty-Free-Images-Baby-Carriage-GraphicsFairy

Outside Over ThereOutside Over There

Maurice Sendak  (1928 –2012) tarafından yazılan ve ilk baskısı 1981 yılında yapılan Outside Over There üzerinde çok konuşulmuş resimli bir kitap. Yazarın kendisinin en sevdiği eserlerinden biri olmasına ve 1982 yılında Caldecott Onur Ödülü’ne değer görülmüş olmasına rağmen etkleyici görselleri sebebiyle kitabı çocukların okumasına uygun bulmayan önemli bir kesim var. Where the Wild Things are ve In the Night Kitchen ile birlikte bir üçlünün parçası olarak anılan bu kitap da içerdiği illüstrasyonlar yüzünden ebeveynlerin tepkisini olumsuz yönde çekmiş.

Hikayeye göre babası denize açılan, annesi kendi dünyasında hayallere dalan küçük İda, henüz bir bebek olan kardeşini eğlendirmek için borozanını çalmaya başlar. Onun için çalsa bile aslında kardeşine bakmamakta, pencereden dışarıyı izlemektedir. Bunu fırsat bilen goblinler arka pencereden girip kardeşini kaçırırlar ve yerine bir changeling bırakırlar. İda kardeşini kollarına aldığında onun aslında buzdan yapılmış bir maket oldugunu anlar. Sarılmanın etkisiyle buz bebek erir, küçük kızın kolları boş kalır.

İda kardeşinin kaçırılmasından kendisini sorumlu tutmaktadır. O sebeple çocuk hırsızlarının peşine düşererk minik bebeği goblinlerin gelini olmaktan kurtarır ve birlikte evlerine dönerler. Sendak, Tell Them Anything You Want: A Portrait of Maurice Sendak (2009) adlı belgeselde, henüz dört yaşında küçücük bir çocukken kendisine unutmayayacağı bir travma yaşatmış olan Lindbergh bebek kaçırma olayından ne kadar etkilenmiş olduğunu açıkça anlatmış. Korkunç detaylarla dolu bu olayın sonu ne yazık ki Sendak’ın hikayesindekinin tersine büyük bir trajedi barındırıyor. Yazar belki de Outside Over There ile, bu trajediye kendince alternatif bir mutlu son getirmiş ve kendi yaralarını sarmış. Burada öykülerin iyileştirici gücüne dair yapılan araştırmalara konu olabilecek bir durum görülüyor. Sanırım sanat eserleri sadece ulaştığı kitleyi değil onu yaratan sanatçıyı da iyileştiriyor.

Royalty-Free-Images-Baby-Carriage-GraphicsFairy

The Changeling/Bortbytingen

The Changeling

”The Changeling” Selma Lageröf

Nobel Edebiyat Ödülünü hakeden ilk kadın yazar olarak tarihe geçen İsveçli Selma Lagerlöf’ün adını kimimiz daha çocukluğumuzda duyduk. Ülkemizde Nils Ve Uçan Kaz adıyla gösterilen nostaljik çizgi film, konusunu yazarın ünlü kitabı Nils Holgerssons Underbara Resa’dan aldığı için bizim hayatlarımıza da ilk kez böyle girmiş oldu. Çizgi film gerçekten harika. Kitap da oyle… Eğer Nils’le daha önce tanışmadıysanız bence çok şey kaçırıyorsunuz.

Gelelim yazarın bugün değineceğimiz kitabına, yani kendi dilindeki adıyla Bortbytingen‘e. İngilizce’ye The Changeling adıyla çevrilmiş olan resimli kitap ilk kez 1915 yılında yayımlanmış ve toplam kırk sayfadan oluşuyor. Changeling masallarına modern bir bakış getiren hikeyede hırsız bu kez bir peril değil, İskandinav folklöründe önemli yere sahip olan bir troll.

The Changeling gerçekten şaşırtıcı bir kitap. Halk masallarında alışkın olduğumuzdan daha yumuşak bir insancıllıkla devam eden hikaye yine de nasıl bir çocuk kitabı olarak basıldı bilmiyorum. Zaten metne ulaşmakta zorluk çekmem belki modern çocuk edebiyatında bu tip bir öykünün küçük yaştaki okurlar için çok tercih edilmemesinden kaynaklanıyor olabilir. Ben kendi adıma bu öyküyü okumaktan keyif aldım; ancak son dönemlerde mizahi yanı gelişmiş, şiddet öğeleri törpülenmiş ve bir bakıma olumsuz duygular uyandıracak yanları traşlanmış eserleri çocuklara daha uygun gördüğümüzün de farkındayım. Bu bakış açısına çok katılmasam da The Changeling gerçekten resimli bir çocuk kitabından beklediğiniz tatlı ve yumuşak konuya ve anlatıma sahip olmadığını belirtmem gerek. Yine de bu kitabı büyülü ve ilginç olmaktan alıkoymuyor. Hatta tam tersine belirli bir hayat tecrübesine sahip okurları farklı bir şekilde etkileyecek duygusal bir derinlik sunuyor. O yüzden resimli çocuk kitabı değil çarpıcı kısa öykülere bir örnek olarak da düşünebilirsiniz The Changeling‘i.

Hikayeye göre zengin sayılabilecek, yardımcılarla ve hizmetkarla yaşayan çiftçi bir karı koca, uzun yıllar sonra güzel bir erkek bebeğe kavuşmuşlardır. Bebek varlıklı bir aileden tek varisi olduğundan, babası için ayrı bir önem teşkil etmektedir. Günlerden bir gün, bebeğiyle birlikte ormanda gezmekte olan bir trollün yolu bu çiftle kesişir. Normalde insanlardan saklanmayı seçecek olan bu troll kadının içinde insan bebeğe karşı bir merak uyanır. Acaba o da kendi tüylerle kaplı, sivri dişli troll bebeği kadar güzel midir? Bir kaza sonucu bebek annesinin kollarından kayar ve troll kadın insan bebeğe yakından bakma fırsatı bulur. Onun pespembe tenini ve yüzünü şaşırtıcı ve çok güzel bulur. Bebeğin ailesi çocuklarını almaya geldiklerinde troll anne insan bebeği merakını giderecek kadar inceleyemediği için oradan ayrılırken onu da yanında götürür. Çiftçi aileye kalansa minik troll bebektir.

Acılı anneden başka herkes istenmeyen bebeğe eziyet etme taraftarıdır. Böylece bu kötü muameleye izin vermeyecek olan gerçek annesi, çocuğunu kurtarmak için insan bebeği geri getirecektir; ama hikaye onların istediği gibi gelişmez. Troll bebeğe bakmaya başlayan kadın ona bir türlü kıyamaz. Aklı karışmıştır. Ona göz kulak olurken vicdanlı olsa da bir yandan ondan kurtulmak ve kendi çocuğuna kavuşmak istediği için ikilemdedir. Bu yabani çocuğun hizmetini görmek kendisine ağır gelse de, onu bakımsızlığa ve açlığa terketmeye gönlü bir türlü razı olmaz. Hatta işi sadece sıçan ya da yılan gibi trollere yakışan yiyeceklerle beslenmesi gereken bebeği gerçekten onlarla beslemeye kadar vardırır. Bu sebeple aklını yitirdiğini düşünen kocasıyla da arası açılmaya başlar.

Öykünün İsveççe orjinalini okuyabileceğiniz bir linki – buraya – ekledim. Ne yazık ki düzgün diyebileceğim İngilizce bir kaynak henüz bulamadım. Eğer denk gelirsem onu da mutlaka sayfaya eklerim.

Royalty-Free-Images-Baby-Carriage-GraphicsFairyBu iki resimli kitaba değindikten sonra nihayet sıra masalımıza geldi. Onu İngilizce’den Türkçe’ye Büşra Bozdemir çevirdi. Umarım okumaktan keyif alırsınız.

Mother and the Child Masal PenceresiThe Brewery of Eggshells

Bayan Sullivan en küçük çocuğunun “peri hırsızlığıyla” değiş tokuş edildiğini düşündü. Görünen o ki, kendi mavi gözlü, sağlıklı çocuğu bir gecede neredeyse bir hiçe dönmüştü. Ağlayıp sızlanmadan edemiyordu. Doğal olarak bu, zavallı Bayan Sullivan’ı çok mutsuz etti. Bütün komşuları onu rahatlatmaya çalışıyor, çocuğun süphesiz, iyi insanlarla birlikte olduğunu ve onların, yerine kendilerinden birini koyduklarını söylüyorlardı.

Bayan Sullivan kendisine söylenenlere inanmazlık edemiyordu tabii; ama solmuş yüzüne ve bir iskelete dönmüş olan vücuduna rağmen, o “şey”i incitmek istemiyordu, çünkü her şeye rağmen kendi oğluna çok benziyordu. Bu yüzden onu canlı canlı ızgarada kızartmaya veya kızgın, sıcak bir maşayla burnunu kıstırıp yakmaya ya da onu yol kenarında karların içinde bir yere atmaya, ve bunlar gibi çocuğunu geri kazanmak için yapması tavsiye edilen pek çok işlemi uygulamaya gönlü yoktu.

Bir gün, Bayan Sullivan Ellen Leah (ya da Gri Ellen) diye adıyla ünü ülkeye yayılmış olan kurnaz bir kadınla karşılaştı. Bu kadının, ölülerin nerede olduklarını bilme ve ruhlarından geriye kalanlar için neyin iyi olduğunu söyleyebilme, siğilleri ve urları geçirebilme ve buna benzer bir dizi harika şey yapabilmek için, nereden geldiği belirsiz bir yeteneği vardı.

Ellen Leah’ın ona söylediği ilk şey, “Bu sabah kederli görünüyorsunuz, Bayan Sullivan” oldu.

“Öyle denilebilir, Ellen” dedi Bayan Sullivan ve ekledi “Üzgün olmak için çok iyi bir sebebim var. Benim güzel çocuğum en ufak bir izin istenmeden veya ‘Afedersiniz’ bile denmeden benden koparılarak beşiğinden alınıyor, yerine buruş buruş olmuş çirkin bir peri parçası konuluyor. Kederli göründüğüme şaşmamalı, Ellen.”

“Sizin suçunuz değil, Bayan Sullivan” dedi Ellen Leah, “Yalnız, onun bir peri olduğuna emin misiniz?”

“Elbette eminim!” dedi Bayan Sullivan, “Çektiğim acı kadar eminim. Kendi gözlerimden süphe edebilir miyim? Tüm annelerin ruhu benim halimden anlar!”

“Yaşlı bir kadından tavsiye kabul eder misiniz?” dedi Ellen Leah. Yabani ve gizemli bakışlarini mutsuz anneye dikti ve kısa bir duraksamadan sonra “Bunu aptalca bulacak olsanız bile?” diye ekledi.

“Bana çocuğumu, yani kendi çocuğumu geri getirebilir misinız Ellen?” dedi Bayan Sullivan büyük bir heyecanla.

“Eğer söylediklerimi yaparsanız,” diye cevapladı Ellen Leah, “Anlayacaksınız.” Bayan Sullivan beklenti içinde sustu ve Ellen devam etti, “Büyük bir demliği ağzına kadar suyla doldurun, ateşe koyun ve fokur fokur kaynatın; sonra yeni yumurtlanmış taze bir düzine yumurtayı kırın, kabuklarını ayırın ve gerisini atın. Kabukları kaynayan suyun içine koyun ve böylece kısa zamanda onun kendi oğlunuz mu yoksa bir peri mi olduğunu anlayacaksınız. Eğer beşiktekinin peri olduğunu öğrenirsirseniz, elinize kızgın bir maşa alın ve onun o çirkin boğazına kadar sokun;  bundan sonra size bir daha sorun çıkarmayacak. Size sözveriyorum.”

Bayan Sullivan evine gitti ve Ellen Leah’nın söylediklerini yerine getirdi. Demliği altını yeterince tezekle destekleyerek ateşe koydu ve suyu öyle bir kaynattı ki, eğer kızarabilseydi, su kesinlikle kıpkırmızı olurdu.

Çocuk beşikte hayret uyandıracak bir sükunet ve uysallık içinde yatıyordu. Buz gibi bir gecede yanıp sönen yıldızlar kadar keskin gözlerini arada bir harlı ateşte ve üstündeki demlikte gezdiriyor ve büyük bir dikkatle, yumurtaları kıran ve kabukları kaynamaları için suya bırakan Bayan Sullivan’a bakıyordu. Sonunda yaşlı bir adamın sesiyle sordu, “Ne yapıyorsun anneciğim?”

Onun konuştuğunu duyduğunda, Bayan Sullivan ağzına gelen yüreğinin kendisini boğacağını zannetti. Ama bir yolunu bulup maşayı ateşe koydu ve tereddüt etmeden şöyle dedi:  “Hutam demliyorum.” (Oğlum)

“Yani ne demliyorsun, anneciğim?” dedi küçük şeytan. Mucizevi konuşmabilme yeteneği onun bebeğinin yerine konulan bir peri olduğunu açıkça ortadaya koyuyordu.

“Keşke maşa kızmış olsaydı.” diye düşündü Bayan Sullivan; ama çok büyüktü ve ısınması zaman alıyordu. Bu yüzden maşa boğazını yakacak dereceye gelene dek onu konuşarak oyalamaya karar verdi ve sorusunu yineledi.

“ Demlediğim şey olan hutamın ne olduguğunu mu öğrenmek istiyordun?”

“Evet, anneciğim, ne demliyorsun?” diye yanıtladı peri.

“Yumurta kabuğu, hutam yani.” dedi Bayan Sullivan.

“Ah!” diye bağırdı küçük şeytan beşiğin içinden, ellerini çırparak, “Dünyada bin beş yüz yıl yaşadım; ama hiç yumurta kabuğu demlendiğini görmedim!”  Tam bu sırada maşa kızmıştı ve Bayan Sullivan onu kaptığı gibi hızlıca beşiğe koştu; fakat nasılsa ayağı kaydı ve yere kapaklanmasıyla maşa da evin öbür yanına uçtu. Neyse ki, çok geçmeden ayağa kalktı ve tam o uğursuz şeyi, beşikten alıp kaynayan suyun içine atacaktı ki orada tatlı bir uykuda olan kendi oğlunu gördü. Çocuğun, yuvarlak ve yumuşak kollarından biri yastığının üstündeydi, yüzü sanki hiç dokunulmamışçasına huzurluydu ve gül pembesi dudakları nefes alıp verirken nazikçe hareket ediyordu.

Bayan Sullivan’in kalbi neşeyle dolup taştı ve mutluluk gözyaşları dökerek ağladı.

Thomas Crofton Croker

Royalty-Free-Images-Baby-Carriage-GraphicsFairy

Gördüğünüz gibi bu blog yazısı da oldukça uzun oldu. Değinmek istediklerimin planladığımdan daha fazla olduğunu farkettiğim için sizleri sıkmamak adına konunun tamamını üç parçada ele almaya karar verdim. Sizlere söz etmemiş olduğuma sonradan epeyce pişman olduğum, bence Changelingleri işleyen eserlere çok özgün bir örnek olabilecek bir korku filmi ve bu filmin esin kaynağı olan gotik kitapla ilgili birkaç satır yazmak ve yine güzeller güzeli bir şiiri zevkinize sunmak da bir dahaki yazıya kalsın istedim. O zamana dek iyilik ve güzellikle kalın.

Sevgiler,

Eylem Rosseland

heart

Kaynaklar:

http://www.sacred-texts.com/neu/yeats/fip/fip16.htm

http://runeberg.org/troll1/bortbyt.html

Babalar Gününüz Kutlu Olsun!

Babalar Gunu

Babamın tahta atıyla
çok şiirler gezdim
her şiirde kuşlar vardı
kanat vurdum onlarla
Siz bu şiiri okurken
ben uçmaktayım hâlâ

Refik Durbaş


**********


With my father’s wooden horse
I have visited many poems
There were birds in every poem
I flapped my wings with them
As you read this poem
I’m still flying

Refik Durbaş

heart

http://www.cancocuk.com/kitap-detay/253

Kibritçi Kız

Kibritçi Kız

Please scroll down to read the fairy tale in English.

Kibritçi Kız

Korkunç bir soğuk vardı. Kar yağıyordu ve akşam karanlığı bastırmaktaydı. Yılın son akşamı, yani yılbaşı akşamıydı. Böyle bir soğukta ve karanlıkta, küçük, yoksul bir kız çocuğu sokakta başı açık ve ayakları çıplak yürüyordu. Gerçi evden çıktığında ayaklarında bir çift terlik vardı; ama neye yaramıştı ki? Terlikler çok büyüktü ve en son annesi tarafından kullanılmışlardı. Öyle büyüktüler ki, küçük kız aceleyle karşıdan karşıya geçerken, doludizgin giden iki at arabası yüzünden onları kaybetmişti. Birini bulamamış, diğerini de bir oğlan çocuğu alıp kaçmış, uzaklaşırken bir gün bir bebeği olduğunda terliği beşik yerine kullanacağını söylemişti.

Küçük kız sokakta soğuktan morarmış çıplak ayaklarıyla yürüyordu. Üzerindeki eski önlükte çok sayıda kibrit vardı. Bir deste kibriti de elinde taşıyordu. Gün boyunca hiç kimse ondan hiçbir şey satın almamış, kimse ona tek bir kuruş vermemişti. Zavallı küçük, aç ve soğuktan donmuş halde yürürken yılmış görünüyordu. Ensesinde tatlı buklelere dönüşen uzun, sarı saçlarına kar taneleri düşüyordu; ama o bu güzel görüntünün farkında bile değildi. Bütün pencerelerden ışık saçılıyor,  sokak nefis kaz kızartması kokuyordu. ”Öyle ya, bu gece yılbaşı.” diye düşündü.

Bir tanesi diğerine göre hafifçe sokağa doğru taşmış iki evin arasındaki köşeye oturdu. Büzülüp küçük ayaklarını karnına doğru çekti; ama böyle daha da çok üşümeye başlamıştı. Buna rağmen eve gitmeye cesaret edemiyordu. Bir kibrit çöpü olsun satamamış, tek bir kuruş bile kazanamamıştı. Bu durumda eve gitse babasından dayak yerdi. Soğuksa, zaten evleri de çok soğuktu. Sadece üstlerini örten bir çatıları vardı ki bu çatının en büyük çatlaklarını saman ve paçavralarla tıkamalarına rağmen rüzgarın ıslığı içeri sızardı.

Küçücük elleri neredeyse soğuktan tamamen donmuştu. Ah küçük bir kibrit ne kadar işe yarardı şimdi! Desteden bir tane çıkarıp duvara sürtse ve parmaklarını ısıtsa ne iyi olurdu! Sonunda bir kibrit çüpü çıkarıp duvara sürttü. Cızzz! Nasıl da bir kıvılcımla yandı kibrit! Küçük bir mumunki gibi, sıcak ve parlak bir ışığı vardı. Ellerini üzerine uzattı; ama kibritin ışığı pek tuhaftı. Küçük kız parlak pirinç işlemeleri olan, pirinçle kaplı dev bir demir sobanın önünde oturduğunu sanmaya başladı. Yanan ateş ne kadar da harikaydı. Nasıl da rahatlatıyordu insanı. Kızcağız ısınmaları için ayaklarını da uzattı. Tam o anda alev söndü. Pirinç kaplı demir soba yok oldu. Kız elinde yanmış kibrit çöpüyle öylece kalakaldı.

Bir kibrit daha çaktı. Kibrit yanmaya başladı. Işığı bu kez taş duvara düştü ve duvar ince bir tül gibi saydamlaştı. Küçük kız artık salonun içini olduğu gibi görüyordu. İçeride üzerine  göz kamaştıran beyaz bir örtü serilmiş masada ince porselenden bir yemek takımı ile erik kurusu ve elmayla doldurularak kızartılmış kocaman bir kaz vardı. O anda daha müthiş bir şey olmuş, kaz tepsiden atlayıp, sırtında bir çatal ve bıçakla paytak adımlar atarak fakir kızcağıza doğru gelmeye başlamıştı. Ancak o sırada kibrit söndü. Geriye sadece kalın ve soğuk taş duvar kaldı.

Kız bir kibrit daha çaktı. Şimdi güzeller güzeli bir Noel ağacının altında oturmaktaydı. Bu, bir önceki Noel’de zengin tüccarın evinin cam kapısından şöyle bir gördüğü ağaca göre çok daha büyük ve süslüydü. Yeşil dallarında binlerce mum yanıyor, dükkanların vitrinlerindekine benzeyen rengarenk resimler aşağıya, ona bakıyordu. Küçük kız iki elini birden havaya kaldırdı. O anda kibrit söndü. Binlerce Noel mumu havaya yükseldi, yükseldi… Hepsi birer yıldız oldu. İçlerinden bir tanesi kaydı ve gökyüzüne ateşten uzun bir çizgi çizdi.

”Şu anda birisi ölüyor” dedi küçük kız kendi kendine; çünkü hayattayken ona çok iyi davranan, hatta ona iyi davranmış tek insan olan yaşlı anneannesi, ”Bir yıldız kaydığında bir ruh Tanrı’ya kavuşur.” demişti.

Kızcağız duvara bir kibrit daha sürttü ve ortalık aydınlandı. Kibritin pırıltısında yaşlı anneannesi belirdi. Berrak, ışıl ışıl, yumuşacık ve sevgi dolu görünüyordu.

-Anneanne! diye seslendi küçük kız. ”Beni de al. Kibrit yanıp bittiğinde gideceksin biliyorum. Tıpkı sıcacık soba, nefis kaz dolması ve o görkemli Noel ağacı gibi sen de kaybolacaksın!” Sonra destede kalan kibritlerin hepsini aceleyle yakmaya başladı. Anneannesinin onunla kalmasını çok istiyordu. Kibritler öyle bir ışıltıyla yanıyordu ki ortalık gündüzden bile daha aydınlık hale gelmişti. Anneannesi daha önce hiç olmadığı kadar güzel ve büyük görünüyordu. Küçük kızı kaldırıp kollarına aldı. Işıklar içinde neşeyle uçmaya başladılar. Öyle yükseldiler, öyle yükseldiler ki, soğuğun, açlığın, kaygının olmadığı bir yere vardılar. Artık Tanrı’nın yanındaydılar.

Ertesi sabah küçük kız evin yanındaki köşede, sabah ayazında kırmızı yanakları ve dudaklarında bir tebessümle oturuyordu. Eski yılın son gecesinde donarak ölmüştü. Yeni yılın ilk günü, bir kısmı tamamen yanmış kibritlerle oturmakta olan bu küçük bedenin üzerine doğmuştu.

”Isınmaya çalışmış!” dediler. Kimse onun ne güzellikler gördüğünü, ihtiyar anneannesi ile birlikte nasıl bir pırıltının içinde yeni yıla girdiğini bilmedi.

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

Kaynak: http://www.adl.dk/solr_documents/hcaeventyr02val-workid79632#kbOSD-0=page:3

 

sallanan at

 

The Little Match Girl

It was so terribly cold. Snow was falling, and it was almost dark. Evening came on, the last evening of the year. In the cold and gloom a poor little girl, bareheaded and barefoot, was walking through the streets. Of course when she had left her house she’d had slippers on, but what good had they been? They were very big slippers, way too big for her, for they belonged to her mother. The little girl had lost them running across the road, where two carriages had rattled by terribly fast. One slipper she’d not been able to find again, and a boy had run off with the other, saying he could use it very well as a cradle some day when he had children of his own. And so the little girl walked on her naked feet, which were quite red and blue with the cold. In an old apron she carried several packages of matches, and she held a box of them in her hand. No one had bought any from her all day long, and no one had given her a cent.

Shivering with cold and hunger, she crept along, a picture of misery, poor little girl! The snowflakes fell on her long fair hair, which hung in pretty curls over her neck. In all the windows lights were shining, and there was a wonderful smell of roast goose, for it was New Year’s eve. Yes, she thought of that!

In a corner formed by two houses, one of which projected farther out into the street than the other, she sat down and drew up her little feet under her. She was getting colder and colder, but did not dare to go home, for she had sold no matches, nor earned a single cent, and her father would surely beat her. Besides, it was cold at home, for they had nothing over them but a roof through which the wind whistled even though the biggest cracks had been stuffed with straw and rags.

Her hands were almost dead with cold. Oh, how much one little match might warm her! If she could only take one from the box and rub it against the wall and warm her hands. She drew one out. R-r-ratch! How it sputtered and burned! It made a warm, bright flame, like a little candle, as she held her hands over it; but it gave a strange light! It really seemed to the little girl as if she were sitting before a great iron stove with shining brass knobs and a brass cover. How wonderfully the fire burned! How comfortable it was! The youngster stretched out her feet to warm them too; then the little flame went out, the stove vanished, and she had only the remains of the burnt match in her hand.

She struck another match against the wall. It burned brightly, and when the light fell upon the wall it became transparent like a thin veil, and she could see through it into a room. On the table a snow-white cloth was spread, and on it stood a shining dinner service. The roast goose steamed gloriously, stuffed with apples and prunes. And what was still better, the goose jumped down from the dish and waddled along the floor with a knife and fork in its breast, right over to the little girl. Then the match went out, and she could see only the thick, cold wall. She lighted another match. Then she was sitting under the most beautiful Christmas tree. It was much larger and much more beautiful than the one she had seen last Christmas through the glass door at the rich merchant’s home. Thousands of candles burned on the green branches, and colored pictures like those in the printshops looked down at her. The little girl reached both her hands toward them. Then the match went out. But the Christmas lights mounted higher. She saw them now as bright stars in the sky. One of them fell down, forming a long line of fire.

“Now someone is dying,” thought the little girl, for her old grandmother, the only person who had loved her, and who was now dead, had told her that when a star fell down a soul went up to God.

She rubbed another match against the wall. It became bright again, and in the glow the old grandmother stood clear and shining, kind and lovely.

“Grandmother!” cried the child. “Oh, take me with you! I know you will disappear when the match is burned out. You will vanish like the warm stove, the wonderful roast goose and the beautiful big Christmas tree!”

And she quickly struck the whole bundle of matches, for she wished to keep her grandmother with her. And the matches burned with such a glow that it became brighter than daylight. Grandmother had never been so grand and beautiful. She took the little girl in her arms, and both of them flew in brightness and joy above the earth, very, very high, and up there was neither cold, nor hunger, nor fear-they were with God.

But in the corner, leaning against the wall, sat the little girl with red cheeks and smiling mouth, frozen to death on the last evening of the old year. The New Year’s sun rose upon a little pathetic figure. The child sat there, stiff and cold, holding the matches, of which one bundle was almost burned.

“She wanted to warm herself,” the people said. No one imagined what beautiful things she had seen, and how happily she had gone with her old grandmother into the bright New Year.

http://www.andersen.sdu.dk/vaerk/hersholt/TheLittleMatchGirl_e.html

 

sallanan at

 

Çam Ağacı

Silent Night by Viggo Johansen

Please scroll down to read the fairy tale in English.

Çam Ağacı

Ormanda, küçük, güzel bir çam ağacı vardı. Güneş alan, havası bol bir yerde yetişiyordu. Etrafında nice büyük çam ve köknar arkadaşı vardı; ama küçük Çam Ağacı’nın tek derdi bir an önce büyümekti. Sıcacık güneşi ve tertemiz havayı hiç düşünmüyor, ormana çilek ve ahududu toplamaya geldiklerinde laflayan çiftçi çocuklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Çocuklar, kovalarını tıkabasa çilekle doldurduktan veya onları sıra sıra dizdikten sonra dinlenmek için küçük Çam Ağacı’nın yanına oturduklarında “Şu küçük ağaç ne kadar da güzel. Değil mi?” derlerdi; fakat o bu sözleri duymak bile istemezdi.
Küçük ağaç ertesi yıl boy attı. Bir sonraki yıl daha da uzadı. Gövdesindeki boğumları sayarak, bir çam ağacının kaç yaşında olduğu söylemek mümkündür.

-Ah, şu diğerleri gibi kocaman bir ağaç olsaydım! diye içini çekiyordu. “O zaman dallarımı dört bir yana uzatır, tepemle de uzakları ve hatta bütün dünyayı görebilirdim! Kuşlar yuvalarını dallarımın arasına yapardı. Rüzgar estiği zaman diğer ağaçlar gibi zarifçe eğilirdim.” Ne güneş mutluluk veriyordu ona, ne kuşlar, ne de sabah akşam üzerinden süzülen kızıl bulutlar.

Derken kış geldi. Kar ışıltılı beyazlığıyla her yeri kapladı. Bir tavşan sık sık hoplayarak gelip ağacın tepesinden atlamaya başlamıştı. Ne sinir bozucu bir şeydi bu böyle! İki kış böylece geçti, üçüncü kış küçük ağaç öyle uzamıştı ki, tavşan artık üstünden atlayamıyordu. “Ah, büyümek, büyümek, kocaman ve yaşlı olmak, işte dünyadaki tek güzel şey bu!” diye düşünüyordu ağaç.
Sonbahar geldiğinde, keresteciler en büyük ağaçlardan bazılarını kesmeye gelirlerdi. Bu her yıl böyle devam ederdi. Artık bayağı büyümüş olan genç Çam Ağacı korkuyla titriyordu, çünkü kocaman ağaçlar çatır çatır yere devriliyor, dalları baltayla kesiliyor, bedenleri çıplak ve incecik kalarak neredeyse tanınmaz hale geliyordu. Sonra arabalara yükleniyor, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülüyorlardı. Nereye gidiyorlardı böyle? Onlara neler oluyordu?

İlkbaharda kırlangıçlar ve leylekler gelince, ağaç onlara sordu: “Siz bu ağaçların nereye götürüldüklerini bilmiyor musunuz? Onlara hiç rastlamadınız mı?” Kırlangıçlar hiçbir şey bilmiyorlardı. Leylek ise oldukça düşünceli görünüyordu. Başını salladı ve “Evet, sanırım ben biliyorum. Mısır’dan dönerken pek çok yeni gemiye rastladım. Gemilerde çok gösterişli direkler vardı. Bu direkler, senin sözünü ettiğin ağaçlar olabilir; çünkü çam kokuyorlardı. Onlarla pek çok kez karşılaştım, çok uzun ve görkemlilerdi.”
-Keşke ben de denize gidebilecek kadar büyük olsaydım! Nasıl bir şeydir bu deniz, neye benzer?”
-Hmm, anlatması biraz uzun sürer! dedi Leylek ve uçup gitti.
-Gençliğinin değerini bil! dedi Gün Işığı. “Büyüyor olmanın, tazeliğinin değerini bil!”

Rüzgar ağacı öptü, çiğ taneleri onu gözyaşlarıyla suladı; ama Çam Ağacı bunları anlamadı.
Noel’e doğru, sadece içi içine sığmayan, ormanı terk edip gitmek isteyen Çam Ağacı kadar büyük olanları değil, çok daha genç ağaçları bile keserlerdi. Bu genç ağaçlar, ki özellikle güzel oldukları için seçilirlerdi, dalları kesilmeden at arabalarına yüklenir, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp götürülürlerdi.

-Nereye gidiyorlar? diye sordu Çam Ağacı. “Benden daha uzun değiller ki, hatta bir tanesi benden çok daha küçüktü? Niye hiçbirinin dallarını kesmediler? Nereye gidiyorlar?”

-Biz biliyoruz! Biz biliyoruz!” diye şakıdı serçeler. “Aşağı kasabadaki evlerin camlarından içeriye baktık ve onların nereye götürüldüklerini biliyoruz. Aklının almayacağı kadar büyük bir pırıltıya ve görkeme kavuşuyorlar! Pencerelerden içeriye baktık ve onların sıcak salonların ortasına dikildiğini, şahane süslerle, altın yaldızlı elmalarla, ballı kurabiyelerle, oyuncaklarla ve yüzlerce mumla donatıldıklarını gördük.”

-Peki ya sonra? diye sordu Çam Ağacı bütün dalları titreyerek. “Sonra? Sonra ne oluyor?”
-Bundan başka bir şey görmedik! Ama eşsizdi!”
-Ben de böyle ışıltılı bir gelecek için mi yaratıldım acaba?” diye çığlık attı küçük ağaç. “Denizleri aşmaktan çok daha güzel bir şey bu! Bu istek içimi kemiriyor! Şu Noel bir gelseydi!

-Uzadım artık, geçen yıl götürdükleri ağaçlar kadar da büyüdüm. Ben de bir arabaya konsaydım! O sıcacık salonda, o ihtişam ve şaşaa içinde olsaydım! Ya sonra? Elbet ardından daha iyi, daha güzel şeyler gelir, yoksa beni niye öyle süslesinler ki? Mutlaka daha büyük, daha muhteşem şeyler olur! Değil mi? Ah, nasıl da acı ve özlem duyuyorum. Bana neler oluyor böyle bilmiyorum ki?

-Bizim kıymetimizi bil! dedi hava ve gün ışığı. “Burada, özgürken tazeliğinin ve gencliğinin tadını çıkar. Ama bunlar küçük ağacı hiç mutlu etmiyordu. Büyüdü, büyüdü… Her mevsim yemyeşildi. Koyu yeşil… Yanından geçen insanlar, “Burada çok güzel bir ağaç var!” dediler.

Noel geldiğinde, hepsinden önce o kesildi! Balta bedenine derin bir darbe vurdu. Ağaç inleyerek yere devrildi. Bir acı hissetti. Güçsüzlük… Mutluluğu filan düşünecek hali kalmamıştı. Yurdundan, büyüyüp yeşerdiği topraklardan ayrıldığı için üzgündü. Sevgili eski arkadaşlarını, etrafını saran küçük çalıları ve çiçekleri, evet belki kuşları bile bir daha göremeyeceğini biliyordu. Bu gidiş, hiç de keyifli bir gidiş değildi.
Ağaç kendisine ancak diğer ağaçlarla birlikte çiftlikte arabadan indirilip bir adamın, “Bu mükemmel! Başka ağaca gerek yok!” dediğini duyduğunda geldi. Sonra, iki kentli hizmetkar gelip çam ağacını kocaman, şahane bir salona götürdüler. Duvarlarda boydan boya yağlıboya portreler asılıydı, büyük çini sobanın yanında, kapakları aslan şeklinde Çin vazoları duruyordu. Salonda sallanan sandalyeler, ipek koltuklar, üzeri resimli kitaplar ve paha biçilmez oyuncaklarla, en azından çocukların fikri buydu, dolu büyük masalar vardı.

Çam Ağacı, içi kumla dolu büyük bir fıçıya dikildi. Bunun bir fıçı olduğu anlaşılmıyordu; çünkü yeşil bir kumaşla kaplanmıştı ve altında da geniş, renkli bir halı vardı. Ağaç nasıl da titriyordu! Şimdi ne olacaktı acaba? Hem uşaklar hem de genç hanımlar etrafında dönüyor, onu süslüyorlardı. Dallarına renkli kağıtlardan kesilmiş, içi şekerlemelerle dolu küçük fileler astılar. Her tarafından sanki oracıkta yetişmiş gibi duran altın yaldızla kaplı elmalar ve cevizler sarkıyordu. Dallarına yüzlerce kırmızı, mavi, beyaz mum tutturdular. Yeşil iğne yapraklarının arasında tıpkı canlı insana benzeyen oyuncak bebekler, ki ağaç böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti,  sallanıyordu. En tepesine ise altın simden yapılmış büyük bir yıldız konmuştu. Çok güzeldi. Eşi benzeri görülmedik derecede görkemliydi. “Bu akşam,” dedi herkes hep birlikte, “Bu akşam ışıl ışıl ışıldayacak!”

-Ah, bir akşam olsa! diye düşündü ağaç. Mumlar hemen yakılsa! Sonra ne olur acaba? Ağaçlar ormandan gelip beni izlerler mi? Serçeler pencerelerin önünde uçuşurlar mı? Ben burada kök salarak büyür, yaz kış böyle süslü durur muyum?”

Evet, öyle olacağını çok iyi biliyordu! Ama kabuğunda özlemden kaynaklanan ciddi bir ağrı vardı. Ağaçlar için kabuk ağrısı biz insanlardaki baş ağrısı kadar acı vericidir.
Derken mumları yaktılar. O ne ışıltı ve ihtişamdı öyle! Ağaç bütün dallarıyla birlikte öyle bir titredi ki, mumlardan biri yeşil çam iğnelerini tutuşturuverdi. Canı çok yandı. Genç hanımların hepsi “İmdat!” diye bağrıştılar ve alevler çabucak söndürüldü.

Ağacın artık kıpırdamaya cesaret kalmamıştı. Ne dehşet bir şeydi bu! Bütün bu güzellikleri kaybedeceğinden öylesine korkuyordu ki; kendi parıltısı onu serseme döndürmüştü. Artık salonun iki kanatlı kapısı açılmış, çocuklar içeriye hızla koşmuşlardı, neredeyse ağacı devireceklerdi. Onların peşinden sakince büyükler geldi. Çocuklar bir an için sessizliğe büründüler, ama bu gerçekten sadece bir an sürdü, sonra yine coşkuyla bağırarak koşuştular. Ağacın çevresinde dans ettiler ve hediyeleri birbiri ardına topladılar.

-Ne yapmaya çalışıyor bunlar böyle? diye düşündü ağaç. “Neler oluyor?” Mumlar yanıp eriyor, dallara kadar küçülünce söndürülüyordu ve sonunda çocuklar ağacı talan etme iznini kopardılar. Ağacın üstüne öyle bir atıldılar ki, bütün dalları çatırdadı. Tepesindeki altın yıldızdan tavana bağlanmış olmasaydı yere yıkılırdı.

Çocuklar ellerindeki güzel oyuncaklarla etrafta dans edip duruyorlardı. Yaşlı dadıdan başka ağaçla ilgilenen kimse kalmamıştı artık. O da sadece, dalların arasında bir incir veya elma unutulmuş mu diye bakıyordu.

Çocuklar, “Hikaye isteriz, hikaye isteriz!” diye bağrıştılar ve ufak tefek, şişman bir adamı ağacın yanına doğru çekiştirdiler. Adam ağacın altına oturdu, “Şimdi yeşillikler içindeyiz ve anlatacaklarımı dinlemek bu ağaç için de çok faydalı olabilir; fakat yalnızca tek bir masal anlatacağım. Ivedy-Avedy masalını mı istersiniz, yoksa merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Yumurta Adam Humpty-Dumpty’i mi?”

Çocukların bazıları, “Ivedy-Avedy!” diye bağrıştı, bazıları ise “Yumurta Adam!”diye. Bir şamatadır gidiyordu. Yalnızca Çam Ağacı susuyor ve düşünüyordu: “Benim fikrim sorulmayacak mı? Ben hiçbir şey yapmayacak mıyım?” Ama artık onun işlevi bitmişti. Ağaç kendisinden bekleneni yerine getirmişti, hepsi buydu! Adam, merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Humpty-Dumpty’nin hikayesini anlattı. Çocuklar el çırpıp bağrıştılar: “Anlat, bir tane daha anlat!” Ivedy-Avedy masalını da dinlemek istiyorlardı ama Yumurta Adam ile yetinmek zorunda kaldılar. Çam Ağacı durgun ve düşünceliydi, ormandaki kuşlar hiç böyle bir şeyden söz etmemişlerdi. Yumurta Adam merdivenlerden düşmüş ve prensesle evlenmiş ha! “Evet, bu dünya böyle işte!” diye düşündü Çam Ağacı ve masalı anlatan adam kibar biri olduğu için anlattıklarını gerçek sandı. “Tabii, kim bilir belki ben de merdivenden düşerim ve ben de bir prensesle evlenirim,” dedi kendi kendisine. Sonra da, ertesi gün tekrar mumlarla, oyuncaklarla, yaldızlar ve meyvelerle donatılacağını düşünüp sevindi.

-Yarın titremeyeceğim! diye düşündü. “Güzelliğimin keyfini süreceğim. Yarın yine Yumurta Adam’ın hikayesini dinleyeceğim. Belki Ivedy-Avedy’ninkini bile… Böylece bütün gece boyunca sessiz ve düşünceli şekilde dikildi.
Ertesi sabah, uşak ile hizmetçi geldi.

-İhtişam yeniden başlıyor işte!” diye düşündü ağaç, ama gelenler onu sürükleyerek salondan ve sonra merdivenlerden çıkarıp tavan arasında ışıksız, kapkaranlık bir köşeye terk ettiler. “Bu da ne demek oluyor!” dedi. “Ben burada ne işim var! Burada ne dinleyeceğim şimdi?”

Duvara dayanıp öylece durdu. Düşündü, düşündü… Düşünmek için bolca zamanı vardı, çünkü günler ve geceler öylece akıp geçiyordu. Yukarı hiç kimse çıkmadı, sonunda biri göründüyse de, o da büyük kasaları bir köşeye koymak için gelmişti. Ağaç iyice arkada kalmıştı ve nerdeyse tamamen unutulmuştu.“Şimdi dışarıda kış var!” diye düşündü Çam Ağacı. “Toprak serttir ve karla kaplıdır, insanlar beni toprağa dikemezler; herhalde bu yüzden bahara kadar burada kalacağım. Ne kadar ince düşünceliler! Ne kadar da iyi insanlar! Ama keşke burası bu kadar karanlık ve ıssız olmasaydı! Küçük bir tavşan bile yok! Ormanda her yer karla kaplandığında, tavşan ne güzel zıplayarak yanımdan geçerdi. Gerçi üzerimden de atlardı ve ben o zamanlar ben bundan hiç hoşlanmazdım. Şimdi burada ne kadar korkunç bir yalnızlık var.”

O anda, minik bir fare “Mik, mik!” diyerek geldi. Peşinden bir tane daha… Çam Ağacı’nı burunlarıyla kokladılar ve sonra dallarının arasına giriverdiler.

-Feci soğuk! dedi fareler. “Burası gayet iyi sayılır! Öyle değil mi, yaşlı Çam Ağacı?”

-O kadar da yaşlı değilim! diye karşılık verdi Çam Ağacı. “Benden çok daha yaşlı olanlar var!”
-Nerelisin?” diye sordu fareler. “Neler bilirsin?” Çok meraklıydılar. “Bize dünyanın en güzel yerini anlatsana! Oraya hiç gittin mi? Hani o raflarında peynirlerin yığılı durduğu, tavanlarından jambonlar sarkan, donyağında dansettiğin ve cılız girip şişman çıktığın kiler?”

-Ben orayı bilmiyorum, dedi ağaç, “Ama güneşin pırıl pırıl parladığı, kuşların öttüğü ormanı biliyorum!

Sonra onlara gençliğinde gördüklerini anlattı . Minik fareler daha önce hiç böyle şeyler duymamışlardı. İlgiyle dinlediler ve ‘Ne çok şey görmüşsün, ne kadar da mutluymuşsun!” dediler.

-Ben mi? diye karşılık verdi Çam Ağacı ve kendi anlattıkları üzerinde şöyle bir düşündü. “Evet, aslında gerçekten çok eğlenceli günlerdi!” dedi. Sonra, kurabiyelerle ve mumlarla süslendiği o yılbaşı gecesini anlattı.

-Ooo, yaşlı Çam Ağacı, ne kadar da mutluymuşsun! dedi minik fareler.
-Hiç de yaşlı değilim!” diye cevap verdi Çam Ağacı. “Ormandan daha bu kış geldim! En güzel çağımdayım, şu an için gelişimim durmuş olsa da!”
-Her şeyi ne kadar da güzel anlatıyorsun! dedi fareler ve ertesi gece ağacın anlatacaklarını dinlemeleri için dört küçük fare daha getirdiler. Ağaç anlattıkça her şeyi daha net hatırlıyordu ve düşünüyordu: “Ne mutlu günlerdi! O zamanlar yine geri gelebilir. Yumurta Adam merdivenlerden düştüğü halde prensesle evlendi; belki ben de bir prensesle evlenebilirim!” Bunları düşünürken, ormanda yetişen küçük ve çok hoş bir huş ağacını anımsadı. Çam Ağacı için o, güzeller güzeli bir prensesti.

-Kimdir bu Yumurta Adam? diye sordu fareler.

Bunun üzerine Çam Ağacı, her kelimesini hatırladığı masalı anlattı. Fareler zevkten neredeyse ağacın tepesine sıçrayacak gibi oldular. Ertesi gece daha çok fare toplandı, hatta Pazar günü iki de büyük sıçan geldi. Ama sıçanlar, masalı hiç komik bulmadıklarını söylediler. Bu durum küçük fareleri çok üzdü, artık onlar da masalı eskisi kadar güzel bulmuyorlardı.
-Siz bir tek bu hikayeyi mi biliyorsunuz? diye sordu sıçanlar.
-Bir tek bunu biliyorum. Diye cevap verdi ağaç, “Bu benim hayatımın en mutlu akşamına ait; ama o zamanlar ne kadar mutlu olduğumu hiç düşünmemiştim.”
-Çok sıkıcı bir masal bu! Şöyle içinde et ve donyağı olan bir masal bilmiyor musunuz ya da kilerler hakkında hikayeler?”
-Hayır!” dedi ağaç.
-Peki teşekkürler öyleyse! diye cevap verdi sıçanlar ve evlerine döndüler.

Sonunda küçük fareler de gelmez oldular. Ağaç içini çekerek:

-Minik fareler etrafımda oturup anlattıklarımı dinlerken her şey ne kadar hoştu! Artık bu da geçip gitti! Ama beni buradan çıkaracakları günü hatırlayıp yeniden sevinebilirim!

Peki bu ne zaman oldu? Bir sabah vakti… İnsanlar gelip çatı katında ortalığı didiklediler. Kasaların yeri değiştirildi ve ağaç öne çekildi. Gerçi adamlar onu zemine biraz sertçe ittiler, ama hemen bir hizmetkar gelerek ağacı gün ışığının görüldüğü merdivene sürükledi.“İşte hayat yeniden başlıyor!” diye düşündü ağaç.Temiz havayı, gün ışığını hissetti.

Artık dışarıda, avludaydı. Her şey çok çabuk olmuş, ağaç kendine şöyle bir bakmayı bile unutmuştu. Etrafta göze atılacak öyle çok şey vardı ki. Avlu bir bahçeye bitişikti ve burada her şey çiçek açmıştı. Küçük çitin üzerindekı güller taptazeydiler ve mis gibi kokuyorlardı, ıhlamur ağaçları çiçek açmıştı ve kırlangıçlar etrafta ”Cik cik, sevdiğim geldi.” Diyerek uçuşuyorlardı. Söz ettikleri kişi ağaç değildi. “Yeniden yaşamaya başlayacağım!” dedi ağaç sevinçle ve dallarını yaymaya çalıştı. Ah, ne yazık ki hepsi kuruyup sararmış ve kırılganlaşmıştı. Isırganlar ile otların üzerinde bir köşede öylece yatıyordu. Altın yıldızı hala tepesinde duruyor, berrak gün ışığının altında parlıyordu.

Avluda birkaç neşeli çocuk oynuyordu, Noel gecesi ağacın etrafında danseden ve ağacın etrafında çok mutlu görünen çocuklardan bazılarıydı bunlar. En küçüklerinden biri gelip ağacın tepesindeki yıldızı çekerek kopardı.“Bakın şu eski ve çirkin Noel ağacında ne buldum!” diye bağırarak ağacın dalları üzerinde tepindi. Dallar çocuğun çizmelerinin altında çatırdıyordu. Ağaç, bahçede açan tazecik çiçeklere baktı, sonra kendine bir baktı ve çatı katındaki karanlık köşesinde olmayı diledi. Ormandaki gençliğini, o şen Noel akşamını ve Yumurta Adam’ın hikayesini keyifle dinleyen küçük fareleri…

-Geçti! Geçti gitti! dedi zavallı ağaç. “Keşke yapabiliyorken tadını çıkarsaydım bunların! Geçti artık!”

Derken bir çalışan geldi ve baltasıyla ağacı küçük parçalara böldü. Artık orada bir odun yığını vardı. Kocaman bir kazanın altında alev alev yanmaya başlamıştı. Derin derin iç çekiyor, her inleyişi küçük bir vuruşu andırıyordu. O yüzden oynarken bu sesleri duyan çocuklar koşup geldiler ve ateşin önüne oturdular. Ona bakarak “Çat! Pat!” diye bağrıştılar. Aslında çektiği her bir ah ile ağaç, ormandaki bir yaz gününü, yıldızların ışıldadığı bir kış gecesini düşünüyordu. O Noel akşamını, dinlediği ve anlatabildiği tek masal olan Yumurta Adam’ı düşündü. Böylece yandı, bitti, kül oldu.

Çocuklar avluda oynuyorlardı. En küçükleri göğsüne, ağacın hayatının en mutlu gecesinde taşıdığı altın yıldızı takmıştı. O gece çoktan geçmişti, ağaç artık yoktu ve onunla birlikte hikayesi de sona ermişti. Bütün hikayeler gibi…

Hans Christian Andersen

Çeviren: Eylem Rosseland

Kaynak: https://www.andersenstories.com/da/andersen_fortaellinger/grantraeet

 

sallanan at

 

The Fir Tree

Out in the woods stood such a pretty little fir tree. It grew in a good place, where it had plenty of sun and plenty of fresh air. Around it stood many tall comrades, both fir trees and pines.

The little fir tree was in a headlong hurry to grow up. It didn’t care a thing for the warm sunshine, or the fresh air, and it took no interest in the peasant children who ran about chattering when they came to pick strawberries or raspberries. Often when the children had picked their pails full, or had gathered long strings of berries threaded on straws, they would sit down to rest near the little fir. “Oh, isn’t it a nice little tree?” they would say. “It’s the baby of the woods.” The little tree didn’t like their remarks at all.

Next year it shot up a long joint of new growth, and the following year another joint, still longer. You can always tell how old a fir tree is by counting the number of joints it has.

“I wish I were a grown-up tree, like my comrades,” the little tree sighed. “Then I could stretch out my branches and see from my top what the world is like. The birds would make me their nesting place, and when the wind blew I could bow back and forth with all the great trees.”

It took no pleasure in the sunshine, nor in the birds. The glowing clouds, that sailed overhead at sunrise and sunset, meant nothing to it.

In winter, when the snow lay sparkling on the ground, a hare would often come hopping along and jump right over the little tree. Oh, how irritating that was! That happened for two winters, but when the third winter came the tree was so tall that the hare had to turn aside and hop around it.

“Oh, to grow, grow! To get older and taller,” the little tree thought. “That is the most wonderful thing in this world.”

In the autumn, woodcutters came and cut down a few of the largest trees. This happened every year. The young fir was no longer a baby tree, and it trembled to see how those stately great trees crashed to the ground, how their limbs were lopped off, and how lean they looked as the naked trunks were loaded into carts. It could hardly recognize the trees it had known, when the horses pulled them out of the woods.

Where were they going? What would become of them?

In the springtime, when swallows and storks came back, the tree asked them, “Do you know where the other trees went? Have you met them?”

The swallows knew nothing about it, but the stork looked thoughtful and nodded his head. “Yes, I think I met them,” he said. “On my way from Egypt I met many new ships, and some had tall, stately masts. They may well have been the trees you mean, for I remember the smell of fir. They wanted to be remembered to you.”

“Oh, I wish I were old enough to travel on the sea. Please tell me what it really is, and how it looks.”

“That would take too long to tell,” said the stork, and off he strode.

“Rejoice in your youth,” said the sunbeams. “Take pride in your growing strength and in the stir of life within you.”

And the wind kissed the tree, and the dew wept over it, for the tree was young and without understanding.

When Christmas came near, many young trees were cut down. Some were not even as old or as tall as this fir tree of ours, who was in such a hurry and fret to go traveling. These young trees, which were always the handsomest ones, had their branches left on them when they were loaded on carts and the horses drew them out of the woods.

“Where can they be going?” the fir tree wondered. “They are no taller than I am. One was really much smaller than I am. And why are they allowed to keep all their branches? “Where can they be going?”

“We know! We know!” the sparrows chirped. “We have been to town and peeped in the windows. We know where they are going. The greatest splendor and glory you can imagine awaits them. We’ve peeped through windows. We’ve seen them planted right in the middle of a warm room, and decked out with the most splendid things-gold apples, good gingerbread, gay toys, and many hundreds of candles.”

“And then?” asked the fir tree, trembling in every twig. “And then? What happens then?”

“We saw nothing more. And never have we seen anything that could match it.”

“I wonder if I was created for such a glorious future?” The fir tree rejoiced. “Why, that is better than to cross the sea. I’m tormented with longing. Oh, if Christmas would only come! I’m just as tall and grown-up as the trees they chose last year. How I wish I were already in the cart, on my way to the warm room where there’s so much splendor and glory. Then-then something even better, something still more important is bound to happen, or why should they deck me so fine? Yes, there must be something still grander! But what? Oh, how I long: I don’t know what’s the matter with me.”

“Enjoy us while you may,” the air and sunlight told him. “Rejoice in the days of your youth, out here in the open.”

But the tree did not rejoice at all. It just grew. It grew and was green both winter and summer-dark evergreen. People who passed it said, “There’s a beautiful tree!” And when Christmas time came again they cut it down first. The ax struck deep into its marrow. The tree sighed as it fell to the ground. It felt faint with pain. Instead of the happiness it had expected, the tree was sorry to leave the home where it had grown up. It knew that never again would it see its dear old comrades, the little bushes and the flowers about it-and perhaps not even the birds. The departure was anything but pleasant.

The tree did not get over it until all the trees were unloaded in the yard, and it heard a man say, “That’s a splendid one. That’s the tree for us.” Then two servants came in fine livery, and carried the fir tree into a big splendid drawing-room. Portraits were hung all around the walls. On either side of the white porcelain stove stood great Chinese vases, with lions on the lids of them. There were easy chairs, silk-covered sofas and long tables strewn with picture books, and with toys that were worth a mint of money, or so the children said.

The fir tree was planted in a large tub filled with sand, but no one could see that it was a tub, because it was wrapped in a gay green cloth and set on a many-colored carpet. How the tree quivered! What would come next? The servants and even the young ladies helped it on with its fine decorations. From its branches they hung little nets cut out of colored paper, and each net was filled with candies. Gilded apples and walnuts hung in clusters as if they grew there, and a hundred little white, blue, and even red, candles were fastened to its twigs. Among its green branches swayed dolls that it took to be real living people, for the tree had never seen their like before. And up at its very top was set a large gold tinsel star. It was splendid, I tell you, splendid beyond all words!

“Tonight,” they all said, “ah, tonight how the tree will shine!”

“Oh,” thought the tree, “if tonight would only come! If only the candles were lit! And after that, what happens then? Will the trees come trooping out of the woods to see me? Will the sparrows flock to the windows? Shall I take root here, and stand in fine ornaments all winter and summer long?”

That was how much it knew about it. All its longing had gone to its bark and set it to arching, which is as bad for a tree as a headache is for us.

Now the candles were lighted. What dazzling splendor! What a blaze of light! The tree quivered so in every bough that a candle set one of its twigs ablaze. It hurt terribly.

“Mercy me!” cried every young lady, and the fire was quickly put out. The tree no longer dared rustle a twig-it was awful! Wouldn’t it be terrible if it were to drop one of its ornaments? Its own brilliance dazzled it.

Suddenly the folding doors were thrown back, and a whole flock of children burst in as if they would overturn the tree completely. Their elders marched in after them, more sedately. For a moment, but only for a moment, the young ones were stricken speechless. Then they shouted till the rafters rang. They danced about the tree and plucked off one present after another.

“What are they up to?” the tree wondered. “What will happen next?”

As the candles burned down to the bark they were snuffed out, one by one, and then the children had permission to plunder the tree. They went about it in such earnest that the branches crackled and, if the tree had not been tied to the ceiling by the gold star at top, it would have tumbled headlong.

The children danced about with their splendid playthings. No one looked at the tree now, except an old nurse who peered in among the branches, but this was only to make sure that not an apple or fig had been overlooked.

“Tell us a story! Tell us a story!” the children clamored, as they towed a fat little man to the tree. He sat down beneath it and said, “Here we are in the woods, and it will do the tree a lot of good to listen to our story. Mind you, I’ll tell only one. Which will you have, the story of Ivedy-Avedy, or the one about Humpty-Dumpty who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess?”

“Ivedy-Avedy,” cried some. “Humpty-Dumpty,” cried the others. And there was a great hullabaloo. Only the fir tree held its peace, though it thought to itself, “Am I to be left out of this? Isn’t there anything I can do?” For all the fun of the evening had centered upon it, and it had played its part well.

The fat little man told them all about Humpty-Dumpty, who tumbled downstairs, yet ascended the throne and married the Princess. And the children clapped and shouted, “Tell us another one! Tell us another one!” For they wanted to hear about Ivedy-Avedy too, but after Humpty-Dumpty the story telling stopped. The fir tree stood very still as it pondered how the birds in the woods had never told it a story to equal this.

“Humpty-Dumpty tumbled downstairs, yet he married the Princess. Imagine! That must be how things happen in the world. You never can tell. Maybe I’ll tumble downstairs and marry a princess too,” thought the fir tree, who believed every word of the story because such a nice man had told it.

The tree looked forward to the following day, when they would deck it again with fruit and toys, candles and gold. “Tomorrow I shall not quiver,” it decided. “I’ll enjoy my splendor to the full. Tomorrow I shall hear about Humpty-Dumpty again, and perhaps about Ivedy-Avedy too.” All night long the tree stood silent as it dreamed its dreams, and next morning the butler and the maid came in with their dusters.

“Now my splendor will be renewed,” the fir tree thought. But they dragged it upstairs to the garret, and there they left it in a dark corner where no daylight ever came. “What’s the meaning of this?” the tree wondered. “What am I going to do here? What stories shall I hear?” It leaned against the wall, lost in dreams. It had plenty of time for dreaming, as the days and the nights went by. Nobody came to the garret. And when at last someone did come, it was only to put many big boxes away in the corner. The tree was quite hidden. One might think it had been entirely forgotten.

“It’s still winter outside,” the tree thought. “The earth is too hard and covered with snow for them to plant me now. I must have been put here for shelter until springtime comes. How thoughtful of them! How good people are! Only, I wish it weren’t so dark here, and so very, very lonely. There’s not even a little hare. It was so friendly out in the woods when the snow was on the ground and the hare came hopping along. Yes, he was friendly even when he jumped right over me, though I did not think so then. Here it’s all so terribly lonely.”

“Squeak, squeak!” said a little mouse just then. He crept across the floor, and another one followed him. They sniffed the fir tree, and rustled in and out among its branches.

“It is fearfully cold,” one of them said. “Except for that, it would be very nice here, wouldn’t it, you old fir tree?”

“I’m not at all old,” said the fir tree. “Many trees are much older than I am.”

“Where did you come from?” the mice asked him. “And what do you know?” They were most inquisitive creatures.

“Tell us about the most beautiful place in the world. Have you been there? Were you ever in the larder, where there are cheeses on shelves and hams that hang from the rafters? It’s the place where you can dance upon tallow candles-where you can dart in thin and squeeze out fat.”

“I know nothing of that place,” said the tree. “But I know the woods where the sun shines and the little birds sing.” Then it told them about its youth. The little mice had never heard the like of it. They listened very intently, and said, “My! How much you have seen! And how happy it must have made you.”

“I?” the fir tree thought about it. “Yes, those days were rather amusing.” And he went on to tell them about Christmas Eve, when it was decked out with candies and candles.

“Oh,” said the little mice, “how lucky you have been, you old fir tree!”

“I am not at all old,” it insisted. “I came out of the woods just this winter, and I’m really in the prime of life, though at the moment my growth is suspended.”

“How nicely you tell things,” said the mice. The next night they came with four other mice to hear what the tree had to say. The more it talked, the more clearly it recalled things, and it thought, “Those were happy times. But they may still come back-they may come back again. Humpty-Dumpty fell downstairs, and yet he married the Princess. Maybe the same thing will happen to me.” It thought about a charming little birch tree that grew out in the woods. To the fir tree she was a real and lovely Princess.

“Who is Humpty-Dumpty?” the mice asked it. So the fir tree told them the whole story, for it could remember it word by word. The little mice were ready to jump to the top of the tree for joy. The next night many more mice came to see the fir tree, and on Sunday two rats paid it a call, but they said that the story was not very amusing. This made the little mice to sad that they began to find it not so very interesting either.

“Is that the only story you know?” the rats asked.

“Only that one,” the tree answered. “I heard it on the happiest evening of my life, but I did not know then how happy I was.”

“It’s a very silly story. Don’t you know one that tells about bacon and candles? Can’t you tell us a good larder story?”

“No,” said the tree.

“Then good-by, and we won’t be back,” the rats said, and went away.

At last the little mice took to staying away too. The tree sighed, “Oh, wasn’t it pleasant when those gay little mice sat around and listened to all that I had to say. Now that, too, is past and gone. But I will take good care to enjoy myself, once they let me out of here.”

When would that be? Well, it came to pass on a morning when people came up to clean out the garret. The boxes were moved, the tree was pulled out and thrown-thrown hard-on the floor. But a servant dragged it at once to the stairway, where there was daylight again.

“Now my life will start all over,” the tree thought. It felt the fresh air and the first sunbeam strike it as if it came out into the courtyard. This all happened so quickly and there was so much going around it, that the tree forgot to give even a glance at itself. The courtyard adjoined a garden, where flowers were blooming. Great masses of fragrant roses hung over the picket fence. The linden trees were in blossom, and between them the swallows skimmed past, calling, “Tilira-lira-lee, my love’s come back to me.” But it was not the fir tree of whom they spoke.

“Now I shall live again,” it rejoiced, and tried to stretch out its branches. Alas, they were withered, and brown, and brittle. It was tossed into a corner, among weeds and nettles. But the gold star that was still tied to its top sparkled bravely in the sunlight.

Several of the merry children, who had danced around the tree and taken such pleasure in it at Christmas, were playing in the courtyard. One of the youngest seized upon it and tore off the tinsel star.

“Look what is still hanging on that ugly old Christmas tree,” the child said, and stamped upon the branches until they cracked beneath his shoes.

The tree saw the beautiful flowers blooming freshly in the garden. It saw itself, and wished that they had left it in the darkest corner of the garret. It thought of its own young days in the deep woods, and of the merry Christmas Eve, and of the little mice who had been so pleased when it told them the story of Humpty-Dumpty.

“My days are over and past,” said the poor tree. “Why didn’t I enjoy them while I could? Now they are gone-all gone.”

A servant came and chopped the tree into little pieces. These heaped together quite high. The wood blazed beautifully under the big copper kettle, and the fir tree moaned so deeply that each groan sounded like a muffled shot. That’s why the children who were playing near-by ran to make a circle around the flames, staring into the fire and crying, “Pif! Paf!” But as each groans burst from it, the tree thought of a bright summer day in the woods, or a starlit winter night. It thought of Christmas Eve and thought of Humpty-Dumpty, which was the only story it ever heard and knew how to tell. And so the tree was burned completely away.

The children played on in the courtyard. The youngest child wore on his breast the gold star that had topped the tree on its happiest night of all. But that was no more, and the tree was no more, and there’s no more to my story. No more, nothing more. All stories come to an end.

http://www.andersen.sdu.dk/vaerk/hersholt/TheFirTree_e.html

sallanan at