Sürpriz Konuk




Merhaba,

Uzun yaz günleri birbirlerini öyle hızlı kovaladı ki, sonunda hepsi yorulup sonbaharın kısa, serin günlerine teslim oldu. Biz de sessiz sakin bir perşembe sabahına uyandık ve güne İzmir’den satın aldığım Pablo Neruda’nın Kuşlar Sanatı kitabı ile başladık. Şiirleri, kuşlara olan özel ilgisi sebebiyle minik kedi Josefine Bonbon da sevdi. Ben uzak ülkeleri ve denizleri düşlerken, o kim bilir kuşlarla süslü hangi ziyafet sofralarının hayallerini kurdu. Bu arada minik dedim; ancak kendisi kaşla göz arasında büyüdü ve Ağustos ayında birinci doğum gününü bir kutu karidesli ton balığı yiyerek kutladı. Her şeyiyle son derece tuhaf, nefis bir kedi oldu. O biblo gibi minicik güzel bebeğin evdeki perdeler dahil her kumaşı jilet gibi pençeleriyle yırtan kocaman egzotik bir kediye dönüştüğüne inanmak güç. O şu anda yumuşacık yatağında huzurla uyurken ben de size bir önceki yazımda söz ettiğim sihirli şişeyi son açtığımdan beri neler olduğunu anlatmak istiyorum.

Yine böyle güneşli bir gündü. Öykü dolu şişenin kapağını açtım. Tam o anda etrafa öyle heyecanlı fısıltılar yayıldı ki, onları işitseydiniz siz de benim gibi hepsini ortaya dökmek için şiddetli bir istek duyardınız. Dikkatimi toplayıp söylenenleri anlamaya çalışırken, birden bire şişenin ağzında bir balık kuyruğu belirdi. Biraz sıkıştığından onu şişeden çıkarabilmek için çekiştirmek zorunda kaldım. Gemiye Ege Denizi’nden binmiş tombul, parlak bir balıkla karşılaşmayı beklerken karşımda Küçük Deniz Kızı’nı görünce epeyce şaşırdım. Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Sonuçta gemimizin rotasında Danimarka yoktu. Şişeyi kenara kaldırırken arkamdan umutlu bir sesle “Yaşıyor mu?” dediğini duyar gibi oldum. “Ne demiştiniz, sevgili Küçük Deniz Kızı” diye cevap verince biraz içerledi. “Bir deniz kızı olduğum doğru, ancak pek küçük sayılmam. Beni gerçekten tanımıyor musunuz?” diye sordu. Gerçekten tanımıyordum. Konuşmasını “Madem ki kim olduğumu bilmiyorsunuz öyleyse biraz araştırmanız gerekecek. Böylece ne kadar önemli biri olduğumu kendi çabanızla öğrenmiş olursunuz. Sizin yolculuğunuza antik şehir Selanik’ten katıldım. Bu da ipucunuz olsun. Bir de öğrenin bakalım o hala yaşıyor mu ” diyerek sürdürdü. Bunun üzerine ben de önce baba tarafı Selanikli olan anneme, sonra okulumuzda çalışan Selanikli Yunanca öğretmeni Athanasios’a bu parlak kuyruklu, ipek saçlı kızın öyküsünü sordum.

Sora sora Bağdat bulunur demişler. Ben de sora sora Selanik şehrinin yolunu buldum ve Büyük İskender’in kız kardeşi Thessalonike’nin hikayesini öğrendim. Kendisi benim duyduklarımın bir kısmının uydurma olduğunu, aslında yaşam öyküsünün çok daha inanılır ve içten olduğunu söylediyse de, ben onun anlattıklarıyla kendiöğrendiklerimi benzer buldum. Bu nedenle onun da izniyle, önce efsanesini sonra tarihteki yerini burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Dilerim keyifle okursunuz.



Thessalonike Efsanesi

Çok eski zamanlarda Makedonya’da Thessalonike, yani Selanike adında bir prenses yaşarmış. Thessalonike, Kral II. Philippos’un kızı Büyük İskender’in de kardeşiymiş. Prenses, küçük yaşta annesini kaybetmiş; ancak üvey annesi Olympias, onu ilgiyle büyütmüş. Kızcağız görgüsü, güzelliği ve zarafeti sayesinde zamanla herkesin sevdiği biri olup çıkmış. Onun hayatta en çok sevdiği kişi ise ağabeyi İskender’miş.

Günlerden bir gün, İskender dünyanın dört bir yanını fethetmek için uzun seferlere çıkmaya karar vermis. Yolculuğa çıkarken değerli kız kardeşi Thessalonike’yi mecburen geride bırakmak zorunda kalmış. Prenses, onu çok özler, her gün güze haberler almayı diler, onun çabucak eve döndüğünü hayal edermiş. Zaman geçtikçe İskender’in şanı yürümüş ve başarı haberleri tüm dünyaya yayılmaya başlamış.

İskender seferlerinden biri sırasında sonsuz hayat vaadeden ölümsüzlük çeşmesini duymuş. Zar zor bir yolculuktan sonra bu çeşmeyi bulmuş. Yanında getirdiği şişeyi büyülü su ile doldurmuş. Eve döndüğünde bir gün kız kardeşinin saçlarını tararken fark etmeden bu büyülü suyu kullanmış. Bir süre sonra yeniden fethe çıkmış; ancak ne yazık ki gittiği yerden dönememiş. Onun yolunu gözlemekte olan zavallı Thessalonike aldığı kötü haberle yıkılmış. Kardeş acısı onu o kadar üzmüş ki zamanla bütün yaşam sevincini yitirmiş. Bir gün, bu yükü daha fazla taşıyamayıp kendisini denize atmış; fakat o anda bir mucize gerçekleşmiş. Thessalonike suya düşünce ölümsüz bir deniz kızına dönüşmüş.

Artık ne tam bir insan ne de bir deniz canlısıymış. Yarı insan, yarı balık bedeniyle mavi sularda yapayalnız yüzer olmuş. Tek isteği ise ağabeyinin hala yaşadığına inanmakmış. Bu sebeple bir gemiye rastladığında denizcilere umutla “Kral İskender yaşıyor mu?” diye sormaya başlamış. Bu aslında sadece bir soru değil, denizcilerin geçmesi gereken bir sınavmış. Eğer deniz kızının istediği yanıtı verip, “Yaşıyor, hüküm sürüyor ve dünyayı fethediyor!” derlerse Thessalonike’nin yüzü aydınlanırmış. Denizciler, böylece prensesin yüreğindeki derin sevgi ve sadakati anlarlarmış. Bu cevap karşısında kızcağız gözden kaybolur, denizler sakinleşir ve gemiler huzurla yol alırmış.

Tabii her şey hep yolunda gidecek değil ya, bir gün talihsiz bir denizci Thessalonike’nin duymak istediği yanıtı vermek yerine ona gerçeği, yani İskender’in öldüğünü söylemiş. Deniz kızı o an çok derin bir keder duymuş; yüzü bir anda kararmış. Acısı öfkeye, ipek saçları Gorgon’un yılanlarına dönüşerek etrafı sarmış. Denizin dibini öyle bir sarsmış ki sular hırçınlaşmış ve çıkan dev dalgalar gemiyi yutuvermiş.

Bu olaydan sonra denizciler bu öyküyü korkuyla birbirlerine anlatır olmuşlar. Böylece Thessalonike ile karşılaştıklarında “Kral İskender yaşıyor mu?” sorusuna nasıl cevap vermeleri gerektiğini öğrenmişler. Onlar her sorulduğunda Büyük İskender’in yaşadığını söyleyip bu hikayeyi birbirlerine anlattıkça Thessalonike bir efsaneye dönüşmüş. Böylece çok sevdiği Büyük İskender’in anısını da kendi öyküsüyle birlikte ölümsüzleştirmeyi başarmış.




Makedonya Kraliçesi Thessalonike

Efsaneye hayat veren Makedonya Kraliçesi Thessalonike’nin hayatı da ne yazık ki büyük bir trajedi ile başlamış ve bitmiş. Kral II. Philippos’ın kızı ve Büyük İskender’in kız kardeşi olarak M.Ö. 352 yılında dünyaya gelen prensese babası hem annesi Nicesipolis’in memleketi olan Thessalia’yı hem de Thessalialılar karşısında kazandığı zaferi onurlandırmak için Thessalonike adını vermiş. Annesi, Thessalonike daha bebekken öldüğü için onu üvey annesi Olympias büyütmüş.

Ağabeyi İskender, Pers seferlerine çıktığında o henüz çocuk yaşlardaymış. Onun ölümü sonrası oluşan kaos ise, prensesin hayatında önemli bir dönüm noktası olmuş. İskender’in generallerinden biri olan Cassander ile evlenip zamanla Makedonya kraliçesi olmuş. Thessalonike’nin ismi, M.Ö. 315 yılında eşi Cassander’ın kurduğu Thessaloniki yani Selanik kentine verilmiş. Kendisi eşinin vefatından sonra taht kavgasına tutuşan oğulları tarafından öldürülmüş olsa da adı ve öyküsü güzel Selanik şehri sayesinde ölümsüzleşmiş.

Yazımızın sonuna geldik. Sabırla okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir sonraki buluşmamızda aramıza katılacak olan konuk oldukça ünlü ve benim de çocukluğumdan beri pek sevdiğim biri. O zamana dek bu güzel Sonbahar mevsiminin tadını çıkarmanız dileğiye.

Sevgiler,

Eylem ❤️

Kaynaklar:

https://greekreporter.com/2024/08/05/alexander-the-great-sister-thessalonike-mermaid

https://parallaximag.gr/thessaloniki-news/gorgona-thessaloniki

Kağıttan Gemi



Merhaba,

Dolunayın parlak pullarının dökülerek lacivert sulara karıştığı ve dalgalarla birlikte yanıp söndüğü bir gece hayal etmenizi istesem? Bir de bu gecenin içinde sessizce süzülen büyük güzel bir gemi… Şöyle beyaz kremayla süslenmiş bir düğün pastasına benzeyen, kat kat ve içinde eğlenceler, apoletli kaptanlar, dans eden balerinler, oyunlar ve müzikler olan bir gemi… Ona biraz yaklaşıp dikkatlice bakarsanız, on birinci kattaki havuzla restoranın arkasında kalan ahşap döşemeli geniş güvertede oturmakta olan beni görebilirsiniz. Gece ilerlediği için bardaklar boşalmaya, sohbet eden yolcular burayı tek tek terk etmeye başladılar. Arka masalardan gelen tek tük neşeli kahkaha sessizliği kırsa da rüzgar onları kocaman ağzıyla çabucak avlayıp yutuyor. Geriye kalan birkaç sessiz yolcu ve ben dalgalar arasında yolunu arayan bu kağıttan gemide oturmuş mehtaba bakarak geçmişten geleceğe doğru ettiğimiz yolculuğu düşünüyoruz. Evet, zaman karada sanki bir noktadan diğerine ilerlerken burada adeta gecenin içinde genişliyor, uzuyor, esneyip yuvarlanmaya başlıyor. Çocukluğumuz, gençliğimiz, anlarımız, anılarımız ve öykülerimiz karışıp adeta helezonik bir şekilde kıvrılarak sonsuz gibi görünen denizde  uzayıp gidiyor.

Özenle kesip biçerek üzerime güzelce oturttuğum sorunsuz ve uyumlu gemi yolcusu rolüm böyle anlarda biraz potluk yapmaya başlıyor. Diğer yolcularla birlikte eğlencelere katılmak ideal bir seçim gibi dursa da konuk olduğum topraklarda kulağıma çalınan eski hikayeleri düşünmeden edemiyorum. Aslında onları kaybetmeden size anlatabilmek için küçük bir cam şişenin içine doldurmuştum. Efsunları kaçmasın diye kapağı sıkıca kapatmayı da unutmamıştım. Sihirli şişeyi açıp içindekilerin ilkini burada yazıya dökmek için zamanın yoldan çıktığı böyle bir andan daha iyi bir fırsat bulabilir miyim diye soruyorum kendime. Cevabım belli. Gelin bu güzel mehtaplı gecenin hakkını vermek için birlikte Ege Denizi’nin berrak sularına dair mitolojik bir öyküye dalalım. Ne dersiniz?



Theseus ve Minotaurus Efsanesi

Atina’nın görkemli krallığında hüküm süren Kral Aigeus (Kral Ege), iki kez evlenmesine karşın çocuk sahibi olamamıştı. Bu durum, krallığın geleceği için büyük bir endişe kaynağıydı. Aigeus, soyunu sürdürecek bir evlat özlemi içindeydi ve bu sebeple bir kahine danıştı. Kendisine verilen öğütü tam olarak anlayamamıştı; ama dönüş yolunda Troizen’e uğradı.

Aigeus Troizen’de Kral Pittheus’un kızı güzeller güzeli Aithra’yı gördü ve ona gönül verdi. Aithra bu birliktelikten, hamile kaldı ancak Aigeus’un orada onunla kalması mümkün değildi. Atina’ya geri dönmeden önce altın sandaletleriyle kılıcını ağır bir kayanın altına saklayarak, “Oğlum bu kayayı kaldıracak kadar büyüyüp güçlendiği zaman ona benim soyumdan olduğunu anlatabilirsin. Bu emanetleri alarak bana gelirse onu tanımam mümkün olur” dedi. Theseus büyüdü, güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu. Zamanı geldiğinde ağır kayayı kaldırıp babasının eşyalarını alarak Atina’ya doğru yola çıktı. Korkusuz bir yiğit olduğundan yol boyunca birçok tehlikeli yaratıkla karşılaşmasına rağmen hepsini yendi ve babasının memleketine bir kahraman olarak ulaştı.

Öte yandan, Girit’te hüküm sürmek isteyen Minos (Zeus ve Europe’nin oğlu), kardeşleriyle taht kavgasına tutuşmuştu. Hükümdarlığı hak eden kişinin kendisi olduğunu, bu sebeple tanrıların da onu desteklediklerini kardeşlerine göstermek istemekteydi. Bunun için denizler tanrısı Poseidon’dan kendisine kocaman, güçlü bir boğa vermesini istedi. Poseidon, Minos için beyaz köpüklü dalgalardan bembeyaz, muhteşem bir boğa yarattı. Ancak bir şartı vardı. Minos’tan onu kendisi için kurban etmesini istiyordu. Minos hem kendi gücünü hem de tanrılar tarafından kutsanışını simgeleyen bu boğayı Poseidon’a kurban etmeyi kabul etti. Böylece bu boğa sayesinde istediği güce erişti. Ancak hayvanı o kadar beğenmişti ki öldürmeye bir türlü kıyamadı. Onun yerine sıradan bir boğayı kurban etmeyi seçti. Poseidon, bu ihaneti çabucak farkederek çok öfkelendi. Kral Minos için onun isteğine karşı gelmenin cezası ağır olacaktı. Poseidon, intikamını almak için aşk tanrısı Eros’tan yardım istedi ve Minos’un karısı güzel Pasiphae’e bir büyü yaptı.

Pasiphae, bu güçlü büyünün etkisinde, beyaz boğaya aşık oldu. Ondan bedeni insan, kafası boğa olan vahşi bir canavar dünyaya getirdi. Bu korkunç varlığa Minos’un boğası anlamına gelen Minotaurus adını verdiler. Boğa adam, hem kralın hem de Girit halkının hayatını bir kabusa çevirdi; çünkü etrafındaki herkese zarar vermeye başlamıştı. Onu kontrol etmek mümkün değildi. Bu nedenle, Minos, Minotaurus’u gözden uzak tutmak ve kontrol altına almak için bir çözüm arıyordu. Mimarı Daidalos’un yardımıyla, girenin bir daha içinden çıkamayacağı büyük, karmaşık bir labirent inşa etmeye karar verdi. Saldırgan bu labirente hapsedilecek, böylece verdiği zarar kontrol edilebilecekti.

Atinalılar Giritlilerle ile bir anlaşmazlığa düşmüş, haksız çıktıkları için ceza olarak her yıl olarak Atina’daki en güzel yedi genç kız ile erkeği yemesi için Minotor’a kurban olarak göndermek zorunda kalmışlardı. Kurbanları götüren gemi, siyah yelkenleri olan bir gemiydi. Atina’da babasına kavuşan ve pek sevilen prens Theseus, Minotaurus’u öldürüp, bu kurban işine bir son vermek istemekteydi. Aigeus, onu bu karardan vazgeçiremeyeceğini anlayınca gitmesine bir şartla razı oldu. Oğlu Minotaurus’u öldürmeyi başarabilirse, Atina’ya dönerken, siyah değil beyaz yelkenler açacaktı. Böylece kral onun sağ olduğunu, eve iyi haberlerle döndüğünü uzaktan görebilecekti.

Theseus ile diğer kurbanlar, Girit’e vardıklarında labirente götürüldüler. Minos’un kızı Ariadne, kurbanlar arasında Theseus’ u görüp ona aşık oldu. Yarı kardeşi olan Minotaurus’un onu öldürmesine gönlü razı değildi. Labirentte yolunu kaybetmemesi ve oradan sağ çıkmasına yardım etmek için Daidalos’un önerisiyle Theseus’a bir makara iplik verdi. Delikanlı ipliği labirentin girişine bağlayacak, dönerken de onu takip ederek çıkışı kolayca bulabilecekti. Theseus, labirente girdiğinde Minotaurus ile başa baş bir savaşa girdi. Cesareti ve kararlılığıyla onu öldürdü, ipi takip ederek labirentten çıktı. Hayatlarını kurtardığı diğer gençlerle birlikte kendisini seven prensesi yanına alıp Atina’ya doğru yola çıktı; ancak dönüş yolunda babasına söz verdiği gibi beyaz yelkenleri açmayı unutmuştu. Geminin siyah yelkenlerini gören Kral Aigeus, oğlunun öldüğüne inandı. Bu acıya dayanamayacağı için kendisini oracıkta denize attı. Efsaneye göre, Kral Aigeus, yani Kral Ege’nin trajik bir biçimde can verdiği bu sular Ege Denizi adını aldı.


Yine bir blog yazısının daha sonuna geldik. Atina ve Minos uygarlıkları döneminde geçen öykümüz aslında farklı anlatıcılar tarafından değişik örnekleri aktarılan türden. Ben onu size gemi yoculuğumun ilk durağı olan ve babamın köklerinin uzandığı Girit’te öğrendiğim şekliyle anlatmak istedim. Yazının sonuna anlatıyı ve karakterleri daha ayrıntılı bir biçimde ele alan ve benim kaynak olarak faydalandığım iki kitap ile bir internet sitesinin linklerini ekleyeceğim. İçi öykü dolu büyülü şişeyi çok yakında, Oslo’daki evime döndüğümde yeniden açacağım. Bakalım içinden çıkan ilk efsane hangisi olacak? O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgilerimle, ❤️

Eylem Rosseland

Kaynaklar:

Mitoloji Sözlüğü – Azra Erhat

https://www.amazon.com/Mitoloji-S%C3%B6zl%C3%BC%C4%9F%C3%BC-Turkish-Azra-Erhat/dp/975140391X

Yunan Mitolojisi – Karl Kerényi

https://www.amazon.com.tr/Yunan-Mitolojisi-2-Cilt-Tak%C4%B1m-Kahramanlar/dp/6050206279/ref=sr_1_1?crid=9P131G2LYO21&dib=eyJ2IjoiMSJ9.Fl-bXtP_h8FPrP0bQ5B_xbLRAAEk-hI42t9DtndNrF5BelsebOwenBrM48kDavKMB4d8NdZFSl6TzDkVen-uoFPs6bbzwLcKeecceHzKpKhMXvNE_1UghYdPH7tMGWxr7NyiUcI2AeB5hi1MU9yePFZphugjojyXJMpCvw_MQ_g9hQh8m5bBQ8F5OjX54AQcJl3TSfK_FRbsuQnfKWd3xwuVUwdS9BWunNLFijjdrgvofOJywb-75vwUgp1156-RzArkZ4wp49nxJ0z3nwknRNRNY_cbuzywUw5HdsUO7dI.GkA40Xe5zJMo-MY6w2Wh6VLTQMXHGu5AX-jjWeIMrbI&dib_tag=se&keywords=yunan+mitolojisi&qid=1722616661&sprefix=Yunan+mi%2Caps%2C90&sr=8-1

The Myth Of Theseus And The Minotaur

https://meet-the-myths.com/greek-mythology/theseus-and-the-minotaur/

Selkie Gelin




Eski Bir Masal

Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Dalgalar alacakaranlıkta kıyıları öperken
İskoçya’nın hırçın rüzgarları
Sudaki sırları karaya taşıyıp
Eski bir masalı anlattı

Hikayeye göre
Selkielerden güzeller güzeli bir kadın
Bir akşam ansızın aşkın ağına takıldı
Sahile çıkıp kumlar üzerinde şarkı söylerken
Saçlarının ışıltısı yıldız olup havaya saçıldı
Bir faninin sevgisi onu oracıkta kavrayıp kalbinden
Kürkünü çalarak kaderini karaya bağladı
Selkie artık tutsaktı
Her gün gözyaşı dökse de
Sonunda toprağa alıştı
Denizlerdeki evini özlerken
Yitik özgürlüğü ve sevgisi
Sesini bastırdı

Bir gün masum bir yürek
Çalınanı buldu
İki dünya arasında tutsak benlik
Böylece özgürlüğüne kavuştu
Selkie Kadın yeniden ipeklere sarındı
Rüzgarda bir çığlık oldu
Derin sulara dalarak
Köpüklerin arasında kayboldu

(Eylem, Temmuz 2024)

Merhaba,

Bir önceki blog yazısında sizlere Denizin Şarkısı adlı filme esin kaynağı olan bir hikayeden, Selkie Gelin’den, söz edeceğimizi söylemiştim. Selkieler Fareo Adaları, İrlanda, İskoçya ve İzlanda folklöründe yeri olan, hem denizde hem de karada yaşayabilen mitolojik varlıklardır. Karaya çıktıklarında fok kürklerini çıkarır, göz kamaştırıcı güzellikteki birer insan gibi görünürler. Bir insanla karşılaştıklarında ise tekrar şekil değiştirip denize dönerler. Bu insan kılığına bürünebilen büyülü varlıklar aslında dünyanın pek çok farklı bölgesindeki efsanelerde ve halk masallarında bulunuyor. Oğuz Tansel’in derlediği halk masallarımızı okuyanlarınız, havuz başında gülüp oynayan ve insanları görünce çabucak güvercin donuna giren (güvercin kılığına girme böyle tasvir ediliyor) ve uçup giden peri kızlarını hatırlıyorsunuzdur. İnsan şeklini alan güzel sesli fok balıkları bana bu sebeple biraz kendi masallarımızı hatırlattı. İlerideki yazılardan bazılarını Anadolu’da anlatılmış zengin ve efsunlu hikayelere ayırsak iyi olur diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

Selkie Gelin’e geri dönecek olursak, onun da diğer birçok efsane ve masal gibi, anlatıldığı coğrafyaya veya yazılı dile döküldüğü döneme göre farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Benim burada yayımlamak için seçtiğim çeviri aslında İskoçya’da bilinen bir varyasyon. Severek okuyacağınızı umuyorum. Selkie Gelin’i orjinal haliyle kendi dilinde okumayı tercih edecek olanlarınız için sayfanın sonuna bir link ekleyeceğim. İlerideki yazılarda değinmemi veya yayımlamamı istediğiniz farklı Selkie öyküleri biliyorsanız, bana buradan veya Facebook üzerinden ulaşabilirsiniz.

Çok yakında yeniden görüşmek dileğiyle…

Sevgiler,

Eylem ❤️




Selkie Gelin

Bir zamanlar, İskoçya’nın batı kıyısında, genç bir balıkçı yaşardı. Bir gün bu balıkçı tüm gününü denizde geçirmiş, buna rağmen sadece birkaç küçük balık yakalayabilmişti. Hava kararmaya başladığında sahile doğru kürek çekti ve küçük teknesini karaya çıkardı.

Çakıl taşlarıyla dolu sahil boyunca kulübesine doğru yürüyordu ki hoş sesli birilerinin daha önce benzerini duymadığı güzellikte bir şarkı söylediğini işitti. Seslere doğru yöneldiğinde, suyun yakınında gülüp oynayarak şarkılar söyleyen bir düzine Selkie gördü. Balıkçı gözlerine inanamıyordu. O güne dek çok az insan Selkie halkını yani arada sırada kürklerini çıkarıp karada insan formuna bürünen fok balıklarını, görebilirdi. Öylece durup onları izliyordu ki Selkieler onu fark ettiler ve hızla denize dalarak dalgaların arasında kayboldular.

Balıkçı, Sanırım bir rüya gördüm, diye yüksek sesle söylenerek tekrar kulübesine doğru yola koyuldu; fakat bir şey onu huzursuz etmişti. Tekrar geri döndüğünde, bir kayanın üzerinde duran parlak ve pürüzsüz bir şeye gözü takıldı. Biraz daha yaklaştığında bunun bir fok balığı kürkü olduğunu gördü. “Hiçkimse Selkieleri gördüğüme inanmayacak, ta ki bunu gösterene dek” dedi. Eğilerek kürkü aldı ve omzuna attı. Bunu iyi bir paraya satabilirim, diye düşündü.

Tam o sırada, arkasında birinin adımlarını duydu ve hızla dönüp baktı. Karşısında, olağanüstü güzellikte genç bir kadın durmaktaydı. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu. Balıkçının içi cız etti.

“Güzel hanımefendi, niçin böyle ağlıyorsunuz?” diye sordu.

Kadın içini çekerek balıkçının gözlerine baktı ve,

“Nazik bayım,” dedi gözyaşlarına boğularak, “siz benim kürkümü aldınız. Lütfen onu geri verin, çünkü ben bir Selkieyim ve kürküm olmadan suda yaşayamam.”

Balıkçı kadından gözlerini alamıyordu. Onu ilk gördüğü anda aşka düşmüştü. Genç ve inatçı bir delikanlı olduğu için kadını yanında tutması gerektiğini düşündü. Bu yüzden fok kürkünü sıkıca göğsüne bastırdı ve,

“Sevgili bayan, benim eşim olun. Ben size aşık oldum ve bu sebeple kürkünüz olmadan karada yaşamak zorunda kalacaksınız. Sizi çok mutlu edeceğime söz veriyorum.”

“Lütfen yapmayın bayım, ben karada asla mutlu olamam. Hem halkım benim için çok endişelenir. Evime dönmeliyim.”

Ancak genç adam kararlıydı. Olabildiğince tatlı bir gülümsemeyle, başını eğdi ve bir dizinin üzerine çökerek,

“Benim küçük ve şirin bir kulübem var. Orada sizi ateşin yanında sıcak tutarım. Size yemeyi dileyebileceğiniz tüm taze balıkları getiririm. Karada mutlu bir hayat yaşayacağınıza söz veriyorum. Lütfen benim gelinim olmayı ve benimle evlenmeyi kabul edin.” dedi.

Genç kadın kürkü olmadığı için çaresiz bir durumdaydı. Karada tutsak kalmıştı ve denizdeki evine dönemiyordu. Böylece yakında ondan kürkünü geri alabileceğini umarak balıkçının elini tuttu, eve doğru yola koyuldular. Balıkçı haftalarca kürkü yanından ayırmadı; çünkü müstakbel eşinin onu çalıp kaçmasından korkuyordu. Bir süre sonra Selkie karadaki yaşama alışmaya başladı. Balıkçı bunu gördüğünde kürkü bacadaki bir çatlağın içine sokuşturarak, onu burada asla bulamaz diye geçirdi içinden. Aradan bir ay geçtikten sonra evlendiler. Çok mutluydular. Balıkçı karısına hem iyi hem çok cömert davranıyordu. Onu gerçekten çok seviyordu ve mutlu etmek için çırpınıyordu; ama kürk konusundaki kararlılığı hala devam etmekteydi.

Selkie gelin zamanla inatçı kocasını sevmeye başladı. Bazen ona şarkılar söylüyordu. Böyle gecelerde balıkçı kendisini dünyanın en mutlu adamı gibi hissediyordu. Yıllar böyle geçerken ve çiftin yedi çocuğu oldu. Selkie gelin evlatlarının hepsini çok sevdi. Çocuklar bazen annelerini sahilde dalmış denizi izlerken bulduklarında,

“Anne, niye bu kadar üzgünsün?” diye sorarlardı.

“Ah, sadece hayallere dalmışım.” diyerek başını sallayan anneleri onları alınlarından öperdi.

Bir gün balıkçı ile en büyük üç çocuğu balık tutmak için tekneyle denize açıldılar. Diğer üçü, ekmek ve süt almak için köye gittiler. Anneyle en küçük oğlu ise evde kalmışlardı. Anne yine pencereden dışarı bakıyor ve kıyıya vuran dalgaları izliyordu. Uzaklarda, kaygan, siyah kayalıklarda bir grup fok oyun oynamaktaydı. Selkie kadın derin bir iç çekti ve gözleri yaşlarla doldu. En küçük oğlu onun yanına koşarak,

“Anne ne oldu? Denize her baktığında neden bu kadar üzülüyorsun?” diye sordu.

Annesi hiç düşünmeden dönüp dedi ki,

“Üzülüyorum çünkü ben denizde doğmuştum. Orası benim bir daha asla geri dönemeyeceğim evim. Baban benim kürkümü sakladı.”

İskoçya’daki tüm çocuklar gibi bu küçük oğlan da Selkie halkı hakkında anlatılan hikayeleri duymuştu. Bu nedenle annesinin kim olabileceğini hemen anladı. Şömineye koştu, uzanarak fok kürkünü bulunduğu yerden çekip çıkardı ve annesine göstererek,

“Bu mu?” dedi.

“Nasıl buldun?” diye hayretler içinde sordu annesi.

“Bir gün babamla burada yalnızdık. Kürkü gizlediği yerden çıkarıp baktı. Bana onun çok özel olduğunu söyledi. Şimdi neden öyle dediğini anlayabiliyorum.”

Kadın önce kürküne sonra uzanıp çocuğuna sarıldı. “Canım,” dedi fısıldayarak, “seni her zaman seveceğim.” Sonra kürkü göğsüne sıkıca bastırarak dışarı, denize koştu. Kürkünün içine girdi ve suya daldı.

Balıkçı ve çocukları eve dönerlerken bir grup fok balığının yanından geçtiler. Adam, teknenin yanında yüzünde garip bir ifadeyle kendilerine bakmakta olan pırıl pırıl, genç bir fok balığı gördü. Sonra onun suda kaybolup giderken acı bir çığlık attığını işitti. Eve varıp olanları duyduğunda ise kalbi paramparça oldu. Oğlunun kendisinden çok daha cesur, cömert ve sevgi dolu bir insan olduğunu anlamıştı. Balıkçı ile çocukları, yaşamlarının geri kalan kısmında Selkie kadını özlediler; ama onun ait olduğu dünyada mutlu olduğunu biliyorlardı. Bir süre sonra bir fok balığı sürekli kıyıya gelip uzun uzun yüzmeye başladı. Babayla evlatları bir daha hiç aç kalmadılar; çünkü ağları her zaman kocaman parlak balıklarla doldu.

Çeviren: Eylem Rosseland

Bea Ferguson’un anlatımıyla masalın orjinali:

https://tracscotland.org/wp-content/uploads/2018/03/The-Selkie-Bride.pdf

Soğuk Denizlerden Gelen Sıcak Bir Masal

Selkie


Denizlere dönmeliyim yine, ıssız denizlere, göklere 
Bütün istediğim bir gemi ve yol gösteren bir yıldız 
Vuran çark, rüzgarın şarkısı, titreşen beyaz yelkenlerle
Denizin yüzünde sisli bir şafak, bir şafak istediğim yalnız 

Denizlere dönmeliyim yine, dalgaların çağrısına
Öyle hoyrat, öyle saf bir çağrı ki karşı konulmaz ona 
Bütün istediğim rüzgarlı bir gün, uçan bulutlar
Savrulan köpükler, serpintiler ve martıların çığlığı 

Denizlere dönmeliyim yine, o başıboş hayata 
Rüzgarın bıçak gibi keskin estiği
martıların ve balinaların yoluna 
Bütün istediğim neşeli bir öykü
gülen bir denizci yoldaştan
Ve sakin bir uykuyla tatlı bir rüya uzun yolculuğun sonunda”

John Masefield (1878-1967)


This image has an empty alt attribute; its file name is IMG_5497-1018x1024.jpeg


Merhaba,

Yoğun denilebilecek bir dönemden sonra yavaş ve güneşli tatil günlerine yaklaşmaya başladık. Hava pek sıcak değil; ama yine de tatlı ve aydınlık bir Cuma sabahına uyandık. Araladığım pencereden içeriye pırıl pırıl taze bir gün sızmakta. Minik, puantiyeli kedi Josefine Bonbon yanımda, tıpkı çikolata damlalarıyla yapılmış kocaman bir çörek gibi kıvrılmış uyuyor. Bargamut ve kamelya çaylarını karıştırarak demlediğim aromalı çayımı yıllar önce İzmir’den aldığım incecik camdan yapılmış fincanıma doldurdum. Keşke şu anda oturma odamı dolduran serin sabah dinginliği ekrandan geçip sizin mekanınıza da yayılabilse diye geçiriyorum içimden. Bir yazı üzerinden içimizi ısıtacak sıcak çayı veya şahane güzellikte leopar desenli bir ev kedisini paylaşamasak da, artık onlar kadar keyifli bir masal filminden, Denizin Şarkısı’ndan söz etmeye hazırız bence.

Denizin Şarkısı aslında iyi bilinen, Oscar ödülüne aday olmuş bir film. Öyle ki onu bana yıllar önce çocuk edebiyatı veya animasyon filmlerine özel bir ilgisi olmayan fakat sinemaya tutkun bir tanıdığım önermişti. Buna rağmen, o zamandan beridir, okulda birlikte izlediğimiz öğrencilerim de dahil olmak üzere, filmi daha önceden bildiğini söyleyen birine hiç rastlamadım. Tıpkı izledikten sonra beğenmediğini dile getirene rastlamadığım gibi… Yoğun duyguların, mitolojik öğelerin, sıcak ilişkilerin, küçük ayrıntılarla ve el emeği görsellerle bir dantel gibi örülerek işlendiği böyle özel bir filme burada yer vermemenin haksızlık olacağını düşünüyorum. Bu sebeple bu blog yazısını filme, bir dahakini de ona esin kaynağı olan eski bir hikayeye ayırmak istiyorum. Umarım severek okursunuz.




Denizin Şarkısı


Orjinal adıyla Song of the Sea, yönetmenliğini Tomm Moore’un üstlendiğive senaryosu yine Tomm Moore ve Will Collins’e ait, 2014 yapımı modern bir animasyon filmi. Hikaye, İrlanda kıyılarında, Ben ve Saoirse adlı iki küçük kardeşin babalarıyla birlikte yaşadıkları şirin bir deniz fenerinde başlar. Annelerini Saoirse’nın doğumu sırasında kaybetmişlerdir. Onun sevgisini ve sıcaklığını tadamamış olan kızcağız sesini bulamamış ve altı yaşına gelmesine rağmen hiç konuşmamış bir çocuktur. Babaları eşinin kaybı sebebiyle yaşadığı acıyı bir türlü atlatamaz. Ben ise bu kayıpla birlikte sudan korkmaya başlamıştır. Annesinden geriye kalan iki değerli armağana tutunmaktadır. Birisi onun anlattığı öyküler, diğeri de denizin şarkısını dinleyebilmesi ona verdiği bir deniz kabuğu… Yaşadıkları sakin hayat, Saoirse’nın büyükannesi tarafından gizlenmiş sihirli bir mantoyu keşfetmesiyle sarsılır. Ortaya çıkan sırlar onları önce şehre, sonra perilere ve en sonunda da aslında bir Selkie, yani sihirli kürkü sayesinde istediğinde bir insana veya fok balığına dönüşebilen özel bir varlık olan annelerinin hikayesine götürür. Annesi gibi bir Selkie olduğunu öğrendiğimiz minik Saoirse, denizin şarkısını söylemek ve dalgalara kavuşmak için bir yolculuğa çıktığında, Ben kız kardeşini bırakamaz ve büyük bir cesaretle onunla birlikte merak ve tehlike dolu bir maceraya atılır.

Ben ve Saoirse bu macera boyunca, İrlanda efsanelerinde ve masallarında yeri olan birçok doğa üstü varlıkla karşılaşırlar. Her karşılaşma, kendi kimliklerini ve etraflarındaki gizemli dünyayı anlama konusunda onlara yardımcı olur. Böylece annesinin kaybıyla yaşadığı travmayı atlatamamış olan Ben kardeşine olan sevgisini, bağlılığını ve gereksinimini daha derinden hissedebilmeye ve bu duygularını gösterebilmeye başlar. Ben ve Saoirse’nın yolculuğu aynı zamanda duygusal bir yolculuktur. Bu süreçte acıları iyileşmeye, korkuları azalmaya ve aralarındaki kardeşlik bağı derinleşmeye başlar.

Filmin en çarpıcı özelliklerinden biri olan resimlerin güzelliğinin altını çizmek istiyorum. İrlanda kültüründe yeri olan şahane motiflerle süslenmiş görüntüler filme özgünlük katmış. İzlediğiniz her sahnenin titizlikle işlenmiş olduğunu görebiliyorsunuz. Özenle seçilmiş renkler, ilginç folklorik desenler, ninniye benzeyen yumuşak ve rüyamsı müziklerle desteklenerek hikayenin halihazırdaki duygusal derinliğine yeni boyutlar ekliyor ve onu izleyiciyi kucaklayan, büyülü bir deniz masalı haline getiriyor. İrlanda’nın efsanelerinin ve masallarının zengin dokusuyla işlenen evrensel konular filmi her yaş grubundan izleyici için çekici hale getiriyor. Okulda tüm sınıfla birlikte izlerken, göz yaşlarını tutamayan öğrencilerim olduğunu hatırlıyorum. Bir çocuğun en büyük korkularını ve endişelerini ustaca işleyen yönetmen, şefkatli ve zarif anlatımıyla her yeni yaşta ve her yeni hayal kırıklığıyla üstüne bir kilit daha vurduğumuz yetişkin kalplerimize ulaşmayı da başarıyor. Bu sebeple filmin 2015 yılında En İyi Animasyon Filmi Oscar’ına aday gösterilerek büyük bir beğeni toplamış olması bana pek şaşırtıcı gelmiyor. Denizin Şarkısı’nı hala izlemediyseniz, bence yaklaşan hafta sonu için şimdiden güzel bir alternatifiniz var demektir.





Fark ettiniz mi bilemiyorum ama biz hikayeye dalmışken sabah geçip gitti, hava ısındı, çay bitti ve güzel kedi uyanıp başka bir odaya kaçtı. Saatler on ikiyi göstermek üzere. Ben de izninizle bir bal kabağına dönüşmeden önce yazıyı burada bitiriyor, hepinize en içten sevgilerimi gönderiyorum.

Eylem ❤️





https://www.imdb.com/video/vi3133192729/?playlistId=tt1865505&ref_=tt_ov_vi

Bahar Geldi!


Merhaba,

İnanması zor olsa da kış herhalde bu kez gerçekten bitti ve bahar sonunda buralara da geldi. Nedense bu defa bana soğuklar hiç sona ermeyecekmiş, ömrümüzün geri kalan kısmı, sonsuz bir kaotik kış mevsiminde debelenerek geçecekmiş gibi gelmeye başlamıştı. Aslında hava şartları bu coğrafya ve iklim için gayet normal sayılsa da görünüşe göre bazılarımız bu yıl koyu mavi sabahlara, buza ve soğuğa fazlasıyla doyduk. Belki de yüzden, yeni mevsimle birlikte gelen her yenilik, içimizdeki yenilenme umudunu artırmaya başladı. Baharın gelmekte olduğunu aslında en çok akşam yürüyüşüne çıktığım zaman gözlerim tomurcuklanmaya başlayan ağaçlara takılmaya başladığında hissediyorum. Ağaçların altından geçerken, her tomurcuğun içinde saklı olan merak ve büyüme arzusunun, kendisinden taşarak damla damla süzülüp üzerime yağdığını hissediyorum. Doğa henüz çiçeklenmemiş olsa da, gün ışığı bize her gün biraz daha yaklaşmakta olan müjdeyi getiriyor aslında. Bu sebeple, bu blog yazısının konusu olarak, her sahnesi bir bahar günü gibi güzel ve renkli bir film olan Azur ve Asmar’ı seçtim.


Azur ve Asmar

Azur ve Asmar yönetmenliğini Michel Ocelot ve Ian McIntyre’ın yaptığı, 2006 yılına ait ödüllü bir masal filmi. Filmin öyküsü yine, Kirikou serisi, Prensler ve Prensesler, Ejderhalar ve Prensesler, Gece Hikayeleri, Dilili Paris’te gibi ses getirmiş animasyon filmlerinin de yaratıcısı olan fransız yazar ve yönetmen Michel Ocelot tarafından yazılmış. Benim Ocelot adıyla tanışmam yıllar önce bir film festivalinin reklamında afişine denk geldiğim Prensler ve Prensesler(2000) filmiyle olmuştu. Çocukluğumda evimizde gölge tiyatrosu pek sevilirdi. O yüzden bir silüet filmi olan Prensler ve Prensesler‘i izlediğimde adeta büyülenmiştim. Azur ve Asmar’ı keşfetmem de bu sayede oldu. Ten renkleri, ait oldukları kültür ve sosyal statüleri farklı olsa da aynı annenin sütü ve sevgisiyle bir araya gelen ve yine onun bakımıyla serpilip büyüyen iki masum çocuğun öyküsünü böyle bir özgünlükle ele alan bu özgün filmi henüz izlemeyenleriniz olabileceğini düşünüp sizinle paylaşmak istedim. Filmin konusu hakkında, tadını kaçırmamaya çalışarak, biraz bilgi vermek istiyorum.


Film içinde klasik masal öğelerine rastlayacağımız türden bir öyküye sahip. Hikayenin başında başında Azur ve Asmar iki küçük bebektir. Azur’un soylu babası oğlunu ona süt annelik de yapan koyu tenli, Arapça konuşan bir dadıya teslim etmiştir. Bir bebeğin annesi, ötekinin de babası yoktur. Resimdeki tek babaysa ne kendi çocuğuna ne de Asmar’a herhangi bir yakınlık ve sıcaklık göstermektedir. Asmar’ın annesi bu iki bebeği hiç ayırmadan onlara ninniler söyleyerek ve masallar anlatarak okul çağına getirir. Anlattığı masallardan Cinlerin Prensesi hakkında olan, iki çocuğu da çok etkiler. Azur ve Asmar, iki kardeş gibi hem birlikte oynarak hem de kavga ederek büyümektedirler. Ta ki Azur’un babası oğlunun dadının ailesinin bir üyesi olarak yetişmesinden rahatsız olup onu kendi sınıfına uygun bir eğitime göndermeye karar verene dek… Bu kararla birlike fikirleri bile sorulmadan Azur eğitime, Asmar ve annesi ise kendi kaderlerine gönderilirler. Azur evden ayrılabilecek yaşa geldiğinde ne dadısını ne de Cinlerin Prensesi’nin öyküsünü unutabilmiştir. Prensesi bulmak için deniz aşırı bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Böylece biz izleyiciler de egzotik bir kültürün içinde devam eden filmin eşsiz görselleriyle büyülenmeye başlarız.

Filmin her sahnesi gerçekten etkileyici bir güzellikte. Sadece bu bile onu izlemek için yeterli olabilecekken değindiği birçok önemli konuyu böyle hoş bir öyküyle ifade edebilmesi onu diğer filmlerden ayrı bir yere koyuyor. Göçten çok kültürlülüğe ve iki dilliliğe, tarihi ve kültürel zenginliklerin değerinden (ve nasıl değersizleştirildiklerinden), kardeşliğe, eşitlikten kimliğe ve aile sevgisine kadar birçok konuyu mavi minik cinlerin eşliğinde klasik bir masal diliyle anlatıyor bize. Ben bu sıradışı filmi yıllar içinde birçok kez izledim ve her defasında hem anlattıklarını hem de bunları yorumlama biçimini yeniden sevdim. Merak edenleriniz için aşağıya filmin uzun sayılabilecek bir fragmanın linkini ekleyeceğim. Umarım hoşunuza gider.

Bu blog yazısının da sonuna geldik. Size söylemek istediklerimi evde bir türlü tamamlayamadığım için yakındaki bir kafeye geldim. Pazar günü olduğundan burası şu an oldukça kalabalık. Neyse ki kulaklıklarım, gürültüyle ve diğer insanlarin sohbetleriyle olan ilişkimi minimum düzeye indiriyor ve siz duyamasanız da, yazdıklarıma bambaşka bir melodinin eşlik etmesini sağlıyor. Daha şimdiden, bir dahaki konuyu, Uranienborg semtindeki çıkmaz sokakta bulunan Åpent Bakeri’de, yeni açmış pembe kiraz çiçeklerinin gölgesinde otururken yazmayı hayal etmeye başladım. İlk baharda bu şehrin her yeri güzel olsa da, her sene kiraz çiçekleri açtığında, o güzelim çıkmaz sokağın sonundan benim kalbime ince bir yol açılır. Bir dahaki blog yazısında, sizinle tam olarak orada buluşmak istiyorum.


Sevgiyle… ❤️


Eylem Rosseland

Filmin IMDB sayfası:

https://www.imdb.com/title/tt0439123/

Michel Ocelot’nun resmi internet sayfası:

https://www.michelocelot.fr

Azur ve Asmar’dan resimler:

https://www.michelocelot.fr/images-images_de_films–azur-asmar

Filmin fragmanı:

Fındıkkıran




Fındıkkıran’ı sever misiniz?

Eğer benim gibi onu sevenlerden veya esrarengiz bulanlardansanız doğru blog yazısında buluşmuşuz demektir. Yazımızın atmosferine Fındıkkıran’ın tatlı müziklerini eklemek için Berlin Senfoni Orkestrası’nı da bu link aracılığıyla aramıza davet edelim istiyorum. Müzik çalmaya başlayınca ben de onca yıl, binlerce okura, müzisyene, tasarımcıya, dansçıya ve seyirciye ilham veren ve onları bir araya getiren bu Fındıkkıran aslında kim diye düşünmeye başlıyorum. Öyle ya, kim bu Fındıkkıran? Boyalı bir oyuncak bebek mi? Bir mutfak gereci mi? Sorumun cevabı olarak düşümde önce ahşaptan oyma tacı, karışık yarı uzun sacları ve el boyaması kocaman hülyalı gözleriyle uzaklara bakan yakışıklı bir fındıkkıran beliriyor. Sonra ardında bir derinlik… Ardında bir pırıltı ve toz görünüyor. Sihir… Tüy gibi uçuşarak danseden gençler, rengarenk ipek ve tül kostümler, özenle tasarlanmış dekorlar… Sonra bunların hepsini hem doğuran hem de sarmalayan Pyotr İlyiç Çaykovski’nin (1840-1893) unutulmaz bestesi beliriyor. Ve ardında o müzikte çözülüp kaybolan kendim…

Norveç Opera ve Balesi’nde Fındıkkıran

Ne şanslıyız ki, soğuk ve karanlık Aralık gecelerinde, eski bir Alman masalı ve bir rus bestesi, Oslo’da modern bir binada, dönemimizin sanatçılarının emekleriyle rengarenk bir bale gösterisiyle yeniden biçimleniyor. Hikaye özünde Ernst Theodor Wilhelm Hoffmann’ın 1816 yılında yayımladığı “Fındıkkıran ve Fare Kral” masalına dayansa da, Çaykovski’nin 1892 yılında yazdığı iki perdelik Fındıkkıran balesine ilham veren versiyonu, masalın 1845 yılında Alexandre Dumas tarafından konusu fazla değiştirilmeden yeniden düzenlenmiş halidir.

Norveç Opera ve Balesi’nin 2016 yılından beridir sahneye koyduğu son uyarlamaki hikaye ise 1905’ler Kristiania’sında geçiyor. Yani bugünkü adıyla Oslo’da… Balenin koreografisi Kaloyan Boyadjiev‘e, sahne tasarımı Jon Bausor’a, dansçıların kostümleri yine Jon Bausor ve Bregje van Balen’e ait. İlk perdede kahramanımız Clara, ailesinin verdiği görkemli Noel davetine katılır. Eve gelen konuklar aileye birbirinden harika armağanlar getirmiştir. Çocuklukla genç kızlık arasında kalan Clara, davetteki çocukların oyununa katılmak için çok büyük, yetişkinlerin sohbetine katılmak içinse fazla küçüktür. Kendisini dışlanmış hissetmektedir. Vaftiz babası Bay Drosselmeyer o akşam bütün çocuklara el yapımı hediyeler verir. Clara’nın noel hediyesi, sırtındaki mandala basıldığında ağzına konan fındığı kıran el yapımı ahşap bir bebektir. Tıpkı bir askere benzemektedir. İlerleyen saatlerde Clara yorulur ve Noel ağacının dibinde uykuya dalar. Gözlerini açtığında her şey değişmeye başlamıştır. Şömineden odaya giren Fare Kral ve ordusu, canlanan Fındıkkıran’la savaşır. Mücadele sırasında yara alan Fındıkkıran, Bay Drosselmayer tarafından yaşama döndürülür ve artık bir prenstir. Fındıkkıran Prens, Clara’yı bir Noel süsünün içinde masallar ülkesine götürür. İkinci perdede ise, bu büyülü yerde, yabancı konukların ailesine vermiş oldukları bambaska kültürlerden gelen egzotik armağanlar canlanır ve Clara için dans etmeye başlarlar.

Sonra ne oluyor diye sorarsanız, hikayeye göre Clara düşünden uyanır, gösteri görünüşte biter ve Eylem eve döner; ama müzik aslında hiç bitmez. Tatlı bir bahar gününde veya güneşli bir yaz tatilinde bile çalmaya devam eder. Hani bazı müzikler vardır, sessizce hayatınızın arka planına yerleşmiştir. Biriyle konuşurken, hayal kurarken, çalışırken, gülerken veya sevdiklerinizi özlerken diğer seslerden bağımsızca kafanızda çalmaya devam eder. İşte o müziklerden biri benim için Fındıkkıran balesinin bestesidir. En sevdiğim kısmı da “The Last Waltz”dır. Hayallerin doruğa ulaştığı, ama rüyanın henüz bitmediği o güzel son dans… Bazen çok merak ediyorum. Nasıl, ama nasıl yaratabilmiş Çaykovski bu neşeli, canlı, rüya gibi müzikleri ve insanların yaşamına nasıl hala böyle hoş pırıltılar katıp tatlı anları böyle çoğaltabiliyor?

Çaykovski’nin bestesiyle canlanan bu sıcak noel masalının akşamları uzun ve puslu Aralık ayının sembollerinden biri haline gelmesi aslında hiç şaşırtıcı değil. Tam da bu sebeple yıllar içinde bu balenin birkaç farklı yorumunu izlemiştim. Ancak, Norveç Opera ve Balesi’nin son dönemde sahneye koyduğu eser, bence diğer örneklerin arasından sıyrılıyor. Görkemli sahne tasarımı, incecik işlenmiş anlatımı ve parlak kostümlerin arasından sızan o çocuksu masumiyeti insanı sarıp tatlı bir hikayenin işine çekiyor.

Gösteri için dökülen teri unutup büyü hiç bitmesin, eve dönme saati hiç gelmesin, “Son Vals” loopa alınsın, Clara rüyasından uyanmasın, Fındıkkıran Prens tekrar boyalı bir bebeğe dönüşmesin istiyor insan. Çok şanslıyız ki bale gösterisi sona erse de on bir ay sonra geri dönüyor ve yine, donuk ve karlı bir gecede renkli bir masalın içine düşme olanağı veriyor bize. O yüzden Fındıkkıran benim için bir Noel öncesi geleneği oldu. Son yıllarda bilet bulmanın neredeyse imkansız hale gelmiş olmasına bakılırsa, meraklıların sayısı oldukça artmış olmalı. Bence balenin tek kusuru da burada yatıyor. Bilet fiyatları çok yüksek ve biletler çok çabuk tükeniyor. Bu kadar güzel bir şölene sadece bazı çocukların ve gençlerin ulaşabiliyor olması bence haksızlık. Tabii haksızlıklar konusuna girersek işin içinden çıkamayabiliriz ve muhtemelen de sıra baleye gelmez bile. Yine de Aralık ayında Oslo’daysanız ve fırsatınız varsa, bu gösteriye bir bakmanızı öneririm. Plan yapmak için erken gibi görünse de, biletler yaz öncesinde satışa çıkıyor ve sahneye yakın, iyi komünumdaki koltukların biletleri çabucak tükeniyor. Ben geçen yılki biletimi yanlış hatırlamıyorsam Mayıs ayında almıştım. Gidemeyecek olanlar içinse salgın döneminde televizyonda gösterilen videosunun linkini yazının sonuna ekleyeceğim.


Gennady Spirin’in Resimleriyle Fındıkkıran

Fındıkkıran’ın ilk kez 1996 yılında yayımlanan bu basımı Hoffman’ın masalına sadık kalınarak yapılmış. Doksan dokuz sayfalık kitabın çevirisi Aliana Brodmannsa ait. Rus ressam ve illüstratör Gennady Spirin’in kapağı ve sayfaları süsleyen suluboya illüstrasyonlarının güzelliği bence hikayeye güzel yorum katmış. Aslında buraya kitaptan resimler eklemek istiyordum, ancak Spirin’in kendi sitesinde bile kitaptan kapak haricinde bir görüntü paylaşmadığını görünce kitabın telif haklarını gözettiğini anladım. Bu sebeple ben de çektiğim fotoğrafları eklememeyi seçtim. Ben bu kitabı yıllar önce yeğenim Deniz için almış, evde Norveççe bir baskısı olmasına rağmen sadece resimlerinin güzelliği sebebiyle kendim için de bir adet sipariş etmiştim. Benim kitabım ne yazık ki elime hiç ulaşmadan kaybolmuştu. Bu sebeple Noel tatilinde kitabı Deniz’den ödünç aldım ve benimle Atlantik okyanusunu geçerek Norveç’e geldi. Onu diğer resimli kitapların arasına koydum. Umarım sahibi gelip alana kadar yeni arkadaşlarıyla hoş vakit geçirir. Eski bir kitap olmasına rağmen bugün itibarı ile Amazon’da veya çok daha uygun bir fiyata (iki veya üç dolara) Ebay’de hala temiz ve güzel örneklerini bulmak mümkün.


Evet, yine bir blog yazısının daha sonuna geldik. Sabredip yazıyı sonuna kadar okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir dahaki blog yazısı şahane bir animasyon film hakkında olacak. O zamana dek sevgiyle kalın. ❤️

Eylem Rosseland



https://www.operaen.no/forestillinger/arkiv/2022/notteknekkeren-ballett/

https://tv.nrk.no/se?v=MKTV45000120

https://www.gennadyspirin.org/gallery

Yeni Yıl


Merhaba,

Yeni yılınızı kutlamak ve mutlu, huzurlu, sağlıklı ve neşeli bir yıl dilemek için uğradım. Umarım 2024 sevdiklerinizle birlikte dolu dolu yaşadığınız şahane bir yıl olur. Ben yeni yıla evden çok uzakta Michigan’ın bahçeleri geceleri noel ışıkları, gündüzleriyse kızılgerdanlarla süslenmiş güzel, küçük bir şehrinde girdim. Orada kaldığım süre içinde Fındıkkıran hakkında yazmayı istedim. Fazla zamanım olmadığı için yazıyı yetiştiremedim, ancak size tanıtmak üzere yeğenim Deniz’den Fındıkkıran’ın çok güzel resimlendirilmiş bir baskısını ödünç aldım. Bir dahaki yazımda bale gösterisiyle birlikte ona da yer vereceğim. O zamana dek kendinize iyi bakın.

Sevgiler ❤️

Eylem


Bir Kış Gecesi…



Karlı bir kış gecesinden merhaba, 

Bu defa arayı çok uzatmadım umarım. İyisiyle ve kötüsüyle bir seneyi daha yaşadık ve anılarımıza katmak üzere yüzümüzü gelmekte olan taze yıla ve umuda döndük. 2024’e şöyle bir bakmak için geleceğin perdesini aralıyorum, karşıma tüm planların ve görevlerin arasından bana göz kırpan dileklerim çıkıyor. Onları noel ağacına asmak isiyorum. Hem kendim hem de yine zor dönemlerden geçen insanlığımız için… Aralık ayında bir sınav projesi teslimi olduğu halde katıldığım etkinlikleri yoğun tutmak istedim. Hem şehirde yoğun bir etkinlik takvimi olduğu için hem de yılın en karanlık akşamlarını biraz ışıkla süslemek istediğimden… Geçen yaz Oslo Filarmoni Orkestra’sının toplu konser biletlerinden birini aldığım için, bu sene zaten düzenli şekilde konserlere gidiyorum (Oslo’daysanız ve hali hazırda takip etmiyorsanız Filarmoni’nin programına bir bakmanızı öneririm). Ay başında bu rutin konserlere iki farklı konser, bir masal etkinliği, bir bale ve sinemada gösterien klasik bir noel filmi de eklenince, Aralık ayının ilk iki haftası sanatla dolu geçmiş oldu. İzlediğim her şeyden söz etmeye zaman yetmeyeceği için size anlatmak üzere iki gösteri seçtim. Bunların ilki Nationalthreatret, yani Ulusal Tiyatro’daki noel konseri. İkincisi ise, bir sonraki blog yazısını ayırmayı planladığım ve kalbimde ayrı bir yeri olan Fındıkkıran Balesi.



Noel Konseri – Nationaltheatrets Julekonsert

Tiyatro’da verilen konserlere daha önce hiç katılmamıştım. Bu yüzden, biletimi alırken biraz heyecanlı biraz da meraklıydım. O akşam Oslo epeyce soğuktu. Tiyatro binası evime yakın sayılır aslında ama telefonda – havanın -9 derece olduğunu görünce biraz direnmiş olacağım ki kapıdan yine son anda çıkmayı becerdim. Eldivenlerimi giyecek vaktim bile olmadığından durağa geldiğimde elimde tuttuğum eldivenlerin birini düşürmüş olduğumu fark ettim. En az on senedir kullandığım emektar eldivenimimi kaybettiğim için üzülecek fırsatım bile olmamıştı; çünkü otobüsü kaçırdığımı anlamış, yeni otobüs saatlerine bakmaya dalmıştım. Yine de güzel bir akşam olacağını hissediyordum. Öyle de oldu. Öncelikle kapıların kapanmasına üç dakika kala konsere yetiştim. Sonra ilk sıradaki tek boş koltuk bana ait olacağı için (salona en geç ben girmiştim) yerimi bulmak kolay oldu. Ondan sonrasıysa hepten şahaneydi. Konser dediğime bakmayın, hem şarkılarla hem de hikayelerle dolu bir gösteriydi. Tiyatro sanatçıları sırayla ve bazen birlikte noel şarkıları söylediler, şiirler okudular ve masallar anlattılar. Biz seyirciler hem güldük hem ağladık. Ortamın güzelliğini hatırlayabilmek için bir fotoğraf çektim ama içerideki sıcaklığı ve samimiyeti kadrajım ne yazık ki almadı. Anlatılan ilk masal, Alf Prøysen’in Noel’i Unutan Küçük Köy masalıydı. Masal zaten çok sevimli, ama sanatçının sesi o kadar tatlıydı ki o anlattıkça ben küçüldüm, küçüldüm ve sonunda masaldaki kız gibi beş yaşında oldum. Böylece gösterinin devamını küçük çocuğun şaşkınlığı ve coşkusuyla izleme fırsatım oldu. Bu masalı ilerideki günlerde Türkçe’ye çevirerek bloga eklemeyi planlıyorum. 

Gösterinin ikinci masalıysa Lise Fjelstad’ın anlattığı Kibritçi Kız’dı. Sanatçı, bir kelimesini bile unutmadan ve bütün duygularını sesine vererek o masalı adeta biz seyirciye yaşattı. Tek bir kelimenin bile atlanmadığını biliyorum çünkü masalı sizin için Türkçe’ye çevirmiştim (Dilerseniz buraya tıklayarak okuyabilirsiniz). Fjelstad son cümlesini tamamladığında, salonda ağlayanların sayısı ağlamayanlardan fazlaydı. İki koltuk ötemde oturan seksen yaşlarındaki amcanın gözyaşları gösterinin sonuna dek kurumadı. Küçük bir çocuğun maruz kaldığı maddi manevi yoksulluğu ve içinde yaşadıkları dönemin acımasızlığını bu kadar gerçekçi bir şekilde masallaştırabilen Andersens’in karşısında tekrar saygıyla eğildim. Tabii soğuk ve sıradan bir kış gecesine o büyülü atmosferi veren yaratıcı tiyatro sanstçılarının da hakkını yememek gerek. Bir gösteriyi bu kadar içten ve iddiasız bir şekilde sunabilmenin çok büyük bir çaba ve çalışma gerektirdiğini anlamamak imkansız. Oslo’daysanız ve konsere gitmediyseniz tavsiye ediyorum. Gösteri 30 Aralık tarihine kadar devam edecek. Bu yıl için bilet bulmak zor olabilir; ama 2024’te belki gösteriyi birlikte izleriz? O akşama dönecek olursak, eski ve görkemli tiyatro binasında başlayan büyü, orada kalmadı. Nationaltheatret istasyonundan beni eve kadar takip etti.


Nasıl diye soracak olanlarınız için anlatayım. Eve dönmek için yola çıkmıştım. Tam metro binasına girmek için adımlarımı hızlandırdığım anda, biraz ileride, parke taş döşeli yolda şahane bir köpek gördüm. Kocaman, pofuduk kuyruğu olan kızıl bir köpekti bu. Onun iki adım ilerisinde genç bir adam yürüyordu. Akşam yürüyüşüne çıkmış olmalılardı. Adam belli ki şanslı biriydi. Keşke benim de böyle bir köpeğim olsa diye geçirdim içimden. Üstelik kuyruğunun ucunda tıpkı bir tilkininki gibi beyaz bir tüy öbeği vardı. Ben tam bunları düşünürken o güzel hayvan yolunu değistirdi ve önümden geçti. O an onun köpek değil, kocaman, besili bir tilki olduğunu anladım ve ben, tilkilere bayılırım. O saatte, şehrin en işlek noktalarından birinde bir tilkinin ne işi olabilirdi? Adını bilmediğim için arkasından “Tilki” diye seslendim, ama dönüp bakmadı. Biraz ilerideki sarayın bahçesinde mi yaşıyordu acaba? Nereye gidiyor olabilirdi? Hava çok soğuktu ve epeyce geç olmuştu. O yüzden kendimi her aklı başında yetişkinin yapacağını yapmak zorunda hissettim. Yolumu değiştirerek tilkinin peşine takıldım. O kadar çabuk gözden kaybolmuştu ki, onu epeyce bir zaman aramak zorunda kaldım. Bir zaman sonra eldivensiz kalan elim soğuktan kıpkırmızı olmuş, hissizleşmeye başlamıştı. Biraz kaybolan eldivenimi, biraz da küçük Kibritçi Kız’ı düşünerek çalıların arasında tilkiciği aramaya devam ettim; ama yoktu. Pırıltılı tüyleri sokak ışıklarına karışıp bu kadar çabuk kaybolabildiğine göre evi veya güvenli bölgesi bu yakınlarda olmalıydı. Kürkü çok sağlıklı ve bakımlı göründüğü, kilosu da yerinde olduğu için aslında içim rahat olmalıydı. Metro istasonuna geri dönmekten başka seçenek kalmamıştı elimde. Zaten tilkiyi bulsam da bir noktada geri dönmek zorunda kalacaktım. Durumu kabul edip eve geldiğimde kapının yanında, yerde küçük siyah bir eldivenin şekerleme yapmakta olduğunu farkettim. Emektar eldivenim kaybolmamıştı. Sadece soğuktan biraz gözü korkmuştu belki. Onu alıp eşiyle birlikte girişteki aynanın önüne koydum. Kim bilir belki de eşi ona o gece kaçırdığı güzel şarkıları söylemiş, küçük bir şiir okumuş ve tatlı bir iki masal anlatmıştır. Gecenin büyüsünün, beni eve kadar sadece kapıdan geri dönmek için takip etmiş olması mantıklı olmazdı zaten.



Ben size bunları anlatırken saat iyice ilerlemiş. Yarın sabah erken kalkmam gerekiyor. Zaman ayırıp okuduğunuz ve o güzel akşamı bu yazı üzerinden benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Bakmak isteyenleriniz için noel konseriyle ilgili bilgi veren linki ekleyeceğim. Bir dahaki blog yazısında buluşmak dileğiyle… 

Sevgiler, ❤️

Eylem Rosseland

https://www.nationaltheatret.no/forestillinger/julekonsert/


Nice Vedalar…



Merhaba

Bir önceki yazımda sizlere ölüm konusunu işleyen iki tane resimli kitaptan söz edeceğime değinmiştim. Bu kitapları kütüphaneden aldığımda en yakın arkadaşlarımdan biri olan Oya’nın canı gibi sevdiği ve on beş senedir gözü gibi baktığı köpeği Tilya’nın hayata veda etmek üzere olduğunu bilmiyordum. Dolayısıyla Oya’nın minik oğluna okumak için bu iki kitaptan birini satın almak üzere olduğunu da asla tahmin edemezdim. Sizden ayrı kaldığım bu bir ay boyunca ölüm ve yas her gün konuştuğumuz bir konu oldu. Sonbahar Norveç’te bu yıl gerçekten soğuk geçiyor ve senenin en karanlık günlerine doğru dörtnala koşarken bu konular biraz ağır gelse de yaşamın akışını reddetmenin bir faydası yok. Tabii ki acıdan beslenmek sağlıklı bir yaklaşım değil; ama bazen yaşadığımız en yoğun duygu yas olunca hayat da haliyle yasla akmaya devam ediyor. Şilili yazar Isabel Allende bir röportajında: ”Acı yüreğin toprağıdır”, der. Görünene göre bazen sanat eserleri de bu topraktan filizlenip yeşeriyor. Belki bazen onca kaosun içinde bizi en iyi anlayan ve dahası bir adım öteye gidip hiç tahmin etmediğimiz sembollerle deneyimlerimize ışık tutup onları bize olanca sadeliğiyle anlatanlar da bu eserler oluyor.

Ölüm gibi mümkün mertebe konuşmak ve düşünmek istemediğimiz bir konuyu yeri geliyor her şeyden korumak istediğimiz çocuklarımızla konuşmak zorunda kalıyoruz. Onların yaşama ve kayıplara dair sorularına içimize sinen yanıtlar vermek her zaman kolay olmayabiliyor. Böyle durumlarda bazı ebeveynler haklı olarak konuyu küçük çocuklarının rahat ve kendilerini güvende hissettikleri bir ortamda bir öykü yardımıyla ele almayı tercih ediyorlar. Bu sebeple blogumda kayıp konusunu işleyen ve hem kütüphane görevlileri hem de bazı uzmanlar tarafından önerildiğine tanık olduğum Ördek, Ölüm ve Lale‘ye yer vermek istedim. Seçtiğim diğer resimli kitap ise benim yıllar önce okuyup ilginçliği ve rengarenk resimleri sebebiyle bir türlü unutmadığım Ballade of the Death, yani Ölüm Baladı.


Ördek, Ölüm ve Lale

Ördek, Ölüm ve Lale her yaştan okura hitap edebilecek otuz sayfalık resimli bir kitap. Alman yazar Wolf Erlbruch (1948-2022) tarafından 2007 yılında yazılmış ve resimlendirilmiş. Bu sıradışı öykü bize kahramanlarımız Ördek ve Ölüm’ün tanışmalarını, arkadaş olmalarını, hayatın bir bölümünü paylaşmalarını ve sonunda Ördek’in Ölüm tarafından son yolculuğuna uğurlanmasını olabildiğince yalın şekilde anlatıyor. İlk başta illüstrasyonların büyüklüğüne ve metnin kısalığına aldanarak kolay okunabilecek basit bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu zannedebiliriz. Ancak yazar bize kısacık bir eserde her yaşamın ve ölümün biricikliğinin ve sıradanlığının yarattığı ikilemi, hayatının son günlerini yaşayan bir canlının ölüm fikrini kabul edip onunla yaşamayı öğrenmesini ve bir sevdiğimiz vefat ettiğinde yaşadığımız acıyı duygu sömürüsüne hiç yer vermeden anlatmayı başarmış.

Hikayenin sadeliği karşısında resimlerin baskın ve melankolik karakteri insanı belli belirsiz bir rahatsızlığa ve hüzne sürüklüyor. Ben kitabı ilk okuduğumda ne düşüneceğime veya ne hissedeceğime karar veremedim. Onu sevmiş miydim? Sanırım hayır. Öte yandan, sevmediği söylemem de mümkün değildi, çünkü en azından baş kahramanlardan Ördek’i sevmiş ve onun yaşamasını istemiştim. Yazara onu Ölüm’le bir araya getirdiği için tepki göstermiş olabilir miydim? Belki… Resimlerin bu kadar büyük ve soğuk yapıda olması, Ölüm’ün uzun kare desenli kışlık giysilerinin Ördek’in ömrünün kışına geldiğini anımsatması, Ölüm’ün gülümseyen yüzü ve dahası Ördek’e şefkat göstermesi, onun için üzülmesi bende gerçekten karmaşık duygular yarattı.

Ördek’çik son yolculuğuna çıktığında Ölüm de benim gibi üzüldü. Çünkü birini yitirdiğimizde sadece kendi kaybımız için yas tutmayız. Ölüm acısında yaşamını kaybeden için hissettiğimiz ama artık onunla paylaşamadığımız olabildiğince içten bir şefkat ve saf bir sevgi de vardır. Sevdiğimiz kişinin daha nice güzel hayat deneyiminin yanında, artık bizim sevgimizi paylaşamayacak olduğunu bilmek belki duygularımızın içimizde daha da büyüyüp derinlerde bir yerde akmasına neden olur. Ölüm’ün, arkadaşı Ördek’in tüylerini düzeltip onu bir lale ile uğurladıktan sonra hissettiği üzüntü onun da bu sevgiyi, ayrılık acısını ve şefkati hissettiğini, ama hayatın böyle olduğunu kabul etmek zorunda kaldığını anlatıyor bize.


Şimdi ben nasıl olur da bu kitabın güzel bir kitap olmadığını iddia edebilirim? Nasıl ölüm ve yas konusunu iyi işleyememiş olduğunu veya onu kimseye tavsiye etmediğimi söyleyebilirim? Elbette söyleyemem çünkü Ördek, Ölüm ve Lale ustalıkla yazılmış, ölüm sürecinden inançlara kadar birçok konuya değinmiş, ölüme hem ölecek kişinin hem de geride kalanın gözünden bakabilmiş ve bütün bunları olabildiğince az sözle yapıp okura düşünmesi ve yorumlaması için alan bırakmış değerli bir kitap. Sadece küçük yaştaki bir çocuk için seçildiğinde, onda uyandırabileceği duyguları hesaba katarak kitabı daha önceden okuyup değerlendirmek, birlikte okuma etkinliği için uygun koşulları önceden sağlamak ve böylece çocuktan gelecek sorulara hazırlıklı olmak yerinde olur diye düşünüyorum.

Ölüm Baladı

Ölüm Baladı, adından ve kapağından da anlaşılacağı ölüm temalı ve şiirsel bir dille yazılmış bir kitap. Deichman kütüphanesi bu kitabı okul öncesi ve okul çağı çocukları için önermiş. Öykü, Hollandalı yazar Koos Meinderts ve müzisyen Harrie Jekkers tarafından yazılmış. Resimler Güney Afrikalı ressam ve illüstratör Piet Grobler’e ait. Hikayeye göre büyük ve kudretli Aslan Kral ölümün kendisinin düşmanı olduğuna karar verir. Düşmanından kurtulmak istemektedir. Bu sebeple Ölüm’ü yakalatıp esir olarak tutmayı uygun görür. Böylece kendisi de dahil krallığındaki kimse ölmeyecektir. Planını harekete geçirir ve Ölüm’ü tutsak alır. O günden sonra o kadar uzun yaşar ki ölümsüzlüğün olumsuz yanlarına bir bir şahit olur. Yeni bebekler doğmaya devam ettiği için dünya da gittikçe kalabalıklaşmıştır. Hikayenin sonunda Ölüm’ü ve onun yaşamın döngüsü içindeki görevini anlar. Varsaymış olduğu gibi bir düşmanla karşı karşıya olmadığını anladığında onun tutsaklığına son verecek cesareti gösterir. Sonunda yüz yüze geldiklerinde kral onun sandığı kadar korkunç olmadığını farkeder.

Ölüm Baladı anladığım kadarıyla kaybın beraberinde getirdiği duygulara hitap eden bir yas öyküsü değil. Her iki okuyuşumda da ölümü acı ve korku penceresinden değil yaşam pencersinden gösteren bir kitap olduğunu düşündüm. Bence bu ölümün neden varolması gerektiğine, canlıların yaşamındaki yerine ve önemine değinen, bu kasvetli konuyu rengarek ve biraz da tuhaf resimlerle canlandırarak olabildiğince eğlenceli hale getirmiş, okunması kolay bir öykü. Belki büyük bir kayıp dönemi için ilk tercih olmayabilir. Bununla birlikte “ölüm nedir” veya “neden ölmek zorundayız” gibi sorular duymuya başladığımızda okumak için uygun olabilir. Bu sebeple çok sevdiği birini kaybettiği için yas tutan veya ölümcül bir rahatsızlıkla mücadele eden bir insan kitaba nasıl tepki verir, onda kendi hissettiği duyguların bir yansımasını bulur mu bilemiyorum.


Bir uzun blog yazısının daha sonuna geldik. Ölüm ve edebiyatı bir yazıda buluşturup Anton Cehov’un Acı adlı öyküsünü, Isabelle Allende’nin Paula‘sını, E.B. White’ın Örümcek Ağı‘nı es geçtiğim için biraz suçluluk hissetsem de onları başka bir zamana birakmak konusunda mantığım ağır basıyor. Konuyu uzatmak yerine yazının sonuna bana belki yirmi sene önce ilk kez abimin sevdirdiği bir albümden seçtiğim güzel ve özgün enstrümental bir parça ekleyeceğim. Umarım siz de seversiniz ve dinlerken mutlu olursunuz.

Yakında tekrar görüşmek üzere,

Sevgiler ❤️

Eylem R.

Dünyanın En Harika Kedisi

Pusu Whisker Verdens Beste Orange Blossom Gülbeşeker Pişmaniye Rosseland (2006-2022)

Sular hep aktı geçti,
Kurudu, vakti geçti.
Nice han, nice sultan
Tahtı bıraktı geçti.
Dünya bir penceredir,
Her gelen baktı geçti.
Yunus Emre (1238-1320)

Merhaba,

Ne kadar uzun zaman oldu değil mi? Aslında tekrar yazmaya karar vermem geçen yıl bu zamanlara denk geliyor. Bir cesartle üniversitede ders almaya başladığım ilk zamanlara yani. Nedense hep buraya yazdığım zaman diğer tipte metinleri yazmak kolaylaşıyor gibi gelirdi bana. Tam o sıralarda kedim Pusu sağlığını kaybetmeye başladı. O dönemden beri bu konuda yazmaya hazır hissetmediğim ve bir yandan da hiçbir şey şey olmamış gibi onun gidişinden bahsetmeden tekrar blog yazmaya başlayamayacağım için erteleme durumu bugüne, yani 4 Ekim Dünya Hayvanlar Günü’ne dek sürdü.

Harlequin by Victor Nizovtsev

Pusu’yu ilk kez hastanede bırakmak zorunda kaldığım o soğuk sonbahar gününden bu yana neredeyse bir yıl geçti. Sonradan minnettarlık hissedeceğim veteriner kedime bakıp “ Öncelikle bu çok yaşlı bir kedi, bedeni önerdiğimiz tedaviyi kaldıramayabilir”, demişti. Onca üzüntünün arasında bunun hayatımda duyduğum en saçma yorumlardan biri olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Onun yumuşacık tertemiz tüylerini, beş buçuk kiloluk iri ve çevik bedenini, mücevher gibi parlayan gözlerini ve ağzının iki yanından ipek püsküller gibi fışkıran tazecik kedi bıyıklarını göremiyor muydu? Farklı kedilerden mi söz ediyorduk acaba? Evet, böbrek yetmezliği vardı ama böbrek değerlerinde son bir senedir artış olmamıştı. Daha bir ay önce klinikteki rutin kontrolünde bir sürü iltifat almıştı. Mahallede her yaştan hayranı vardı. Nasıl o kadar hasta olabilirdi? O gün Pusu’nun, geceyi atlatabileceğine dair söz veremediler. Bir terslik olursa arayacaklarını söylediler sadece. Sabaha kadar telefonun çalmamasını umarken kalbim bizi neyin beklediğini anlamıştı; ama aklım beni yanıltıyordu. Ertesi gün hastaneden arayıp Pusu’nun eve dönebileceğini söylediklerinde sevinçten kulaklarıma inanamamıştım. O kadar mutluydum ki hastaneye varana kadar arabada şarkı söyledim. Bir sonraki muayenede kedime kalp yetmezliği tanısı konuldu. Haberler kötüydü ama o yaşıyordu ve evine gelebildiği için içimde bir umut vardı. Umut ve gözyaşları arasında bir sarkaç gibi gidip geldiğim yoğun bir tedavi süreci tam da böyle başladı ve 28 Aralık 2022 günü Pusu’nun vefat etmesiyle sona erdi.

Pusu’nun varlığı benim hayatı bazen biraz masal gibi algılamamın belki de en önemli sebebiydi. İçinde bulunduğu her anı ve her mekanı güzelleştiren muazzam bir canlıydı. Her şeyiyle çok zarif, iyi kalpli, komik, sabırlı ve kendisinden yaşama dair çok şey öğrendiğim harika bir kediydi. Kışın en karanlık günlerinde bile o olduğu için evimizde günışığı ve sıcaklık vardı. Bana ilk kez sekiz aylık hayat dolu bir kedi olarak geldiğinde onu hiçbir zaman terk etmeyeceğime dair bir söz vermiştim. Hastalığı süresince de gözlerine bakarak bu sözü tekrarlama şansım oldu. Pusu hep bir şekilde beni anladığını gösterdi. Hiçbir zaman duygularını saklamayı seven bir kedi olmamıştı zaten. Hastanedeki ilgili ekip yapılacak hiçbir şeyin kalmadığını söyleyene kadar pes etmedik. Verdiğim boyumdan büyük bu sözü tutabilmek, tam on beş buçuk yıl onunla yaşamak bir ayrıcalıktı.

Bazen hala evde ona sesleniyorum ve nerede olduğunu soruyorum. Unutkanlıktan değil. Pusu hep, her zaman o kadar vardı ki şimdi bu derece olmayabilmesi inanılmaz geliyor. Konuyu «Olmak ya da olmamak» repliğine bağlamadan toparlamaya çalışacağım. Kayıplar gerçekten zor; ama ölümün varolabilmesinin tek nedeni aslında yaşamın varlığı değil mi? Yas tutmamızın sebebi de sevgimiz? Bir gün bir iş arkadaşım yeni bir kedi alıp almayacağımı sorduğunda ona yeni bir kedinin aynı olamayacağını ve tekrar böyle bir bağ istemediğimi söylemiştim. O da bana bakıp gülümseyerek, “Yeniden sevebilirsin Eylem. Tabii ki aynı olmaz, biraz farklı şekilde seversin, ama bu yine de sevgidir” demişti. Haklıydı da. Pusu’nun yerini başka bir şey dolduramaz, ama sevgi zaten doldurmak için boşluk arayan bir duygu değil ki. O çoğu zaman habersizce gelen ve hatta bazen olumsuz görünen şartlara rağmen, bir yandan yerleşip kök salarken, bir yandan da dallarına ve çiçeklerine kendi dilediği kadar yer açarak büyüyen bir duygu. Bu konuşmadan birkaç ay sonra ne yazık ki iş arkadaşımın köpeği de vefat etti. Hem de yaşlanamadan aramızdan ayrıldı. Her şey, her şey hayatın kendisiyle birlikte akıp geçiyor. Kendimizi bu gerçekten ayrı tutmamız imkansız. Öyleyse aslında hiçbir zaman gerçekten sahip olma hakkına erişmediğimiz şeyleri, ki bu hemen hemen sahibi olduğumuzu sandığımız her şey için de geçerli, kaybetme korkusu içinde değerlendirmek biraz anlamsız kaçıyor. Onun yerine, hala nefes alırken ve fırsatını bulduğumuz zaman kalbimizi açıp sevebileceğimiz kadar sevmeye, hayatı hakkını vererek güzel yaşamaya bakmalıyız belki de. İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın «Kuş ölür Sen uçuşu hatırla.» dizesini aklımızda tutarak…

Şiir demişken yazıyı bir şiir daha doğrusu bir sone ve içimizi hafifletmesi için basit ve tatlı bir şarkıyla bitirsek iyi olur diye düşünüyorum. Umarım hoşunuza gider. Bir dahaki yazım bu konuya uygun iki resimli kitap hakkında olacak.

O zamana dek sevgiyle kalın ❤️

Eylem R.

LXV
Ne tunç ne taş ne toprak ne de sonsuz denizler
Acıklı faniliğe karşı koyamazlarken,
Nasıl bu kör öfkeyle güzellik cenge girer
Çabasında en çok bir çiçek gücü varken?
Ah, nasıl göğüs gersin yazın tatlı rüzgarı
Azgın günler dört yandan üstüne yürüdükçe,
Bozguna uğrattıkça yenilmez kayaları,
Çelik kapılar bile zamanla çürüdükçe?
Ne korkunç bir düşünce: Ah,nerede saklı dursun
Çağların mücevheri Çağların sandığından?
Bir zorlu el var mı ki bu koşuyu durdursun?
Güzellik yağmasını kim esirgesin ondan?
Yok hiçbiri meğerki bu mucize sürsün de
Sevdiğim ışıldasın kara yazı üstünde.

William Shakespeare (1564-1616)
Çeviri: Talat Sait Halman