Sürpriz Konuk




Merhaba,

Uzun yaz günleri birbirlerini öyle hızlı kovaladı ki, sonunda hepsi yorulup sonbaharın kısa, serin günlerine teslim oldu. Biz de sessiz sakin bir perşembe sabahına uyandık ve güne İzmir’den satın aldığım Pablo Neruda’nın Kuşlar Sanatı kitabı ile başladık. Şiirleri, kuşlara olan özel ilgisi sebebiyle minik kedi Josefine Bonbon da sevdi. Ben uzak ülkeleri ve denizleri düşlerken, o kim bilir kuşlarla süslü hangi ziyafet sofralarının hayallerini kurdu. Bu arada minik dedim; ancak kendisi kaşla göz arasında büyüdü ve Ağustos ayında birinci doğum gününü bir kutu karidesli ton balığı yiyerek kutladı. Her şeyiyle son derece tuhaf, nefis bir kedi oldu. O biblo gibi minicik güzel bebeğin evdeki perdeler dahil her kumaşı jilet gibi pençeleriyle yırtan kocaman egzotik bir kediye dönüştüğüne inanmak güç. O şu anda yumuşacık yatağında huzurla uyurken ben de size bir önceki yazımda söz ettiğim sihirli şişeyi son açtığımdan beri neler olduğunu anlatmak istiyorum.

Yine böyle güneşli bir gündü. Öykü dolu şişenin kapağını açtım. Tam o anda etrafa öyle heyecanlı fısıltılar yayıldı ki, onları işitseydiniz siz de benim gibi hepsini ortaya dökmek için şiddetli bir istek duyardınız. Dikkatimi toplayıp söylenenleri anlamaya çalışırken, birden bire şişenin ağzında bir balık kuyruğu belirdi. Biraz sıkıştığından onu şişeden çıkarabilmek için çekiştirmek zorunda kaldım. Gemiye Ege Denizi’nden binmiş tombul, parlak bir balıkla karşılaşmayı beklerken karşımda Küçük Deniz Kızı’nı görünce epeyce şaşırdım. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Sonuçta gemimizin rotasında Danimarka yoktu. Şişeyi kenara kaldırırken arkamdan umutlu bir sesle “Yaşıyor mu?” dediğini duyar gibi oldum. “Ne demiştiniz, sevgili Küçük Deniz Kızı” diye cevap verince biraz içerledi. “Bir deniz kızı olduğum doğru, ancak pek küçük sayılmam. Beni gerçekten tanımıyor musunuz?” diye sordu. Gerçekten tanımıyordum. Konuşmasını “Madem ki kim olduğumu bilmiyorsunuz öyleyse biraz araştırmanız gerekecek. Böylece ne kadar önemli biri olduğumu kendi çabanızla öğrenmiş olursunuz. Sizin yolculuğunuza antik şehir Selanik’ten katıldım. Bu da ipucunuz olsun. Bir de öğrenin bakalım o hala yaşıyor mu ” diyerek sürdürdü. Bunun üzerine ben de önce baba tarafı Selanikli olan anneme, sonra okulumuzda çalışan Selanikli Yunanca öğretmeni Athanasios’a bu parlak kuyruklu, ipek saçlı kızın öyküsünü sordum.

Sora sora Bağdat bulunur demişler. Ben de sora sora Selanik şehrinin yolunu buldum ve Büyük İskender’in kız kardeşi Thessalonike’nin hikayesini öğrendim. Kendisi benim duyduklarımın bir kısmının uydurma olduğunu, aslında yaşam öyküsünün çok daha inanılır ve içten olduğunu söylediyse de, ben onun anlattıklarıyla kendiöğrendiklerimi benzer buldum. Bu nedenle onun da izniyle, önce efsanesini sonra tarihteki yerini burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Dilerim keyifle okursunuz.



Thessalonike Efsanesi

Çok eski zamanlarda Makedonya’da Thessalonike, yani Selanike adında bir prenses yaşarmış. Thessalonike, Kral II. Philippos’un kızı Büyük İskender’in de kardeşiymiş. Prenses, küçük yaşta annesini kaybetmiş; ancak üvey annesi Olympias, onu ilgiyle büyütmüş. Kızcağız görgüsü ve zarafeti sayesinde zamanla herkesin sevdiği biri olup çıkmış. Onun hayatta en çok sevdiği kişi ise ağabeyi İskender’miş.

Günlerden bir gün, İskender dünyanın dört bir yanını fethetmek için uzun seferlere çıkmaya karar vermis. Yolculuğa çıkarken değerli kız kardeşi Thessalonike’yi mecburen geride bırakmak zorunda kalmış. Prenses, onu çok özler, her gün güze haberler almayı diler, onun çabucak eve döndüğünü hayal edermiş. Zaman geçtikçe İskender’in şanı yürümüş ve başarı haberleri tüm dünyaya yayılmaya başlamış.

İskender seferlerinden biri sırasında sonsuz hayat vaadeden ölümsüzlük çeşmesini duymuş. Zar zor bir yolculuktan sonra bu çeşmeyi bulmuş. Yanında getirdiği şişeyi büyülü su ile doldurmuş. Eve döndüğünde bir gün kız kardeşinin saçlarını tararken fark etmeden bu büyülü suyu kullanmış. Bir süre sonra yeniden fethe çıkmış; ancak ne yazık ki gittiği yerden dönememiş. Onun yolunu gözlemekte olan zavallı Thessalonike aldığı kötü haberle yıkılmış. Kardeş acısı onu o kadar üzmüş ki zamanla bütün yaşam sevincini yitirmiş. Bir gün, bu yükü daha fazla taşıyamayıp kendisini denize atmış; fakat o anda bir mucize gerçekleşmiş. Thessalonike suya düşünce ölümsüz bir deniz kızına dönüşmüş.

Artık ne tam bir insan ne de bir deniz canlısıymış. Yarı insan, yarı balık bedeniyle mavi sularda yapayalnız yüzer olmuş. Tek isteği ise ağabeyinin hala yaşadığına inanmakmış. Bu sebeple bir gemiye rastladığında denizcilere umutla “Kral İskender yaşıyor mu?” diye sormaya başlamış. Bu aslında sadece bir soru değil, denizcilerin geçmesi gereken bir sınavmış. Eğer deniz kızının istediği yanıtı verip, “Yaşıyor, hüküm sürüyor ve dünyayı fethediyor!” derlerse Thessalonike’nin yüzü aydınlanırmış. Denizciler, böylece prensesin yüreğindeki derin sevgi ve sadakati anlarlarmış. Bu cevap karşısında deniz kızı gözden kaybolur, denizler sakinleşir ve gemiler huzurla yol alırmış.

Tabii her şey hep yolunda gidecek değil ya, bir gün talihsiz bir denizci Thessalonike’nin duymak istediği yanıtı vermek yerine ona gerçeği, yani İskender’in öldüğünü söylemiş. Kızcağız o an çok derin bir keder duymuş; yüzü bir anda kararmış. Acısı öfkeye, ipek saçları Gorgon’un yılanlarına dönüşerek etrafı sarmış. Denizin dibini öyle bir sarsmış ki sular hırçınlaşmış ve çıkan dev dalgalar gemiyi yutuvermiş.

Bu olaydan sonra denizciler bu öyküyü korkuyla birbirlerine anlatır olmuşlar. Böylece Thessalonike ile karşılaştıklarında “Kral İskender yaşıyor mu?” sorusuna nasıl cevap vermeleri gerektiğini öğrenmişler. Onlar her sorulduğunda Büyük İskender’in yaşadığını söyleyip bu hikayeyi birbirlerine anlatmışlar ve böylece Thessalonike bir efsaneye dönüşmüş. Bu sayede ölümsüz deniz kızı, çok sevdiği Büyük İskender’in anısını kendi öyküsüyle birlikte ölümsüzleştirmeyi başarmış.




Makedonya Kraliçesi Thessalonike

Efsaneye hayat veren ünlü Makedonya Kraliçesi Thessalonike’nin gerçek yaşamı da ne yazık ki büyük bir trajedi ile başlamış ve bitmiş. Kral II. Philippos’ın kızı ve Büyük İskender’in kız kardeşi olarak M.Ö. 352 yılında dünyaya gelen prensese babası, hem annesi Nicesipolis’in memleketi olan Thessalia’yı hem de Thessalialılar karşısında kazandığı zaferi onurlandırmak için Thessalonike adını vermiş. Annesi, Thessalonike daha bebekken öldüğü için onu üvey annesi Olympias büyütmüş.

Ağabeyi İskender, Pers seferlerine çıktığında o henüz çocuk yaşlardaymış. Onun ölümü sonrası oluşan kaos ise, prensesin hayatında önemli bir dönüm noktası olmuş. İskender’in generallerinden biri olan Cassander ile evlenip zamanla Makedonya kraliçesi olmuş. Thessalonike’nin ismi, M.Ö. 315 yılında eşi Cassander’ın kurduğu Thessaloniki yani Selanik kentine verilmiş. Kendisi eşinin vefatından sonra taht kavgasına tutuşan oğulları tarafından öldürülmüş olsa da adı ve öyküsü adını verdiği güzel Selanik şehri sayesinde ölümsüzleşmiş.

Yazımızın sonuna geldik. Sabırla okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir sonraki buluşmamızda aramıza katılacak olan konuk oldukça ünlü ve benim de çocukluğumdan beri pek sevdiğim biri. O zamana dek bu güzel Sonbahar mevsiminin tadını çıkarmanız dileğiye.

Sevgiler,

Eylem ❤️

Kaynaklar:

https://greekreporter.com/2024/08/05/alexander-the-great-sister-thessalonike-mermaid

https://parallaximag.gr/thessaloniki-news/gorgona-thessaloniki

Selkie Gelin




Eski Bir Masal

Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Dalgalar alacakaranlıkta kıyıları öperken
İskoçya’nın hırçın rüzgarları
Sudaki sırları karaya taşıyıp
Eski bir masalı anlattı

Hikayeye göre
Selkielerden güzeller güzeli bir kadın
Bir akşam ansızın aşkın ağına takıldı
Sahile çıkıp kumlar üzerinde şarkı söylerken
Saçlarının ışıltısı yıldız olup havaya saçıldı
Bir faninin sevgisi onu oracıkta kavrayıp kalbinden
Kürkünü çalarak kaderini karaya bağladı
Selkie artık tutsaktı
Her gün gözyaşı dökse de
Sonunda toprağa alıştı
Denizlerdeki evini özlerken
Yitik özgürlüğü ve sevgisi
Sesini bastırdı

Bir gün masum bir yürek
Çalınanı buldu
İki dünya arasında tutsak benlik
Böylece özgürlüğüne kavuştu
Selkie Kadın yeniden ipeklere sarındı
Rüzgarda bir çığlık oldu
Derin sulara dalarak
Köpüklerin arasında kayboldu

(Eylem, Temmuz 2024)

Merhaba,

Bir önceki blog yazısında sizlere Denizin Şarkısı adlı filme esin kaynağı olan bir hikayeden, Selkie Gelin’den, söz edeceğimizi söylemiştim. Selkieler Fareo Adaları, İrlanda, İskoçya ve İzlanda folklöründe yeri olan, hem denizde hem de karada yaşayabilen mitolojik varlıklardır. Karaya çıktıklarında fok kürklerini çıkarır, göz kamaştırıcı güzellikteki birer insan gibi görünürler. Bir insanla karşılaştıklarında ise tekrar şekil değiştirip denize dönerler. Bu insan kılığına bürünebilen büyülü varlıklar aslında dünyanın pek çok farklı bölgesindeki efsanelerde ve halk masallarında bulunuyor. Oğuz Tansel’in derlediği halk masallarımızı okuyanlarınız, havuz başında gülüp oynayan ve insanları görünce çabucak güvercin donuna giren (güvercin kılığına girme böyle tasvir ediliyor) ve uçup giden peri kızlarını hatırlıyorsunuzdur. İnsan şeklini alan güzel sesli fok balıkları bana bu sebeple biraz kendi masallarımızı hatırlattı. İlerideki yazılardan bazılarını Anadolu’da anlatılmış zengin ve efsunlu hikayelere ayırsak iyi olur diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Selkie Gelin’e geri dönecek olursak, onun da diğer birçok efsane ve masal gibi, anlatıldığı coğrafyaya veya yazılı dile döküldüğü döneme göre farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Benim burada yayımlamak için seçtiğim çeviri aslında İskoçya’da bilinen bir varyasyon. Severek okuyacağınızı umuyorum. Selkie Gelin’i orjinal haliyle kendi dilinde okumayı tercih edecek olanlarınız için sayfanın sonuna bir link ekleyeceğim. İlerideki yazılarda değinmemi veya yayımlamamı istediğiniz farklı Selkie öyküleri biliyorsanız, bana buradan veya Facebook üzerinden ulaşabilirsiniz.

Çok yakında yeniden görüşmek dileğiyle…

Sevgiler,

Eylem ❤️




Selkie Gelin

Bir zamanlar, İskoçya’nın batı kıyısında, genç bir balıkçı yaşardı. Bir gün bu balıkçı tüm gününü denizde geçirmiş, buna rağmen sadece birkaç küçük balık yakalayabilmişti. Hava kararmaya başladığında sahile doğru kürek çekti ve küçük teknesini karaya çıkardı.

Çakıl taşlarıyla dolu sahil boyunca kulübesine doğru yürüyordu ki hoş sesli birilerinin daha önce benzerini duymadığı güzellikte bir şarkı söylediğini işitti. Seslere doğru yöneldiğinde, suyun yakınında gülüp oynayarak şarkılar söyleyen bir düzine Selkie gördü. Balıkçı gözlerine inanamıyordu. O güne dek çok az insan Selkie halkını yani arada sırada kürklerini çıkarıp karada insan formuna bürünen fok balıklarını, görebilirdi. Öylece durup onları izliyordu ki Selkieler onu fark ettiler ve hızla denize dalarak dalgaların arasında kayboldular.

Balıkçı, Sanırım bir rüya gördüm, diye yüksek sesle söylenerek tekrar kulübesine doğru yola koyuldu; fakat bir şey onu huzursuz etmişti. Tekrar geri döndüğünde, bir kayanın üzerinde duran parlak ve pürüzsüz bir şeye gözü takıldı. Biraz daha yaklaştığında bunun bir fok balığı kürkü olduğunu gördü. “Hiçkimse Selkieleri gördüğüme inanmayacak, ta ki bunu gösterene dek” dedi. Eğilerek kürkü aldı ve omzuna attı. Bunu iyi bir paraya satabilirim, diye düşündü.

Tam o sırada, arkasında birinin adımlarını duydu ve hızla dönüp baktı. Karşısında, olağanüstü güzellikte genç bir kadın durmaktaydı. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu. Balıkçının içi cız etti.

“Güzel hanımefendi, niçin böyle ağlıyorsunuz?” diye sordu.

Kadın içini çekerek balıkçının gözlerine baktı ve,

“Nazik bayım,” dedi gözyaşlarına boğularak, “siz benim kürkümü aldınız. Lütfen onu geri verin, çünkü ben bir Selkieyim ve kürküm olmadan suda yaşayamam.”

Balıkçı kadından gözlerini alamıyordu. Onu ilk gördüğü anda aşka düşmüştü. Genç ve inatçı bir delikanlı olduğu için kadını yanında tutması gerektiğini düşündü. Bu yüzden fok kürkünü sıkıca göğsüne bastırdı ve,

“Sevgili bayan, benim eşim olun. Ben size aşık oldum ve bu sebeple kürkünüz olmadan karada yaşamak zorunda kalacaksınız. Sizi çok mutlu edeceğime söz veriyorum.”

“Lütfen yapmayın bayım, ben karada asla mutlu olamam. Hem halkım benim için çok endişelenir. Evime dönmeliyim.”

Ancak genç adam kararlıydı. Olabildiğince tatlı bir gülümsemeyle, başını eğdi ve bir dizinin üzerine çökerek,

“Benim küçük ve şirin bir kulübem var. Orada sizi ateşin yanında sıcak tutarım. Size yemeyi dileyebileceğiniz tüm taze balıkları getiririm. Karada mutlu bir hayat yaşayacağınıza söz veriyorum. Lütfen benim gelinim olmayı ve benimle evlenmeyi kabul edin.” dedi.

Genç kadın kürkü olmadığı için çaresiz bir durumdaydı. Karada tutsak kalmıştı ve denizdeki evine dönemiyordu. Böylece yakında ondan kürkünü geri alabileceğini umarak balıkçının elini tuttu, eve doğru yola koyuldular. Balıkçı haftalarca kürkü yanından ayırmadı; çünkü müstakbel eşinin onu çalıp kaçmasından korkuyordu. Bir süre sonra Selkie karadaki yaşama alışmaya başladı. Balıkçı bunu gördüğünde kürkü bacadaki bir çatlağın içine sokuşturarak, onu burada asla bulamaz diye geçirdi içinden. Aradan bir ay geçtikten sonra evlendiler. Çok mutluydular. Balıkçı karısına hem iyi hem çok cömert davranıyordu. Onu gerçekten çok seviyordu ve mutlu etmek için çırpınıyordu; ama kürk konusundaki kararlılığı hala devam etmekteydi.

Selkie gelin zamanla inatçı kocasını sevmeye başladı. Bazen ona şarkılar söylüyordu. Böyle gecelerde balıkçı kendisini dünyanın en mutlu adamı gibi hissediyordu. Yıllar böyle geçerken ve çiftin yedi çocuğu oldu. Selkie gelin evlatlarının hepsini çok sevdi. Çocuklar bazen annelerini sahilde dalmış denizi izlerken bulduklarında,

“Anne, niye bu kadar üzgünsün?” diye sorarlardı.

“Ah, sadece hayallere dalmışım.” diyerek başını sallayan anneleri onları alınlarından öperdi.

Bir gün balıkçı ile en büyük üç çocuğu balık tutmak için tekneyle denize açıldılar. Diğer üçü, ekmek ve süt almak için köye gittiler. Anneyle en küçük oğlu ise evde kalmışlardı. Anne yine pencereden dışarı bakıyor ve kıyıya vuran dalgaları izliyordu. Uzaklarda, kaygan, siyah kayalıklarda bir grup fok oyun oynamaktaydı. Selkie kadın derin bir iç çekti ve gözleri yaşlarla doldu. En küçük oğlu onun yanına koşarak,

“Anne ne oldu? Denize her baktığında neden bu kadar üzülüyorsun?” diye sordu.

Annesi hiç düşünmeden dönüp dedi ki,

“Üzülüyorum çünkü ben denizde doğmuştum. Orası benim bir daha asla geri dönemeyeceğim evim. Baban benim kürkümü sakladı.”

İskoçya’daki tüm çocuklar gibi bu küçük oğlan da Selkie halkı hakkında anlatılan hikayeleri duymuştu. Bu nedenle annesinin kim olabileceğini hemen anladı. Şömineye koştu, uzanarak fok kürkünü bulunduğu yerden çekip çıkardı ve annesine göstererek,

“Bu mu?” dedi.

“Nasıl buldun?” diye hayretler içinde sordu annesi.

“Bir gün babamla burada yalnızdık. Kürkü gizlediği yerden çıkarıp baktı. Bana onun çok özel olduğunu söyledi. Şimdi neden öyle dediğini anlayabiliyorum.”

Kadın önce kürküne sonra uzanıp çocuğuna sarıldı. “Canım,” dedi fısıldayarak, “seni her zaman seveceğim.” Sonra kürkü göğsüne sıkıca bastırarak dışarı, denize koştu. Kürkünün içine girdi ve suya daldı.

Balıkçı ve çocukları eve dönerlerken bir grup fok balığının yanından geçtiler. Adam, teknenin yanında yüzünde garip bir ifadeyle kendilerine bakmakta olan pırıl pırıl, genç bir fok balığı gördü. Sonra onun suda kaybolup giderken acı bir çığlık attığını işitti. Eve varıp olanları duyduğunda ise kalbi paramparça oldu. Oğlunun kendisinden çok daha cesur, cömert ve sevgi dolu bir insan olduğunu anlamıştı. Balıkçı ile çocukları, yaşamlarının geri kalan kısmında Selkie kadını özlediler; ama onun ait olduğu dünyada mutlu olduğunu biliyorlardı. Bir süre sonra bir fok balığı sürekli kıyıya gelip uzun uzun yüzmeye başladı. Babayla evlatları bir daha hiç aç kalmadılar; çünkü ağları her zaman kocaman parlak balıklarla doldu.

Çeviren: Eylem Rosseland

Bea Ferguson’un anlatımıyla masalın orjinali:

https://tracscotland.org/wp-content/uploads/2018/03/The-Selkie-Bride.pdf

Bahar Geldi!


Merhaba,

İnanması zor olsa da kış herhalde bu kez gerçekten bitti ve bahar sonunda buralara da geldi. Nedense bu defa bana soğuklar hiç sona ermeyecekmiş, ömrümüzün geri kalan kısmı, sonsuz bir kaotik kış mevsiminde debelenerek geçecekmiş gibi gelmeye başlamıştı. Aslında hava şartları bu coğrafya ve iklim için gayet normal sayılsa da görünüşe göre bazılarımız bu yıl koyu mavi sabahlara, buza ve soğuğa fazlasıyla doyduk. Belki de yüzden, yeni mevsimle birlikte gelen her yenilik, içimizdeki yenilenme umudunu artırmaya başladı. Baharın gelmekte olduğunu aslında en çok akşam yürüyüşüne çıktığım zaman gözlerim tomurcuklanmaya başlayan ağaçlara takılmaya başladığında hissediyorum. Ağaçların altından geçerken, her tomurcuğun içinde saklı olan merak ve büyüme arzusunun, kendisinden taşarak damla damla süzülüp üzerime yağdığını hissediyorum. Doğa henüz çiçeklenmemiş olsa da, gün ışığı bize her gün biraz daha yaklaşmakta olan müjdeyi getiriyor aslında. Bu sebeple, bu blog yazısının konusu olarak, her sahnesi bir bahar günü gibi güzel ve renkli bir film olan Azur ve Asmar’ı seçtim.


Azur ve Asmar

Azur ve Asmar yönetmenliğini Michel Ocelot ve Ian McIntyre’ın yaptığı, 2006 yılına ait ödüllü bir masal filmi. Filmin öyküsü yine, Kirikou serisi, Prensler ve Prensesler, Ejderhalar ve Prensesler, Gece Hikayeleri, Dilili Paris’te gibi ses getirmiş animasyon filmlerinin de yaratıcısı olan fransız yazar ve yönetmen Michel Ocelot tarafından yazılmış. Benim Ocelot adıyla tanışmam yıllar önce bir film festivalinin reklamında afişine denk geldiğim Prensler ve Prensesler(2000) filmiyle olmuştu. Çocukluğumda evimizde gölge tiyatrosu pek sevilirdi. O yüzden bir silüet filmi olan Prensler ve Prensesler‘i izlediğimde adeta büyülenmiştim. Azur ve Asmar’ı keşfetmem de bu sayede oldu. Ten renkleri, ait oldukları kültür ve sosyal statüleri farklı olsa da aynı annenin sütü ve sevgisiyle bir araya gelen ve yine onun bakımıyla serpilip büyüyen iki masum çocuğun öyküsünü böyle bir özgünlükle ele alan bu özgün filmi henüz izlemeyenleriniz olabileceğini düşünüp sizinle paylaşmak istedim. Filmin konusu hakkında, tadını kaçırmamaya çalışarak, biraz bilgi vermek istiyorum.


Film içinde klasik masal öğelerine rastlayacağımız türden bir öyküye sahip. Hikayenin başında başında Azur ve Asmar iki küçük bebektir. Azur’un soylu babası oğlunu ona süt annelik de yapan koyu tenli, Arapça konuşan bir dadıya teslim etmiştir. Bir bebeğin annesi, ötekinin de babası yoktur. Resimdeki tek babaysa ne kendi çocuğuna ne de Asmar’a herhangi bir yakınlık ve sıcaklık göstermektedir. Asmar’ın annesi bu iki bebeği hiç ayırmadan onlara ninniler söyleyerek ve masallar anlatarak okul çağına getirir. Anlattığı masallardan Cinlerin Prensesi hakkında olan, iki çocuğu da çok etkiler. Azur ve Asmar, iki kardeş gibi hem birlikte oynarak hem de kavga ederek büyümektedirler. Ta ki Azur’un babası oğlunun dadının ailesinin bir üyesi olarak yetişmesinden rahatsız olup onu kendi sınıfına uygun bir eğitime göndermeye karar verene dek… Bu kararla birlike fikirleri bile sorulmadan Azur eğitime, Asmar ve annesi ise kendi kaderlerine gönderilirler. Azur evden ayrılabilecek yaşa geldiğinde ne dadısını ne de Cinlerin Prensesi’nin öyküsünü unutabilmiştir. Prensesi bulmak için deniz aşırı bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Böylece biz izleyiciler de egzotik bir kültürün içinde devam eden filmin eşsiz görselleriyle büyülenmeye başlarız.

Filmin her sahnesi gerçekten etkileyici bir güzellikte. Sadece bu bile onu izlemek için yeterli olabilecekken değindiği birçok önemli konuyu böyle hoş bir öyküyle ifade edebilmesi onu diğer filmlerden ayrı bir yere koyuyor. Göçten çok kültürlülüğe ve iki dilliliğe, tarihi ve kültürel zenginliklerin değerinden (ve nasıl değersizleştirildiklerinden), kardeşliğe, eşitlikten kimliğe ve aile sevgisine kadar birçok konuyu mavi minik cinlerin eşliğinde klasik bir masal diliyle anlatıyor bize. Ben bu sıradışı filmi yıllar içinde birçok kez izledim ve her defasında hem anlattıklarını hem de bunları yorumlama biçimini yeniden sevdim. Merak edenleriniz için aşağıya filmin uzun sayılabilecek bir fragmanın linkini ekleyeceğim. Umarım hoşunuza gider.

Bu blog yazısının da sonuna geldik. Size söylemek istediklerimi evde bir türlü tamamlayamadığım için yakındaki bir kafeye geldim. Pazar günü olduğundan burası şu an oldukça kalabalık. Neyse ki kulaklıklarım, gürültüyle ve diğer insanlarin sohbetleriyle olan ilişkimi minimum düzeye indiriyor ve siz duyamasanız da, yazdıklarıma bambaşka bir melodinin eşlik etmesini sağlıyor. Daha şimdiden, bir dahaki konuyu, Uranienborg semtindeki çıkmaz sokakta bulunan Åpent Bakeri’de, yeni açmış pembe kiraz çiçeklerinin gölgesinde otururken yazmayı hayal etmeye başladım. İlk baharda bu şehrin her yeri güzel olsa da, her sene kiraz çiçekleri açtığında, o güzelim çıkmaz sokağın sonundan benim kalbime ince bir yol açılır. Bir dahaki blog yazısında, sizinle tam olarak orada buluşmak istiyorum.


Sevgiyle… ❤️


Eylem Rosseland

Filmin IMDB sayfası:

https://www.imdb.com/title/tt0439123/

Michel Ocelot’nun resmi internet sayfası:

https://www.michelocelot.fr

Azur ve Asmar’dan resimler:

https://www.michelocelot.fr/images-images_de_films–azur-asmar

Filmin fragmanı: